Salı, Ocak 14, 2025
Makaleler

Yarından Sonra İnşâallah Kurbân Bayramını İdrâk Edeceğiz

Bu makâlemizde önce, bir nebze KURBÂN İBÂDETİ’nden bahsedelim:

Bilindiği üzere kurbân ibâdeti, dünyâya gönderilen ilk insan ve aynı zamanda ilk Peygamber olan Hz. Âdem’den beri bilinen ve yapılagelen bir ibâdettir.

Son İlâhî kitap olan Kur’ân-ı kerîmde Hac sûresinin 34. Âyet-i kerîmesinde meâlen şöyle buyurulmaktadır:

“Her ümmet için, Allah’ın kendilerine rızık olarak verdiği kurbânlık hayvânların üzerlerine O’nun adını anarak kurbân kesmeyi meşrû’ kıldık…”

Bazı ehliyetsiz ve konunun uzmanı olmayan kişilerin, zaman zaman, radyo ve televizyonlarda kurbân mevzûu ile alâkalı olarak gelişigüzel söyledikleri; kitap, dergi ve gazetelerde yazdıkları, nakle ve akl-ı selîme uymayan, indî söz ve yazılarına rastlıyoruz; tabîî ki bu kıymetsiz söz ve yazılara i’tibâr edilemez.

Kurbân ibâdeti, Kur’ân-ı kerîmde [Bakara Sûresi, 67-71, 196; Mâide Sûresi, 2, 27, 95, 97, 103; Hac Sûresi, 34, 36-37; Sâffât Sûresi, 102-107; Fetih Sûresi, 25; Kevser Sûresi, 2] muhtelif yönleriyle beyân buyurulmaktadır. Bu konuda, Peygamber Efendimizin de birçok hadis-i şerifleri vardır.

İslâm âlimleri de, gerek konuyla alâkalı âyet-i kerîme tefsîrlerinde ve hadîs-i şerîf  şerhlerinde, gerekse fıkıh  kitaplarında kurbân hakkında çok değerli bilgiler vermişlerdir. 14 asırdan beri de, kurbânla mükellef olan bütün müslümanlar bu ibâdeti yapagelmişlerdir.

Bakara 196; Mâide 2, 95, 97 ve Fetih 25’te hacda kesilen kurbânlar; Mâide sûresinin 27. âyetinde, Âdem aleyhisselâmın 2 oğlunun kestikleri kurbân, 103. âyetinde ise adak kurbânı; Hac suresinin 36-37. âyetlerinde umûmî olarak kurbân ibâdeti; Sâffât suresinin 102-107. âyetlerinde de Hz. İbrâhîm aleyhisselâm’ın kestiği kurbân zikrolunmuştur.

Kevser sûresinde ise, Peygamber Efendimize farz olan, fakat (Hanefî mezhebine göre) ümmetinden zengin olanlara ve diğer bazı şartları taşıyanlara vâcip kılınan, (Mâlikî, Şâfiî ve Hanbelî mezheplerine göre ise sünnet-i müekkede olan) kurbân beyân buyurulmaktadır.

KURBÂN İBÂDETİNİN EHEMMİYETİ VE KURBÂN KESMENİN FAZİLETİ

Kurbân nisâbına mâlik olan ve gerekli diğer şartları taşıyan [ya’nî âkıl, bâliğ, mukîm, hür olan zengin] bir müslümânın kurbân kesmesi vâciptir; zarûretsiz kurbân kesmemek günâhtır. “Kurbân”,davar [koyun, anası gibi gösterişli 6 aylık kuzu ve keçi], sığır [inek, dana, öküz, boğa, manda] veya deveyi, Kurbân Bayramının ilk üç gününde [Şâfiî mezhebinde 4. günde de kesmek câizdir], kurbân niyeti ile kesmek” demektir.

Hadîs-i şerîflerde buyuruldu ki:

“Sevâp umarak kurbân kesen, Cehennemden korunur.” [Taberânî]

“Hâli vakti yerinde olup da kurbân kesmeyen, namaz kıldığımız yere gelmesin.” [Hâkim] 

“Cimrilerin en kötüsü [vâcip iken] kurbân kesmeyendir.”

