İslamiyette Amelî Mezheplerin Mahiyeti
İslâmiyet, hayâtın bütün
safhalarını içine alan bir dindir. Bir insanın ömrü boyunca yapacağı iş ve hareketlerin
İslâm dîninde mutlak sûrette bir hükmü vardır. Çünkü İslâmiyet, müslümanlardan
her an ve her işlerinde Allahü teâlânın rızâsı üzere bulunmalarını
istemektedir. Bu ise önce, îmânın ve îtikâdın doğruluğu ile olur. Böyle doğru
bir îmân ve îtikâda sâhip olan bir müslüman, Ehl-i sünnet ve’l-cemâat
yolundadır.
Ancak sâlih ve kâmil bir müslüman olmak için amelde de, yani her türlü iş ve
harekette de Allahü teâlânın rızâsını gözetmek şarttır. Amel; iş, hareket
demektir. İslâm dînindeki ibâdetler ve yapılması emr edilen veya yasaklanan
işler, davranışlar amel esaslarıdır.
Amelî mezheplerin lüzumu
Amelî mezhepler, Ehl-i sünnet olan Müslümanlara, fiil ve işlerinde Allahü
teâlânın râzı olduğu usül, yol ve şekli gösterirler.
Biliyoruz ki, Allahü teâlâ Kur’ân-ı kerîm’de insanlara îmân etmelerini
emretmekte ve inananların da sâlih âmeller işleyerek rızâsını kazanmalarını
istemektedir. Eshâb-ı kirâm (İlk Müslümanlar) îmân ettikten sonra, her
işlerinde çok büyük bir hassâsiyetle, Allahü teâlânın rızâsını aradılar.
Kur’ân-ı kerîm’de açıkça bildirilen emirleri (farzları) eksiksiz olarak ve
hulûs-i kalble yerine getirdiler. Açıkça bildirilen yasaklardan (haramlardan)
şiddetle kaçındılar.
Peygamber efendimiz, Kur’ân-ı kerîm’i, hadîs-i şerîfleriyle açıklayarak Allahü
teâlânın âyetlerinin doğru anlaşılmasını temin etti. Eshâb-ı kirâm, Kur’ân-ı
kerîm’den anlayamadıklarını, Peygamber efendimize gelip sorar, öğrenir ve
işlerini ona göre yaparlardı. Kur’ân-ı kerîm’de açıkça bildirilmeyen
hususlarda, Peygamber efendimiz nasıl yapıyorsa ve nasıl yapılmasını istiyorsa
öylece tatbik ederlerdi.
Bu Resûlullah’a tâbi olmak, Eshâb-ı kirâmda öylesine yüksek bir seviyedeydi ki,
Kur’ân-ı kerîm’e ve Resûlullah’ın sünnetine uymayan herhangi bir işi yapmaktan
korkarlar, ürperirler ve şiddetle kaçınırlardı. Şâyet karşılarına, âyet-i
kerîme ve hadîs-i şerîfle açıkça bildirilmeyen bir iş çıkarsa, bu durumda
kendileri ictihâd eder, bu işte Allahü teâlânın rızâsını araştırır ve
bulduklarına göre amel ederlerdi.
Nitekim Peygamber efendimiz, uzak yerlere vâli ve kâdı (hâkim) olarak
gönderdiği Eshâbına, Kur’ân-ı kerîm’de ve hadîs-i şerîfte hükmünü açıkça
bulamadıkları herhangi bir mesele hakkında ictihâd etmelerini emir buyururdu.
En güzel örnek
Muâz bin Cebel’i, Yemen’e vâli olarak gönderirken aralarında geçen şu konuşma,
buna en güzel bir misâl teşkil ediyor:
Peygamber efendimiz Muâz bin Cebel’e şöyle buyurdu:
“Ya Muâz! Karşına çıkan bir işte neye göre hüküm vereceksin?”
Muâz bin Cebel: “Allah’ın kitabı (Kur’ân-ı kerîm) ile, yâ Resûlallah!” diye
cevâb verdi.
“Ya Kur’ân-ı kerîmde açıkça bulamazsan?” diye tekrar sorunca: “Resûlullah’ın
sünneti ile” diye cevap verdi.
