“İstanbûl’un Fethi” ve “Fâtih”
Her sene 29 Mayıs günü, İstanbul’un fethinin bir sene-i devriyesi büyük bir çoşku ile kutlanır. İstanbul’un fethi söz konusu olunca, Fâtih Sultân Mehmed’in yanında, hemen, büyük sahâbî Hâlid bin Zeyd Ebû Eyyûb el-Ensârî (radıyallahü anh) ile büyük velî Hâce Ubeydullah-ı Ahrâr (kuddise sirruh) da otomatikman hâtırımıza gelmektedirler. Fetih münâsebetiyle her üçünden de bahsetmek istiyoruz. Ama biz şimdi önce, Türkiye’de, “Eyyûb Sultân” denilmekle meşhûr olan, Eshâb-ı kirâmın büyüklerinden Ebû Eyyûb-i Ensârî’den bahsedelim.
İsmi, Hâlid bin Zeyd olup, künyesi “Ebû Eyyûb”dur. Medîneli Müslümanlardan olduğu için “Ensârî” nisbesiyle meşhur olmuştur. Babasının adı Zeyd, annesinin ismi Hind binti Rebîa’dır. Doğum târihi bilinmemektedir. 670 (H. 50) senesinde İstanbul’da şehîd oldu. Peygamber Efendimizin “mihmândârı”; ya’nî Resûlullah Efendimiz, Mekke-i mükerremeden Medîne-i münevvereye hicret ettiği zaman, deve bunun kapısında [bunun evinin yakınında bulunan bir arsada] çöktüğü için, Mescid yapılıncaya kadar, yedi ay onu evinde misâfir eden sahâbîdir.
Bilindiği gibi, Peygamber Efendimiz Mekke’den Medîne’ye hicret buyurduğu sırada, Medîne’nin ileri gelen kimselerinden ba’zıları, devesi Kusvâ’nın yularından tutup; “Yâ Resûlallah! Bize buyurun…” diyerek istirhâmda bulundular.
Peygamber Efendimiz onlara; “Devemin yularını bırakınız. O me’mûrdur. Kimin evinin önünde çökerse, orada misâfir olurum” buyurdular. Kusvâ da gide gide bugünkü “Mescid-i Nebevî”nin kapısının bulunduğu yere çöktü. Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) devesinden inmediler. Hayvan tekrâr ayağa kalktı, yürümeye başladı. Eski yere tekrâr gelip çöktü ve bir daha kalkmadı.
Bunun üzerine Efendimiz, Kusvâ’nın üzerinden inip; “İnşâallah menzilimiz burasıdır” ve “Burası kimindir?” buyurunca; “Yâ Resûlallah! Amr oğulları Süheyl ve Sehl’indir” diye cevap verdiler.
Peygamberimiz; “Akrabâmızdan hangisinin evi buraya daha yakındır?” buyurdular. Zîrâ Resûlullah Efendimizin dedesi Abdülmuttalib’in annesi, Neccâroğullarındandı. Hâlid bin Zeyd Ebû Eyyûb el-Ensârî Hazretleri sevinçle; “Yâ Resûlallah! Benim evim daha yakındır. İşte şu evim, şu da kapısı” diyerek Resûlullahı evine buyur etti.
Peygamber Efendimiz, Hâlid bin Zeyd Ebû Eyyûb el-Ensârî hazretlerinin evini teşrîf edince, önce alt katta oturmayı tercîh ettiler ve buraya yerleştiler; ama sonradan ısrâr üzerine yukarı kata çıktılar. Böylece Peygamberimizi, Mescid-i Nebevî ve meşrûtaları inşâ edilinceye kadar ağırlama ve evinde bulundurma şerefi bu mübârek zâta nasîb oldu.