“Kurbân bayramında yapılan amellerden, Allahü teâlâ katında, kurbân kesmekten daha kıymetlisi yoktur. Daha kanı yere düşmeden, Allahü teâlâ, onu muhâfaza eder. Onunla nefsinizi tezkiye edin, onu seve seve kesin.” [Tirmizî]

“Kurbânlarınızı gönül hoşluğu ile kesin! Çünkü hiçbir müslümân yoktur ki, kurbânını kıbleye döndürüp kessin de, bunun kanı, boynuzu, yünü, her şeyi kıyâmette kendi mîzânına konan sevâbı olmasın.”[Deylemî]

“Kurbânın postunun her kılına ve her parçasına bir sevâp vardır.” [Hâkim]

“Yâ Fâtıma, kurbânının yanına git! Kesilirken orada bulun! Yere akacak ilk kan damlası ile, geçmiş günâhların affedilir.” [İbn-i Hibbân]

“Kurbânın derisindeki her tüy sayısınca size sevâp vardır. Kanının her damlası kadar mükâfât vardır. O sizin mîzânınıza konacaktır. Müjdeler olsun.” [İbn-i Mâce]

“Kesilen kurbân, Kıyâmette, etiyle, kanıyla 70 kat büyüyerek mîzâna konulur.” [İsfehânî]

“Kurbânlarınız, semiz olsun. Onlar, Sırâtta bineklerinizdir.” [Zâdü’l-mukvîn]

“Kurbânların en hayırlısı boynuzlu koçtur.” [İbn-i Mâce]

KURBÂN KESMİYEN KİMSENİN DURUMU

Hâli-vakti yerinde olan ve Allahü teâlânın emrine uyarak kurbân kesen, kendisini Cehennemden âzâd etmiş olur. İki hadîs-i şerîfte: “Hasîslerin [cimrilerin] en kötüsü, (kesmesi vâcib olduğu hâlde) kurbân kesmiyendir”, “Hâli vakti yerinde olup da kurbân kesmeyen, namaz kıldığımız yere gelmesin” [Hâkim]  buyuruldu.

Kurbân hayvânını fakîrlere veya hayır ve yardım cemiyetlerine diri olarak sadaka vermek kurbân olmaz. Kurbânlık hayvânı kesmek, kanını akıtmak şarttır.

PEYGAMBER EFENDİMİZİN İLK KILDIĞI BAYRAM NAMAZI, RAMAZAN BAYRAMI NAMAZIDIR

Bilindiği üzere, Peygamber Efendimizin ilk kıldığı Bayram namazı, Ramazan Bayramı namazıdır. Ramazan bayramında, erken kalkmak, namazdan önce tatlı, hurma veya şeker yemek, gusul abdesti almak, misvâk kullanmak, yeni ve temiz elbise giymek, fıtrayı namazdan önce vermek, câmiye giderken yolda, yavaş yavaş tekbîr okumak, güzel koku sürünmek, sevindiğini belli etmek müstehapdır.

Kurbân bayramında da, erken kalkmak, gusül abdesti almak, misvâk kullanmak, yeni ve temiz elbise giymek, bayram günü ilk olarak kurbân etinden yemek, câmiye giderken yolda, cehrî olarak tekbîr okumak, güzel koku sürünmek, sevindiğini belli etmek müstehapdır.

Bir hadîs-i şerîfte buyuruldu ki:

 Bayram günü sabâh vakti olduğu zamân, Allahü teâlâ meleklere emreder. Onlar yeryüzüne inerler. Sokak başlarını tutarlar. İnsanlar ve cinnîlerden başka bütün mahlûkâtın duyacağı bir sesle nidâ ederler. Derler ki:

– Ey ümmet-i Muhammed, kalkın! Allahü teâlâbüyük ihsânlarda bulunuyor, çok günâhlar affediyor.

Mü’minler bayram namazı kılmak üzere câmilere ve mescidlere toplandıkları zaman Allahü teâlâ meleklere hitâp eder:

– İşçi çalışınca karşılığı nedir?

