Perşembe, Şubat 13, 2025
Makaleler

Kurban Bayramının Yaklaşması Münâsebetiyle

Takvîmlere göre, bugün [28 Ekim 2012 Cuma günü], hirî-kamerî ayların onikincisi ve hac aylarının sonuncusu olan Zil-hicce ayı (01 Zil-hicce 1432)  girdi. Bu ay, hem “el-Eşhüru’l-hurum” denilen “harâm aylar”ın, hem de “eşhüru’l-hac” denilen “hac ayları”nın üçüncüsüdür.

Bilindiği üzere, bazı zamanlar benzerlerine nazaran çok daha kudsî, mukaddes ve mübârektir. Allahü teâlâ, kullarına çok merhamet-şefkat ettiği, acıdığı için, bazı gecelere, günlere ve aylara husûsî kıymet vermiş; bu gece, gün ve aylardaki, duâ, tevbe, namaz, oruç, sadaka, kurbân, hac ve umre gibi ibâdetleri kabûl edeceğini bildirmiştir. Kullarının çok ibâdet yapmaları, duâ ve tevbe etmeleri için böyle gece, gün ve ayları birer sebep kılmıştır. [Böyle gün ve geceleri ihyâ etmeli ve bunlara saygı göstermelidir. Saygı göstermek ise, harâm işlememekle olur.]

Dînî bayramlarımızdan birincisi olan Ramazân Bayramını, 30-31 Ağustos ve 01 Eylül 2011 (01-03 Şevvâl-i şerîf 1432) Salı-Çarşamba-Perşembe günlerinde idrâk etmiştik. Kurbân bayramı ise,dînî bayramlarımızdan ikincisi. Takvîmlere göre, 06 Kasım 2012 / 10 Zil-hicce 1432 Pazar günü, inşâallah, bu senenin “Kurbân Bayramı”nı da idrâkle şerefleneceğiz; bayram Pazartesi, Salı ve Çarşamba günlerinde de devâm edecek.

Bilindiği üzere, bayram günleri, günâhların affedildiği, birlik ve berâberlik duygularının pekiştirildiği, ihtiyaç sahiplerinin sevindirildiği günlerdir.

MÜ’MİNLER KARDEŞTİRLER

Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîmde, “Mü’minler ancak kardeştirler…” [Hucurât,10] buyurarak mü’minlerin kardeş olduklarını i’lân etmiştir. Bundan dolayı mukaddes dînimiz İslâmiyet, bütün müslümânları tek bir vücut gibi kabûl etmiş, müslümânların birbirlerinin dertleri ile ilgilenmelerini istemiştir.

Sevgili Peygamberimiz bu konuda: “Mü’minlerin birbirlerini sevme ve birbirlerine acıyıp meyletmedeki misâli vücûd misâlidir. Vücuttan bir uzuv şikâyetlenince, vücûdun diğer organları uykusuzluğa ve sıtmaya ma’rûz kalmak sûretiyle ona iştirâk ederler” buyurmuştur.

Peygamber Efendimiz yine, “Yanıbaşında komşusu aç olduğu hâlde tok yaşayan, [kâmil] mü’min değildir  buyurarak, müslümânın, komşusuyla ilgilenmesinin önemini açık bir şekilde ortaya koymuştur.

Peygamberimizin mübârek hanımı Hazret-i Âişe (radıyallahü anhâ) da: “Allahü teâlânın Resûlü, üç gün peşpeşe karnını doyurmamıştır; isteseydi doyururdu. Lâkin o, yoksulları doyurup kendisi aç kalmayı tercîh ederdi” buyuruyor.

Hazret-i Ömer’in (radıyallahü anh) halîfeliği zamanında, dokuz ay süren bir kıtlık olmuştu. Hazret-i Ömer, “ihtiyâç sâhipleri bize gelsin” diye halka duyuru yapmış; kendisi de, müslümânlar bolluğa kavuşuncaya kadar, sâdece ekmekle zeytin yağı yiyeceğine, bundan başka katık yemeyeceğine dâir yemîn etmişti.

Bizim için, uyulması zarûrî en güzel örnek olan Sevgili Peygamberimiz, insanların en cömerdi idi. Onun ahlâk ve fazîlet dolu yaşayışını örnek alan müslümânlar da aynı davranışları sergilemek durumundadırlar.

Gerek bedenî, gerek mâlî ibâdetlerin faydaları, sâdece fertlerle sınırlı değildir. Bazı ibâdetler toplum âhengini, düzenini önemli ölçüde etkiler. Meselâ cemâatle kılınan namâzların, sosyal ilişkiler açısından ne kadar önemli etkisi olduğunu kimse inkâr edemez.

Oruçta da bu özellik çok bâriz (belirgin) bir şekilde gözlemlenir. Ramazân ayının manevî atmosferi içinde yapılan her türlü sadaka ve maddî yardımlaşmanın da, nice bunalmış insanların sıkıntı ve problemlerine çözüm ve râhatlık sağladığı herkesin bildiği bir gerçektir.

Zekât, sadaka-ı fıtır ve kurbânda, bunlara ilâveten sosyo-ekonomik dengeleri olumlu yönde etkileyen çok hikmetli özellikler vardır.

Allahü teâlâ, insanların îmân etmelerini, kardeşçe yaşamalarını, sevişmelerini, birbirlerine yardımcı olmalarını istemiş ve bunları emretmiştir. İnanan insanların da kardeş olduklarını i’lân etmiştir.