Peygamber Efendimiz, Mekke’den Medîne’ye hicret etmeden önce bi’setin, ya’nî Peygamberliğin bildirilmesinin onbirinci senesinde müslümân oldu. İkinci Akabe bîatinde bulunarak Resûlullah Efendimizin sohbetiyle şereflendi. Böylece Eshâb-ı kirâm ve Ensâr-ı kirâmdan oldu. Hanımı Ümmü Eyyûb da müslümân olup, Peygamber Efendimize hizmetle şereflendi. Eyyûb, Abdurrahmân, Hâlid isminde üç oğlu ve Amre isminde de bir kızı vardı.
Ebû Eyyûb-i Ensârî; Bedir, Uhud, Hendek, Hudeybiye ve diğer bütün gazvelerde (harplerde), Resûlullah Efendimizin yanında bulundu ve hayır duâlarına kavuştu. Birçok muhârebede “sancakdârlık= sancaktârlık” hizmeti ile şereflendi. Bu sebeple kedisine “Sancakdâr-ı Resûlillah” ünvânı verildi.
Hâlid bin Zeyd Hazretleri, Cemel ve Sıffîn vak’alarında, Hazret-i Alî Efendimizin yanında bulundu. Onun kumandânları arasında yer aldı. Sûriye ve Filistîn muhârebelerinde, Mısır ve Kıbrıs’ın fethinde bulundu. Gâyet şecâatli ve pek kahramândı. Bir muhârebede özrü sebebiyle bulunamadığı için hep üzülürdü.
Ebû Eyyûb (radıyallahü anh), ihtiyâr olduğu hâlde, Hazret-i Muâviye’nin, 670 (H. 50) senesinde İstanbul’un fethi için teşkîl ettiği orduya da katıldı. Süfyân bin Avf-ı Ezdî kumandasındaki bu ordu ile İstanbul’u almaya geldi. Çarpışmalar sırasında dizanteri hastalığına yakalandı. Ecelinin yaklaştığını hissedip, Peygamber Efendimizin; “Kostantîniyye’de kalenin yanında bir recül-i sâlih [sâlih bir insan] defnolunacaktır” hadîs-i şerîfini rivâyet etti ve “Şâyet burada vefât edersem, cenâzemi hemen defnetmeyin. Ordunun gidebileceği yerin en ileri noktasına kadar götürün ve beni oraya defnedin” diyerek vasiyet etti. Sonra mübârek rûhunu teslîm ederek şehîd oldu.
O gün müslümânlar, çarpışa çarpışa kaleye en yakın varabildikleri yere kadar gittiler. Orada kazdıkları kabre, Resûlullah Efendimizin mübârek sahâbîsi Ebû Eyyûb-i Ensârî’yi defnettiler.
Aradan sekiz asır geçmiş, Hazret-i Hâlid bin Zeyd’in kabri unutulmuş ve kaybolmuştu. Bu arada İstanbul, müslümânlar tarafından defâlarca kuşatılmıştı. Muhkem kalelerle korunan şehrin fethi, 7. Osmanlı pâdişâhı Fâtih Sultan Mehmed’e nasîb olmuştu. Fetihten sonra Fâtih’in ricâsı ile, Hâcı Bayrâm-ı Velînin yetiştirdiği Evliyâdan, dîn ve fen âlimi, hocası Akşemseddîn tarafından Ebû Eyyûb-i Ensârî’nin kabri, kerâmetle keşfedilerek tesbît edildi.
Sultan Fâtih, Akşemseddîn hazretlerinin kerâmetine hayrân kalıp, ziyâdesiyle memnûn oldu. Fâtih Sultan Mehmed Hân, Ebû Eyyûb-i Ensârî Hazretlerinin kabri üzerine bir türbe, bir de yanına câmi-i şerîf binâ ettirdi. Burası bütün müslümânların ziyâretgâhı hâline geldi. Osmanlı Pâdişâhları, bu türbeye saygı gösterirlerdi. Yeni hükümdârlar bu türbe ve câmi önünde kılınç kuşanırlardı. [Cenâb-ı Hak, hepimizi, Ebû Eyyûb-i Ensârî hazretlerinin şefâatlerine nâil eylesin.]