Tekrar: “Ya Resûlullah’ın sünnetinde de açıkça bulamazsan?” diye sorunca, Mûaz
(r.a.): “O zaman ictihâd ederim yâ Resûlallah!” diye cevap verdi.
Bunun üzerine Peygamberimiz: “Resûlünün elçisini, kendi râzı olduğunda ve
Resûlü râzı olduğunda muvaffak kılan Allah’a hamdolsun” buyurdu.
Sahabenin yüksekliği
Ayrıca, vahiyle bildirilmeyen işlerde, bizzat Resûlullah ve Eshâb-ı kirâm
ictihâd ediyorlar, Eshâb-ı kirâmın ictihâdının bazen Resûlullahın ictihâdına
uymadığı da oluyordu.
Eshâb-ı kirâmın hepsi müctehid idiler. Onlar din bilgilerini bizzat
Resûlullah’tan aldılar. O’nu bizzat görmenin, onun sohbetinde bulunmanın
kazandırdığı çok yüksek mânevî kemallere (olgunluklara, üstünlüklere) erdiler.
Nefisleri mutmeinne olup, herbiri ihlâs, edeb, ilim ve irfanda, Eshâbdan
olmayan hiçbir âlimin ve evliyânın sâhip olamayacağı üstünlüklere kavuştular.
Her birinin hidayet yıldızları olduğu hadîs-i şerîfle bildirildi. Hepsinin
îmânı, îtikâdı birdi. Haklarında nass (âyet ve hadîs) bulunmayan meselelerde
ictihâd ettiler. Her biri, amelde mezhep sâhibiydiler. Çoğunun ictihâdlarından
çıkardıkları hükümler birbirine benzerdi. İctihâdları toplanıp, kitaplara
geçirilmediği için mezhepleri unutuldu. Bunun için bugün Eshâb-ı kirâmdan
herhangi birinin mezhebine uymak mümkün değildir.
İslâmiyeti Eshâb-ı kirâmdan öğrenen Tâbiîn ve bunlardan öğrenen Tebe-i
tâbiînden de din bilgilerinde yükselip, mutlak müctehidlik derecesine ulaşan
büyük imâmlar yetişti. Bunlar da amelde mezhep sâhibiydiler ve her birinin
ictihâdlarından meydana gelen hükümlere, o âlimin mezhebi denildi. Bu
âlimlerden de çoğunun mezhebi kitaplara geçirilmediği için unutuldu. Yalnız
dört büyük imâmın ictihâdları, talebeleri tarafından kitaplara geçirilerek
muhâfaza edildi ve müslümanlar arasında yayıldı.
Yeryüzünde bulunan bütün müslümanlara doğru yolu gösteren ve İslâm dînini
değişmekten, bozulmaktan koruyan bu dört imâmın birincisi İmâm-ı A’zam Ebû
Hanîfe, ikincisi İmâm Mâlik bin Enes’tir. Üçüncüsü İmâm Muhammed bin İdris
Şâfiî, dördüncüsü Ahmed bin Hanbel’dir.
Dört imâmın yolu…
Ehl-i sünnet îtikâdında olan bu dört imâmdan İmâm-ı A’zam’ın yoluna “Hanefî
Mezhebi”, İmâm Mâlik’in yoluna “Mâlikî Mezhebi”, İmâm-ı Şâfiî’nin yoluna “Şâfiî
mezhebi”, İmâm Ahmed bin Hanbel’in yoluna da “Hanbelî mezhebi” denilmiştir.
Bugün bir müslümanın, Allahü teâlânın rızâsına uygun ibâdet-iş yapabilmesi,
ancak bu dört mezhepten birine uyması ile mümkündür.
Her müslümanın, ictihâd yaparak Kur’ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîflerden hüküm
çıkaracak büyük bir İslâm âlimi, yâni mutlak müctehid olması hem mümkün
değildir, hem de hicrî dördüncü asırdan sonra böyle bir âlim yetişmemiştir.
İnşallah bundan sonraki makalemizde de bu konu üzerinde durmak istiyoruz.