Salı, Ocak 14, 2025
Gazete Makaleleri

İslamiyette Amelî Mezheplerin Mahiyeti

İslâmiyet, hayâtın bütün safhalarını içine alan bir dindir. Bir insanın ömrü boyunca yapacağı iş ve hareketlerin İslâm dîninde mutlak sûrette bir hükmü vardır. Çünkü İslâmiyet, müslümanlardan her an ve her işlerinde Allahü teâlânın rızâsı üzere bulunmalarını istemektedir. Bu ise önce, îmânın ve îtikâdın doğruluğu ile olur. Böyle doğru bir îmân ve îtikâda sâhip olan bir müslüman, Ehl-i sünnet ve’l-cemâat yolundadır.
Ancak sâlih ve kâmil bir müslüman olmak için amelde de, yani her türlü iş ve harekette de Allahü teâlânın rızâsını gözetmek şarttır. Amel; iş, hareket demektir. İslâm dînindeki ibâdetler ve yapılması emr edilen veya yasaklanan işler, davranışlar amel esaslarıdır.

Amelî mezheplerin lüzumu
Amelî mezhepler, Ehl-i sünnet olan Müslümanlara, fiil ve işlerinde Allahü teâlânın râzı olduğu usül, yol ve şekli gösterirler.
Biliyoruz ki, Allahü teâlâ Kur’ân-ı kerîm’de insanlara îmân etmelerini emretmekte ve inananların da sâlih âmeller işleyerek rızâsını kazanmalarını istemektedir. Eshâb-ı kirâm (İlk Müslümanlar) îmân ettikten sonra, her işlerinde çok büyük bir hassâsiyetle, Allahü teâlânın rızâsını aradılar. Kur’ân-ı kerîm’de açıkça bildirilen emirleri (farzları) eksiksiz olarak ve hulûs-i kalble yerine getirdiler. Açıkça bildirilen yasaklardan (haramlardan) şiddetle kaçındılar.
Peygamber efendimiz, Kur’ân-ı kerîm’i, hadîs-i şerîfleriyle açıklayarak Allahü teâlânın âyetlerinin doğru anlaşılmasını temin etti. Eshâb-ı kirâm, Kur’ân-ı kerîm’den anlayamadıklarını, Peygamber efendimize gelip sorar, öğrenir ve işlerini ona göre yaparlardı. Kur’ân-ı kerîm’de açıkça bildirilmeyen hususlarda, Peygamber efendimiz nasıl yapıyorsa ve nasıl yapılmasını istiyorsa öylece tatbik ederlerdi.
Bu Resûlullah’a tâbi olmak, Eshâb-ı kirâmda öylesine yüksek bir seviyedeydi ki, Kur’ân-ı kerîm’e ve Resûlullah’ın sünnetine uymayan herhangi bir işi yapmaktan korkarlar, ürperirler ve şiddetle kaçınırlardı. Şâyet karşılarına, âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîfle açıkça bildirilmeyen bir iş çıkarsa, bu durumda kendileri ictihâd eder, bu işte Allahü teâlânın rızâsını araştırır ve bulduklarına göre amel ederlerdi.
Nitekim Peygamber efendimiz, uzak yerlere vâli ve kâdı (hâkim) olarak gönderdiği Eshâbına, Kur’ân-ı kerîm’de ve hadîs-i şerîfte hükmünü açıkça bulamadıkları herhangi bir mesele hakkında ictihâd etmelerini emir buyururdu.

En güzel örnek
Muâz bin Cebel’i, Yemen’e vâli olarak gönderirken aralarında geçen şu konuşma, buna en güzel bir misâl teşkil ediyor:
Peygamber efendimiz Muâz bin Cebel’e şöyle buyurdu:
“Ya Muâz! Karşına çıkan bir işte neye göre hüküm vereceksin?”
Muâz bin Cebel: “Allah’ın kitabı (Kur’ân-ı kerîm) ile, yâ Resûlallah!” diye cevâb verdi.
“Ya Kur’ân-ı kerîmde açıkça bulamazsan?” diye tekrar sorunca: “Resûlullah’ın sünneti ile” diye cevap verdi.
Tekrar: “Ya Resûlullah’ın sünnetinde de açıkça bulamazsan?” diye sorunca, Mûaz (r.a.): “O zaman ictihâd ederim yâ Resûlallah!” diye cevap verdi.
Bunun üzerine Peygamberimiz: “Resûlünün elçisini, kendi râzı olduğunda ve Resûlü râzı olduğunda muvaffak kılan Allah’a hamdolsun” buyurdu.