İSTANBUL’UN FETHİNE DÂİR
30 Mart 1431 (H. 833) Pazar günü Edirne’de dünyâya gelen Fâtih Sultân Mehmed, İkinci Murâd Hân ile Candaroğulları âilesinden Hadîce Âlime Hümâ Hâtûn’un oğlu olup Osmânlı pâdişâhlarının yedincisi ve İstanbul’un fâtihidir.
Hazret-i Peygamberin; “Kostantîniyye (İstanbul) muhakkak fethedilecektir. Bu fethi yapacak olan hükümdâr ne güzel hükümdâr ve ordu da ne mükemmel ordudur” meâlindeki hadîs-i şerîfi onu ayrı bir şevke getirmişti. Daha Manisa’da şehzâdeyken, hocası büyük velî Akşemseddîn de, onun İstanbul’u fethedeceğini kendisine müjdelemişti.
Şehzâdeliğinden beri bir an önce İstanbul’u fethetmek, Peygamber Efendimizin müjdesine mazhar olabilmek ideali ile yanıp tutuşan Sultân Mehmed, bu büyük mes’elenin halline çalışıyordu. Bu sebeple, kaynakların belirttiğine göre, Pâdişah, hep İstanbul’un fethini düşünüyordu. Evliyânın işâretleri, keşif ve kerâmet sâhiplerinin sözleri ile, o bu fikri tamâmiyle benimsemişti. Pâdişâhın gece-gündüz huzûru kaçmıştı. Yatağına yatar-kalkarken, sarayında ve dışarıda gezinirken, kafası hep İstanbul’un fethi ile meşgûldü.
Yine bir gece aynı düşünceyle uykusu kaçmış, ihtiyâr vezîri Çandarlı Halîl Paşa’yı gece yarısından sonra konağından sarayına çağırtmıştı. Böyle gece yarısı vakitsiz çağrılmaktan korkan yaşlı vezîr, pâdişâhtan özürler dilemiş, pâdişâh da korku ve telâşının yersiz olduğunu belirterek, İstanbul’un alınması için oturup konuşmaya çağırdığını bildirmişti.
Küçük yaşta, tahsîline ve yetişmesine çok ehemmiyet verilen Şehzâde Mehmed, devrin en mümtâz âlimlerinden ilim öğrendi. İlk hocası Molla Yegân’dı. Meşhûr dîn ve fen âlimi olup zâhirî ve bâtınî ilimlerde mütehassıs Akşemseddîn hazretleri, şehzâdenin her şeyi ile bizzât ilgilendi. Başka hocaları da vardır.
12 yaşına gelince, devlet idâresini öğrenmesi için, Edirne’den Manisa’ya vâlî olarak gönderildi. Kısa bir süre sonra babası tarafından tahta çıkarıldı. Ancak bundan faydalanmak isteyen yeni bir Haçlı ordusu, 1444 Eylülünde, Türk topraklarına girdi. Vaziyetin ciddiyetini anlayan ve durumun vehâmetini takdîr eden İkinci Murâd, İstanbul Boğazı’ndan Avrupa’ya geçerek Edirne’ye geldi. Derhâl idâreyi ele alarak Varna’ya hareket etti.
Gerek Avrupa devletlerinin hasımca davranışları, gerek Anadolu’daki Türk beyliklerinin nizâmı bozucu hareketleri, devleti çok sarsmıştı. Ama 1444 Varna Zaferi ile Osmanlı Devletinin temelleri tam olarak sağlamlaştırılmış oldu.