Melekler derler ki:

– Ücretinin ödenmesidir!

Şânı yüce olan Allah buyurur ki:

Sizi şâhit tutuyorum ki, Ben onlara sevâb olarak rızâmı ve mağfiretimi verdim.

İSMAİL ALEYHİSSELÂM VE KURBÂN

Şimdi de, hepimizi duygulandıracak olan iki önemli sahneden bahsedeceğim: Sevgili Peygamberimizin “Ben, iki kurbânlığın oğluyum” şeklinde bir beyânı var. Şimdi, böyle buyurmasının sebeplerini açıklayalım:

İbrâhîm aleyhisselâm ateşte yanmaktan kurtulunca,

– Yâ Rabbî! Bana sâlihlerden bir çocuk ihsân buyur, diye duâ etti.

Allahü teâlâ, ona Hazret-i İsmâîl’i müjdeledi. Âyet-i kerîmede meâlen:

Biz de ona halîm bir oğul müjdeledik buyuruldu.

İbrâhîm aleyhisselâm, oğlu İsmâîl aleyhisselâmın doğumundan sonra, Allahü teâlânın emri ile, İsmâîl aleyhisselâmı ve annesi Hâcer vâlidemizi Mekke’ye bırakıp Şâm’a döndü. Zaman zaman gider, onları Mekke’de ziyâret ederdi.

Yüzünde, Muhammed aleyhisselâmın temiz babalardan temiz ve afîf analara geçip gelen nûru parlayan Hazret-i İsmâîl çok güzeldi. Bu sebepten İbrâhîm aleyhisselâmın, oğlu İsmâîl’e karşı muhabbeti fazla idi.

İsmâîl aleyhisselâm yedi yaşında iken, birgün İbrâhîm aleyhisselâm ibâdet ettiği mihrâbda, bu muhabbet içinde uyudu. Rü’yâsında oğlu İsmâîl ile otururken, bir melek gelip:

– Ben, Allahü teâlânın elçisiyim. Allahü teâlâ, bu oğlunu kurbân etmeni istiyor dedi.

İbrâhîm aleyhisselâm korku ile uyandı. “Rü’yâ Rahmânî midir, yoksa şeytânî midir?” diye tereddüt etti. O gün hep bu rü’yâyı düşündü. Onun için bugüne “Terviye” denildi. İkinci gece aynı rü’yâyı gördü. “Rahmânî” olduğunu anladı. Bu güne “Arefe” denildi. Üçüncü gece yine aynı rü’yâyı gördü. Artık Hak teâlânın emri olduğuna şüphesi kalmadı. Hanımı Hâcer’in yanına geldi:

– Ey Hâcer, benim gözümün nûru oğlum İsmâîl’i yıka, en iyi elbisesini giydir, saçını tara, onu dostuma götüreceğim dedi.

Sonra; Hazret-i İsmâîl’e dedi ki:

– Yanına iple bıçak al!

– Bunları ne yapacağız baba?

– Allah rızâsı için kurbân keseriz cevâbını verdi.

Yolda giderken, Hazret-i İsmâîl, babasına sordu:

– Nereye gidiyoruz?

– Dostuma.

– Evi nerededir?

– O, evden ve mekândan münezzehtir. Yer ve gök O’nun mülküdür.

– Babacağım! O bizimle oturup yemek yer mi?”

– O yemekten ve içmekten de münezzehtir.

O sırada şeytân, bir fırsatını bulup, yaşlı bir adam kıyâfetinde Hazret-i İbrâhîm’in hanımı Hâcer’in yanına geldi. Ona:

– İbrâhîm, oğlunu nereye götürdü?” deyince, Hazret-i Hâcer:

– Bir dostunu ziyârete diye cevap verdi. Şeytân:

– Hayır, onu kesmeye götürdü dedi.

Hâcer vâlidemiz:

– Baba, oğlunu boğazlamaz. Şefkat buna mânidir karşılığını verdi. Şeytân:

– Öyle zannederim ki, Allah emretmiştir deyince, Hazret-i Hâcer:

– Öyle ise Allahü teâlânın emrine uymak elbette lâzımdır. O’nun emrini, cân ü gönülden kabûl ederiz dedi.

