Cumartesi, Ekim 5, 2024
Gazete Makaleleri

Câmiler Haftası Münâsebetiyle

Bu sene, 01 Ekim’den itibâren “Câmiler Haftası” başlamış bulunmaktadır. Diyânet İşleri Başkanlığı, senelerden beri, “Kutlu Doğum Haftası”nda olduğu gibi “Câmiler Haftası”nda da bazı faâliyetler yapmaktadır. Biz de, birkaç seneden beri, Büyükçekmece, Avcılar, Çatalca Müftülükleri gibi bazı müftülüklerimizin davetleri üzerine bazı konferanslar vermekteyiz. Bu haftaki makalemizde, “Câmiler Haftası” münâsebetiyle, bir nebze,  “Câmi”, “Ma’bed”, “İbâdet” gibi terimlerden bahsetmek istiyoruz.

Câmi, Ma’bed ve İbâdet Terimleri                                                      

Genel olarak, ibâdet yapmak için toplanılan yerlere “mâbed” veya “ibâdethâne” denir. Bu iki kelime sözlükte, ibâdet yapmak için toplanılan yerler manâsına geliyorsa da, bir terim olarak   “mâbed”; bir inanca bağlı olanların, belirli zamanlarda topluca veya tek başına ibâdet ettikleri, özel olarak yapılan binâlar demektir. Nitekim müslümanların mâbedlerine “câmi”, “mescid”; yahûdîlerinkine “sinagog”, “havra”; hıristiyanların mâbedlerine de “kilise”, ”bîa”, “savmea” gibi isimler verilir.

Lüğatta “câmi”; toplayan, toplayıcı demektir. Müslümanların ibâdet yapmak için toplandıkları yerler câmilerdir. Şu halde câmiler, Allahü teâlâ’ya ibâdet etmek ve İslâmiyetin îcâplarını, emir ve yasaklarını öğretmek ve bunlara uyulmasını sağlamak için kullanılır.

Bunları belirttikten sonra, şimdi gelelim “ibâdet” kelimesinin lüğavî ve ıstılâhî ma’nâlarına:

Sözlükte, “kulluk etmek, tapmak, tapınmak” gibi ma’nâlara gelen “ibâdet”, İslâmiyette bir ıstılâh yani terim olarak, “bütün varlıkları yaratan Allahü teâlâ’ya karşı ta’zîmde bulunmak, saygı göstermek, O’nun emir ve yasaklarına uymak” demektir.

Tapınma Duygusu Ve İhtiyâcı

Önemine binâen, burada altını çizerek ifâde delim ki, tapınma duygusu ve ihtiyâcı, insanoğlunun rûhî yapısında tabîî olarak vardır. Târih boyunca gelmiş, geçmiş bütün insan topluluklarında görülen ortak özelliklerden biri de, kendi inançlarına göre bir tapınaklarının, ibâdet usûlü ve şekillerinin olmasıdır. Gerçekten yeryüzünün her yerinde yapılan kazılarda, eski insanların mâbedlerinin, ibâdet esâslarının izlerine rastlanıldığı gibi, bugün de dünyânın neresine gidilirse gidilsin, en muhteşem yapıların başında mâbetlerin geldiği ve buralarda insanların saygılı davrandıkları görülür.

İnsanlar, sâhip oldukları inancın koyduğu usûllere göre bu mâbetlere koşmakta, inandıkları varlığa tapınarak huzûr bulmaya, yeis (ümitsizlik), sıkıntı ve kederlerden kurtulmaya, ümit, neşe ve kuvvet kazanmaya çalışmaktadırlar. Bütün insanlarda ortak olan bu hâl, insanlığın, “kendilerinden üstün, dileklerini kabul edecek, onları korktuklarından koruyacak ve istediklerine kavuşturacak bir varlığa” inanma ve tapınma ihtiyâcının ifâdesidir. Bu ihtiyâç, o kadar kuvvetlidir ki, târih boyunca bütün diktatörler, zâlimler ve zulme dayalı rejimler bile, başka şeyleri ortadan kaldırabildikleri hâlde bunu yok edememiş, tebealarının dînlerini ortadan kaldıramamış, belki yerlerine başka inançlar ve tapınma şekilleri koyabilmişlerdir.

Târihte ve şimdi görülen, ateist (tanrısız) denilen insanlar da aslında tamâmen tapınma duygusundan yoksun değillerdir. Bunlar, bilhassa peygamberlerin bildirdikleri ilâhî dinlere inanmadıkları, bu dinlere ve inananlarına şiddetle düşman oldukları için “ateist” olarak vasıflandırılmaktadırlar. Ateistler de, iyi tahlil edilecek olursa, “madde”ye inanmakta ve onu ilâhlık mertebesine çıkarmaktadırlar. Madde hakkında sâhip oldukları inanç ve görüşler, onlar için bir din gibi mukaddes sayılmış ve maddenin hâkimiyeti karşısında takındıkları saygılı ve teslim olmuş hâlleri de tapınma şeklini almıştır. İnsan olarak ateistler de, aşağı ve bayağı bir şekilde, inanma – tapınma ihtiyâcını madde ile karşılayıp tatmin olmaya çalışmaktadırlar.

İnsanlık, bu inanma ve tapınma ihtiyâcını gidermek için târih boyunca pekçok çâreye başvurmuştur. Dünyaya gönderilen ilk insan ve ilk Peygamber olan Hazret-i Âdem’in ve daha sonra gelen diğer peygamberlerin bildirdikleri ilâhî dinlerden ve bu dinlerde emredilen ibâdetlerden ayrılan insanlar şaşkına dönmüşler, kendi elleriyle ortaya çıkardıkları inanç ve ibâdet boşluklarını doldurmak, düştükleri buhrân ve huzursuzluklardan kurtulmak için hayâlî şeylere, güneşe, aya, yıldızlara, rüzgâra, ateşe, şeytâna… ve bunların taştan, topraktan yapılmış sembollerine tapınmışlardır. Ortaya çıkarılan inanç ve ibâdet şekillerinin bir çoğu garip, gülünç ve saçmalıklarla dolu olurken, bâzıları da insanların diri diri yakılması, işkence ve eziyetler çektirilmesi, vahşî hayvanlara parçalattırılarak uydurdukları tanrılara kurbân edilmesi gibi zulüm ve vahşetlere veya türlü türlü ahlâksızlık ve rezilliklere bürünmüştür. Hattâ insan, varlığının en derin yerlerinden gelen bu ibâdet ihtiyâcını giderebilmek için, kendisi gibi bir insan olan ana ve babalarına, krallara, zâlim diktatörlere, büyücülere vs. tapınmış, her şeyiyle onlara kul ve köle olarak insanlık haysiyet ve şerefini hiçe sayıp hak ve hürriyetlerini kaybetmiştir.

Fakat insanların içine  düştükleri bu vahîm yanlışlık ve bayağı işler, her devir ve her yerde Allahü teâlâ’nın gönderdiği peygamberler (aleyhimü’s-selâm) ve hak dinler vâsıtasıyla düzeltilmiş, îmân ve ibâdette hak olan mâbûda (Allâh’a) yönelmeleri emredilmiştir.