1451 târihinde babası İkinci Murâd’ın vefâtı üzerine İkinci Mehmed, ikinci defâ Osmanlı tahtına oturduğunda 19 yaşındaydı. Daha önceden saltanat tecrübeleri olduğu gibi, babasının yanında seferlere de katılmış ve çok iyi bir kumandân olarak yetiştirilmişti. Saltanat değişikliği dolayısıyla fırsat kollayan Karamanoğulları üzerine bir sefer yaptıktan sonra, artık kangren hâline gelen Bizans mes’elesini halletmek üzere bütün ağırlığını bu konuya verdi. Rumeli Hisârını yaptırıp, Yıldırım Bâyezîd’in karşı kıyıda yaptırdığı Anadolu Hisârı ile berâber boğazı kestikten sonra, 1452-1453 kışını Edirne’de harp hâzırlıkları ile geçirdi.
Rumeli Hisârının inşâ plânının bizzât Pâdişâh tarafından çizildiği rivâyeti kuvvetlidir. Hisârın yapımında 1.000 taşçı ustası, 5.000 işçi, 10.000 civârında yamak çalıştırıldı. Vezîrler sırtlarında taş taşıyarak hisârın yapılmasına hizmet ettiler. Ayrıca ba’zı burçların yapım masrafını, işçi ücretleri dâhil, vezîrler üzerlerine aldılar. Rumeli Hisârı’nın inşâsı esnâsında, Bizans İmparatoru elçi göndererek, “kendi toprakları üzerine kale yapılmasının dostluğa ve ahde vefâya uymadığını” bildirdi.
Bunun üzerine Fâtih Sultan Mehmed, elçiye; “Var git kralına söyle! O, rahmetli babam zamânında ahdi çok defâ bozmuştu. Arada ahid mi kaldı ki, vefâdan bahseder. Bu topraklara biz hisâr yaparız, toprak elçi göndermekle kurtarılmaz. Eğer bu topraklar onunsa, gelip kurtarsın” diyerek niyetini az çok ortaya koydu.
Dört aydan az bir zamanda bitirilen Rumeli Hisârı ile İstanbul’un Karadeniz’den ikmâl yolu tam kontrol altına alınmış oldu. Ayrıca Karadeniz kıyılarına yayılan Venedik kolonilerinin de Venedik ile irtibâtı kesilmiş oluyordu. İstanbul’un muhâsarasına kadar da her geçen gemi; yükü, kalkış ve varış iskeleleri gibi bilgileri ve geçiş rüsûmunu (geçiş vergisini) altın olarak vermeye mecbûr bırakılmış, vermeyenler batırılmıştır.
Askerî târihin kaydettiği ilk büyük ateşli silahlar ve toplarla bu orduyu, karşı konulamaz ve dayanılamaz bir kudret hâline getirmiş, İstanbul muhâsarasında donanmayı Beşiktaş’tan kara yolu ile Halîç’e indiren teknik bir dehâya, çeşitli muhâsara makinalarına ve seyyâr kulelere sâhib olmuştu.
Halîç üzerinde; Kâsımpaşa tarafından başlamak üzere, boş fıçılar üzerine kalaslar bağlatarak beş buçuk metre enindeki bir köprüyü Kâsımpaşa-Ayvansaray arasına inşâ ettirdi. Devrin en ağır toplarını döktürdü. O zamana kadar ateşli silahların atıştan sonra soğuması beklenirdi. Fâtih Sultan Mehmed, zeytinyağı döktürerek insanlık târihinde “yağla makina soğutmasını”, havan topunun balistik hesâplarını yaparak, plânını çizerek dik mermi yollu ilk silâhı keşfetti.
Fâtih, bu yüksek vasıfları ve üstün kuvvetiyle İstanbul fethine hazırlanırken, ona karşı dış düşmânları ve içerde şehzâdeleri kışkırtan Bizans, târihî fesat siyâsetinin son gayreti olarak bu sefer de şehzâde Orhân’ı Fâtih aleyhine kullanma teşebbüsüyle, genç Pâdişâh’a İstanbul seferinin meşrûluğunu ve zarûretini bir kere daha göstermiş oluyordu. [İnşâallah bu mevzûa devâm etmek istiyoruz.]