Şeytân ondan yüz bulamayınca, yine aynı kıyâfette Hazret-i İsmâîl’in yanına geldi ve ona sordu:

– Baban seni nereye götürüyor biliyor musun?

– Dostunun ziyâretine.

– Vallahi seni öldürmeye götürüyor.

– Hiç babanın oğlunu öldürdüğünü gördün mü?

– Öyle zannederim ki, Allah emretmiştir.

– O emretti ise, cân ü gönülden râzıyım.

İsmâîl aleyhisselâm, ihtiyâr kılığındaki, Şeytândan sıkılmıştı. Çünkü ihtiyâr, İsmâîl aleyhisselâmı, babasına, dolayısıyla Cenâb-ı Hakk’a karşı isyâna teşvîk ediyordu. Bunun için babasına;

– Bu ihtiyâr beni râhatsız ediyor, kalbime vesvese vermek istiyor dedi.

İbrâhîm aleyhisselâm,

– Taş at! Yanından uzaklaşsın! buyurdu.

İsmâîl aleyhisselâm taş atarak Şeytânı yanından uzaklaştırdı. Bu sırada Minâ’da olduklarından hacıların Şeytân taşlamaları buradan kaldı.

Hazret-i İsmâîl’den de yüz bulamayan Şeytân, İbrâhîm aleyhisselâmın yanına sokularak:

– Ey İbrâhîm, sen yanlış hareket ediyorsun. Şeytân sana vesvese verdi. Sakın oğlunu boğazlama, sonra pişmân olursun. Ama fayda etmez dedi.

İbrâhîm aleyhisselâm onun Şeytân olduğunu anladı.

– Vallahi bu, Hak teâlânın emridir ve sen Şeytânsın. İbrâhîm’e ve akrabasına zarar yapamazsın! buyurdu.

Şeytân rezîl olup geri döndü. Nihayet Buseyr dağına vardıklarında göğün yedi katındaki melekler; “Sübhânallah! Bir peygamber, bir peygamberi boğazlamaya götürüyor” dediler.

Hazret-i İbrâhîm, oğluna dönüp:

– Ey oğlum! Rü’yâmda seni kurbân etmem emredildi. Buna ne dersin? dedi.

İsmâîl aleyhisselâm sordu:

– Babacığım! Hak teâlâ, beni boğazlamanı emretti mi?

– Evet evladım!

Hazret-i İsmâîl, babasının, “Evet” demesi üzerine, Rabbinin emriyle kurbân edileceğini, buna sabrederse, Hak teâlâ’nın rızâsına kavuşacağını anlayıp çok sevindi. Babası da, Onun bu sevincine sevindi:

– Evlâdım! Seni öldüreceğimi haber veriyorum, sen ise seviniyorsun!

– Babacığım nasıl sevinmiyeyim. Benim tek arzum, Allahü teâlâ’ya, O’nun rızâsı üzere kavuşmaktır. Böylece O’nun rahmet ve Cennetine de nâil olurum. Dünyanın ömrü müddetince eziyet çeksem, bu devlete kavuşmak çok zor. Şimdi ise bu devlete kolayca kavuşacağım. Babacığım, nasıl emir almışsan onu yap. Oğul fedâ eylemek senden, cân fedâ eylemek de bendendir. İşini çabuk bitir. Zîrâ cânım dosta kavuşmakta acele ediyor.

Babacığım, Nemrûd seni ateşe atınca sabrettin ve Hak teâlâ senden râzî oldu. Ben de boğazlanmaya sabredeceğim. O zaman belki Hak teâlâ, benden de râzî olur. Böylece Cennet ni’metlerine kavuşurum. Babacığım, kesilmek acısı bir anlık olup, ona sabretmek kolaydır. Benim asıl tasam, senden dolayıdır. Çünkü kendi elinle oğlunu boğazlayacaksın. Ömrün boyunca unutamadığın gibi, evlât hasreti de ölünceye kadar senden gitmeyecektir. Keşke daha önce haber verseydin de anneme vedâ edip, birbirimizin boynuna sarılıp ağlaşsaydık.