Sahabenin yüksekliği
Ayrıca, vahiyle bildirilmeyen işlerde, bizzat Resûlullah ve Eshâb-ı kirâm ictihâd ediyorlar, Eshâb-ı kirâmın ictihâdının bazen Resûlullahın ictihâdına uymadığı da oluyordu.
Eshâb-ı kirâmın hepsi müctehid idiler. Onlar din bilgilerini bizzat Resûlullah’tan aldılar. O’nu bizzat görmenin, onun sohbetinde bulunmanın kazandırdığı çok yüksek mânevî kemallere (olgunluklara, üstünlüklere) erdiler. Nefisleri mutmeinne olup, herbiri ihlâs, edeb, ilim ve irfanda, Eshâbdan olmayan hiçbir âlimin ve evliyânın sâhip olamayacağı üstünlüklere kavuştular. Her birinin hidayet yıldızları olduğu hadîs-i şerîfle bildirildi. Hepsinin îmânı, îtikâdı birdi. Haklarında nass (âyet ve hadîs) bulunmayan meselelerde ictihâd ettiler. Her biri, amelde mezhep sâhibiydiler. Çoğunun ictihâdlarından çıkardıkları hükümler birbirine benzerdi. İctihâdları toplanıp, kitaplara geçirilmediği için mezhepleri unutuldu. Bunun için bugün Eshâb-ı kirâmdan herhangi birinin mezhebine uymak mümkün değildir.
İslâmiyeti Eshâb-ı kirâmdan öğrenen Tâbiîn ve bunlardan öğrenen Tebe-i tâbiînden de din bilgilerinde yükselip, mutlak müctehidlik derecesine ulaşan büyük imâmlar yetişti. Bunlar da amelde mezhep sâhibiydiler ve her birinin ictihâdlarından meydana gelen hükümlere, o âlimin mezhebi denildi. Bu âlimlerden de çoğunun mezhebi kitaplara geçirilmediği için unutuldu. Yalnız dört büyük imâmın ictihâdları, talebeleri tarafından kitaplara geçirilerek muhâfaza edildi ve müslümanlar arasında yayıldı.
Yeryüzünde bulunan bütün müslümanlara doğru yolu gösteren ve İslâm dînini değişmekten, bozulmaktan koruyan bu dört imâmın birincisi İmâm-ı A’zam Ebû Hanîfe, ikincisi İmâm Mâlik bin Enes’tir. Üçüncüsü İmâm Muhammed bin İdris Şâfiî, dördüncüsü Ahmed bin Hanbel’dir.

Dört imâmın yolu…
Ehl-i sünnet îtikâdında olan bu dört imâmdan İmâm-ı A’zam’ın yoluna “Hanefî Mezhebi”, İmâm Mâlik’in yoluna “Mâlikî Mezhebi”, İmâm-ı Şâfiî’nin yoluna “Şâfiî mezhebi”, İmâm Ahmed bin Hanbel’in yoluna da “Hanbelî mezhebi” denilmiştir. Bugün bir müslümanın, Allahü teâlânın rızâsına uygun ibâdet-iş yapabilmesi, ancak bu dört mezhepten birine uyması ile mümkündür.
Her müslümanın, ictihâd yaparak Kur’ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîflerden hüküm çıkaracak büyük bir İslâm âlimi, yâni mutlak müctehid olması hem mümkün değildir, hem de hicrî dördüncü asırdan sonra böyle bir âlim yetişmemiştir. İnşallah bundan sonraki makalemizde de bu konu üzerinde durmak istiyoruz.