– Haber verince, senden veya annenden bir gevşeklik olur da azarlanırız diye korktum.

– Babacığım, senin rızândan başka murâdım yoktur ve senin gibi babanın hakkını ödemek, saâdetimin sermâyesidir. Kaldı ki, bu işte, Allahü teâlânın rızâsı ve emri vardır. [Bu konuda hadîs-i şerifler var.] Eğer izin verirsen, size söyleyecek birkaç vasıyetim var:

– Söyle, ey saâdetli oğlum.

– Birincisi; bu ip ile elimi ve ayağımı kuvvetlice bağla ki, cân acısı ile bir kusûr işlemeyeyim. İkincisi; mübârek eteğini topla ki, kanımdan sıçramasın. Üçüncüsü; bıçağı iyi bile ki, cân vermek kolay olsun ve senin işin iyi görülsün. Dördüncüsü; bıçağı vururken yüzüme bakıp da babalık şefkatiyle emri geciktirme. Beşincisi; gömleğimi çıkarıp boğazla ki, kan bulaşmasın. Sonra o gömleği anneme götür ve benden selâm söyle. Benim kokumu bu gömlekten alsın, ağlamasın, tesellî olsun. Benim için çok elem çekmesin. Ona; “Oğlun sana şefâatçi olarak Allahü teâlâya gitti. Kıyâmet gününde Cenâb-ı Haktan, senden başka bir şey istemez” de! Ümîd edilir ki, Hak teâlâ benim bu isteğimi reddeylemez. Altıncı vasiyetim; her nerede benim yaşımda bir çocuk görürsen beni hâtırla!

İbrâhîm aleyhisselâm, oğlunun yürek parçalayan bu sözlerini dinleyince, mübârek gözlerinden yaşlar boşandı ve çok ağladı.

İbrâhîm aleyhisselâm, oğlu İsmâîl aleyhisselâmı kurbân etmek üzere son hazırlığını yaptı. Bu esnâda İsmâîl aleyhisselâm ellerini kaldırıp;

– Yâ Rabbî! Bana sabır ver! diye niyâzda bulunduktan sonra, babasına dönüp;

– Babacığım! Görüyor musun? Gök kapıları açılmış, bazı melekler bize bakıp hayretlerinden, Cenâb-ı Hakk’a secde etmişler. Bazıları da Hak teâlâ’ya münâcât edip; “Yâ Rabbî! Bir peygamber bir peygambere bıçak çekmiş, başı ucunda duruyor. Senin rızânı gözetmek için onu boğazlamak istiyor. Sen onlara merhamet eyle” diyorlar dedi.

Daha sonra İbrâhîm aleyhisselâm oğlunu güzelce bağladı, yüzükoyun yatırıp, boğazını tuttu ve;

– Yâ Rabbî! Bu benim oğlum, gözümün nûru, gönlümün sürûrudur. Kurbân etmemi emrettin. Şu anda emrini yapmak için hâlis niyetle geldim. Kurbân etmeye hâzırım. Sana hamd ve senâ ederim. Yâ Rabbî! Bu kıymetli yavrumu kurbân etmekte bana sabır ver dedi.

Sonra bıçağı oğlunun boynuna yaklaştırdı ve son olarak;

– Ey yavrum! Kıyâmete kadar sana vedâ olsun. Tekrâr görüşmek, Kıyâmet günü olur dedi.

Bu arada İsmâîl aleyhisselâm;

– Ey babacığım! Acele et. Rabbimizin emrini çabuk yerine getir. Emri yapmakta geciktiğimiz için, Rabbimizin bizi azarlamasından korkuyorum. Babacığım, artık elimi ve ayağımı çöz, melekler, kendi isteğimle kurbân olduğumu görsünler ve Halîl’in oğlunun, Allahü teâlâ’nın işinden râzî olduğunu bilsinler dedi.

İbrâhîm aleyhisselâm, bu söz üzerine ellerini çözüp bıçağı boğazına dayayınca, İsmâîl aleyhisselâm güldü.

– Ey oğlum, bu halde iken niçin güldün? diye sordu

– Babacığım, bıçakta “Bismillâhirrahmâhnirrahîm” yazılı olduğunu görüyorum. Üzerinde Dostun ismi yazılı olan bıçak, nasıl keser? diye cevap verdi.

İbrâhîm aleyhisselâm, Hak teâlâ’nın ismini zikrederek bütün gücüyle bıçağı oğlunun boynuna çaldı. O anda Hak teâlâ, Cebrâîl’e emrederek;

– Yetiş! Bıçağı çevir! buyurdu.

O da, Sidretü’l-müntehâ’dan bir anda gelip, bıçağı ters çevirdi. Bıçak kesmedi. Bir daha çaldı, yine kesmedi ve ne kadar uğraştı ise, kâr etmedi.

İsmâîl aleyhisselâm;

– Babacığım! Ne kadar şefkatlisin, bıçağı kuvvetli vuramıyorsun. Yüzüme bakma, böylece hizmette kusûr etmezsin dedi.

Hazret-i İbrâhîm, bıçağı tekrâr biledi ve oğlunun boğazına daha kuvvetli çaldı. Yine kesmedi. İsmâîl aleyhisselâm;

– Babacığım, bıçağın ucunu şâh damarıma bastır! deyince, öyle yaptı ve diziyle de bastırdı. Bıçak iki kat olmasına rağmen boynuna izi bile çıkmadı. İbrâhîm aleyhisselâm, üzülüp bıçağı taşa çalınca, taş ikiye bölündü. Bıçak dile gelip sordu:

– Ey İbrâhîm! Nemrûd seni ateşe attığı vakit, seni niçin yakmadı?

– Hak teâlâ, yakma diye emreylediği için,

– Ey İbrâhîm! Hak teâlâ ateşe bir kerre “Yakma” diye emreylediyse, bana yetmiş defa “kesme, kesme” diye emreyledi.

O anda Allahü teâlâdan vahiy geldi:

– Yâ İbrâhîm, elbette sen rü’yânı tasdîk ettin. Sana düşen vazîfeni tâm olarak yaptın. Şimdi sıra bende. Lütuf ve keremimi görmek için şu dağa bak!

İbrâhîm aleyhisselâm, dağa bakınca, Cennetten gelmiş eşsiz güzellikte bir koç gördü. Allahü teâlâ buyurdu:

– Bu senin oğluna fedâdır.

Cebrâîl aleyhisselâm koçu getirirken, “Allahü ekber”, İbrâhîm aleyhisselâm da koçu yakalarken, “Lâ ilâhe illallâhü vallâhü ekber”, İsmail aleyhisselâm da, “Allahü ekber ve lillâhil-hamd” dedi. Böylece, bayram tekbîri meydana geldi:

“Allahü ekber. Allahü ekber. Lâ ilâhe illallâhü vallâhü ekber, Allahü ekber ve lillâhil- hamd.”

Sonra, İsmâîl aleyhisselâm yerine, bu koç kurbân edildi. Bu koçun boynuzları, Abdullah bin Zübeyr zamanına kadar Kâ’be-i muazzamanın duvarında asılı idi. Sonra orada çıkan bir yangında bunlar da yandı.

Bu koçun kurbân edildiği yer, Minâ olduğu için, hâcılar kurbânlarını burada kesmektedirler.

Şimdi gelelim İKİNCİ KURBÂN OLAYI’na:

Peygamberimizin dedesi Abdülmuttalib bir rü’yâ görmüştü. Rü’yâsında:

– Kalk! Zemzem kuyusunu kaz! diye emredilince, oğlu Hâris ile beraber, kendisine işâret edilen Kâ’benin yakınındaki yeri kazmaya başladılar.

Önceleri bu işle pek ilgilenmiyen Kureyşliler, Zemzem kuyusunun açıldığını görünce, hak talep ettiler ve dediler ki:

– Bu bizim dedelerimizin kuyusudur. Burada bizim de hakkımız var. Eğer bizim teklîfimizi kabûl etmezsen, bizimle başa çıkamazsın! Çünkü senin bir tek oğlun var.

Abdülmuttalip, tamâmen kendi hakkı olan kuyuya, başkalarının da ortak olmak istemelerine üzüldü. Ama gerçekten de onlarla mücâdele edecek, hakkını savunacak durumda değildi. Bu duruma çok üzülüp içi burkulunca, Cenâb-ı Hakk’a şöyle yalvardı:

– Yâ Rabbî! Bana on çocuk ihsân eyle! Eğer bu duâmı kabûl edersen, içlerinden birini Kâ’bede sana kurbân edeceğim.

Allahü teâlâ, onun duâsını kabûl etti ve on oğlu oldu. Bu on oğlundan birinin adı Abdullah’tı. Oğullarından en çok bu Abdullah’ı seviyordu. Onda diğerlerine göre çok farklılık vardı. Zemzem kuyusunu bulduktan ve zaman içerisinde on oğlu olduktan sonra Abdülmuttalib’in şânı ve şöhreti iyice artmıştı.

Bir gece Abdülmuttalib’e rü’yâsında şöyle bir îkâz yapıldı:

– Ey Abdülmuttalib, adağını yerine getir!

Abdülmuttalib seneler önceki adağını unutmuştu. “Adağını yerine getir” diye îkâz edilince, sabâhleyin hemen bir koç kesti. Ertesi gece yine îkâz edildi:

– Ondan daha büyük kurbân kes!

Bu defa da bir sığır kurbân etti. Yine îkâz edildi:

– Daha büyüğünü kes!

Bu defa da bir deve kurbân etti. Fakat îkâz yine devam ediyordu. Bunun üzerine rü’yâda sordu:

– Bundan daha büyüğü ne olabilir, ne kesmeliyim?

O zaman kendisine şöyle cevâp verildi:

– Hâtırlarsın, seneler önce oğullarından birini kurbân etmeyi adamıştın. Bu adağını yerine getir!

Adağını hâtırlayan Abdülmuttalib, ertesi gün çocuklarını topladı. Kendilerine durumu anlattı. Hiçbiri i’tirâz etmedi.

– Memnûniyetle; hangimizi istersen kurbân edebilirsin dediler.

Abdülmuttalib, kurbân edeceği oğlunu kur’a ile tesbit etmek istedi. Ama kur’a, en çok sevdiği oğlu Abdullah’a isâbet etti. Fakat söz vermişti; adağını yerine getirmeliydi. Keskin bir bıçak ile beraber oğlu Abdullah’ı alıp Kâ’be-i şerîfenin yanına geldi.

Bu hâdiseyi duyan Kureyşliler, hemen onun yanına koşup dediler ki:

– Biz, bu işe aslâ râzî değiliz. Eğer sen bu işi yaparsan, bu, âdet hâline gelir. Herkes, oğlunu kurbân etmek zorunda kalır. Buna başka bir çâre bulalım.

Sonra şöyle bir çâre bulundu: Develer ve oğulları arasında kur’a çekilecekti.   O zaman Kureyş’te insan diyeti on deve idi. Oğullarına isâbet ettiği müddetçe her def’asında on deve ilâve edilerek, kur’a, develere çıkıncaya kadar buna devâm edilecekti.

Kur’aya başlandı. Fakat çekilen her kur’a, Abdullah’a isâbet ediyordu. Her def’asında on ilâve edilerek devâm ediliyordu. Onuncu kur’ada deve sayısı yüz olunca, kur’a develere çıktı.

Hemen yüz deve kurbân edildi. Abdülmuttalib, oğullarından hiç birine,  bu etlerden hiçbir şey vermeden tamâmını fakîrlere dağıttı.

İsmâîl aleyhisselâmın, kurbân edilmekten kurtulma hâdisesinden sonra, ikinci evlâd kurbân edilmeme hâdisesi de bu olmuş oldu.

İşte, Peygamber Efendimizin soyu İsmâîl aleyhisselâma dayandığı için, “Ben, iki kurbânlığın oğluyum” buyururdu. Hazret-i İsmâîl, Peygamberimizin büyük dedelerinden, Hazret-i Abdullah da babasıdır.

BAYRAMLARIN BİZLERE KAZANDIRDIKLARI

İnşâallah yarından sonra [Pazar günü], iki dînî bayramımızdan ikincisi olan kurbân bayramını idrâk etmekle şerefleneceğiz. Müslümânlar, bayram günlerine ayrı bir önem verirler. Zîrâ bu günler, rahmet kapılarının açıldığı, günâhların affedildiği, birlik ve berâberlik duygularının pekiştirildiği, yoksulların sevindirildiği günler olması bakımından sevinç ve neş’e kaynağıdırlar.

Şüphe yok ki, dînî bayramlarımızın cemiyet hayatımızda çok özel yerleri vardır. Şöyle ki: 1- Sevgili Peygamberimiz: “Ramazân bayramı, Kurbân bayramı ve teşrîk günleri, biz ehl-i İslâmın bayramlarıdır; bugünler yeme ve içme günleridir” ve “Ramazân bayramında namâz ve sadaka-i fıtır, Kurbân bayramında ise, namâz ve kurbân vardır” buyurmuşlardır.

Ramazân bayramında fakîrlere sadaka-ı fıtır verilmesi; kurbân bayramında ise, akrabâya ve komşulara kurbân etinden dağıtılması ne kadar hikmetli işlerdir.

2- Yine belirtelim ki Allahü teâlâ, kullarına çok acıdığı için bazı gecelere, günlere ve aylara kıymet vermiş, bu zamanlarda yapılan duâ, tevbe, namaz, oruç, sadaka-i fıtır, kurbân gibi muhtelif bedenî ve mâlî ibâdetleri kabûl edeceğini bildirmiştir.

Aslında kulların çok ibâdet yapmaları, duâ ve tevbe etmeleri için böyle gece, gün ve aylar birer sebep kılınmıştır.

3- Bayram sabâhında, çocuklar, gençler, olgunlar ve yaşlılar grup grup câmilere doluşurlar, büyük bir huşû içerisinde sabâh ve bayram namazlarını edâ ederler.

4- Bayram namazından sonra bütün müslümânlar birbirlerinin bayramlarını tebrîk ederler. Bu sâyede aralarında muazzam bir muhabbet meydâna gelir.

5- Daha sonra âile büyükleri, eş-dost, akrabâ ve komşular ziyâret edilerek, büyüklerin elleri öpülüp duâları alınır. Böylece bayramlar sevgi ve saygının artmasına vesîle olur.

6- Yine dînî bayramlarımızdaki güzel âdetlerimizden biri de, yetîmler, fakîrler, garîpler ve çocukların sevindirilmesi, yardıma muhtâç kimselere yardım ellerinin uzatılması, ictimâî yardımlaşma ve dayanışmanın tezâhür etmesidir.

7- Dînî bayramlar, milletimizin birlik-berâberliğine ve dargınların-küskünlerin barışmalarına vesîle olduğu gibi, ölülerimizin bile sevinmelerine sebep olmaktadır. Çünkü bayramlarda kabirler ziyâret edilmekte, mevtânın [ölülerimizin] rûhlarına Fâtiha-i şerîfe, İhlâs-ı şerîf, diğer sûre ve duâlar gönderilmektedir.

8- Bütün dünyâda dîn ve diyânetlerini, ırz ve nâmûslarını, vatan ve memleketlerini, can ve mallarını müdâfaa ederken şehîd düşen, bayrama yetişemeyen müslümânlar da unutulmamakta, onlar için de Kur’ân-ı kerîm okunup rûhlarına gönderilmektedir.

9- Bayram gün ve geceleri mübârek zamanlardan olduğu için, gâzî, mecrûh olan, dul ve yetîm kalan çocuk, genç ve ihtiyâr bütün müslümânlara da duâ edilmektedir.

[Allahü teâlâ, bu bayramın, milletimiz ve memleketimize, İslâm âlemine ve bütün insanlığa nice hayırlara vesîle olmasını nasip buyursun.]