Herşeyden önce, i’tikâdı düzeltmelidir. Ehl-i Sünnet âlimlerinin bildirdikleri i’tikâdı öğrenmek ve buna göre inanmak lâzımdır. İ’tikâd düzgün olmazsa, tutulan oruçların, yapılan diğer ibâdetlerin bir fâidesi olmaz. Çünkü, i’tikâdı bozuk olanların, muhakkak Cehenneme gidecekleri hadîs-i şerîfte bildirilmiştir. Bunun için, Ehl-i Sünnet âlimlerinin yazdıkları ilmihâl kitaplarını alıp okumalı, doğru îmânı, harâm ve helâl olan şeyleri öğrenmeli, bütün ibâdetleri bunlara göre yapmaya çalışmalı, harâmlardan da sakınmalıdır. Kıymetli zamânlarda bu bilgileri okumak, öğrenmek, nâfile namâzdan ve diğer bütün nâfile ibâdetlerden çok daha kıymetlidir.

Böyle geceleri-günleri ve ayları, âhıreti kazanmak için bir fırsat bilip, elden geldiği kadar ibâdet etmeli, Allahü teâlânın râzı olduğu bütün işleri yapmalıdır. Allahü teâlânın gazabına sebep olabilecek bütün kötülüklerden, harâmlardan sakınmak, îmân, ibâdet bilgilerini, harâmları öğrenmek, kul haklarından sakınmak, varsa helâlleşmek, günâhlardan tevbe etmek lâzımdır.

Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı kerîminde buyuruyor ki:

“Siz, insanlar için, [ya’nî insanların iyiliği için] ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz; [ya’nî ümmetlerin en hayırlısı olmak üzere yaratıldınız.] İyiliği, doğruluğu emreder; kötülükten, fenâlıktan men’eder ve Allah’a inanırsınız…” (Âl-i İmrân, 110 )

Kâinâtın Efendisi SevgiliPeygamberimiz de hadis-i şeriflerinde buyurmuştur ki:

“İnsanların arasına karışan, onların ezâ ve cefâsına katlanan mü’min, insanların arasına girmeyen ve onların baskılarına katlanmayan mü’minden daha fazîletlidir.” (Suyûtî, el-Câmiu’s-Sağîr, II, 282)

“Kavmin efendisi, onlara hizmet edendir.”

“İnsanların hayırlısı [en iyisi], insanlara faydalı olandır.”

HİCRETİN İKİNCİ YILINDA GELEN BAZI EMİRLER

Bilindiği gibi, hicretin ikinci yılında, müdâfaa için cihâda izin verildi; müslümânların kıblesi Kâ’be-i şerîfe oldu. Yine hicretin 2. senesinde, oruç farz oldu; Ramazân ayında, terâvîh namâzı kılınmaya başlandı ve sadaka-i fıtır vermek vâcip oldu; zekât vermek de farz oldu. Yine o senenin Zilhicce ayında, Kurban kesmek ve bayram namazı kılmak vâcip oldu.

Burada ifâde edelim ki,müslümânlar, her yıl, “Ramazân ayı”nda ve “Arefe günü”nde günâhları afv edildiği için sevinirler, sürûrları avdet eder. Bundan dolayı Arapça’da  bayrama “îd” denilmiştir.

Dînimize göre, bayram ikidir. Birincisi, Arabî aylardan Şevvâl ayının birinci günü “Ramazân bayramı”; ikincisi, Zilhicce ayının onuncu günü “Kurbân bayramı”dır. Bildiğimiz gibi, Ramazan bayramı üç gün, Kurban bayramı ise dört gündür.

Peygamber Efendimiz, Mekke-i mükerreme’den Medîne-i münevvere’ye hicret edince, Medînelilerin Câhiliye âdetlerinden kalma bayramları kutladıklarını gördü ve onları îkâz etti; “Allahü teâlâ, size onlardan daha hayırlı iki bayramı (Ramazân ve Kurbân Bayramlarını) ihsân etti” buyurdu.

Müslümânlar, bayram günlerine ayrı bir önem verirler. Zîrâ bu günler, az evvel de ifâde ettiğimiz gibi, rahmet kapılarının açıldığı, günâhların affedildiği, birlik ve berâberlik duygularının pekiştirildiği, yoksulların sevindirildiği günler olması bakımından sevinç ve neş’e kaynağıdırlar. Hadîs-i şerîfte buyuruldu ki: “Rahmet kapıları dört gecede açılır. O gecelerde yapılan duâ, tövbe reddolmaz. Fıtr (yanî Ramazân) ve Kurbân bayramının birinci geceleri, Şâban ayının on beşinci (ya’nî Berât) gecesi ve Arefe gecesi.”

[Kadir gecesi, birçok hadîs-i şerîfte bildirildiği için burada da bildirilmeğe lüzûm görülmemiştir. Meselâ diğer bir hadis-i şerifte buyuruldu ki: “Allah, Kadir gecesini, ümmetime hediye etmiş, ondan önce kimselere vermemiştir.” (Deylemî)]

YÜCE ALLAH’IN, İNSANLARA VERDİĞİ Nİ’METLER SAYILAMIYACAK KADAR ÇOKTUR

Bütün kâinâtı, canlı-cansız her varlığı, en mükemmel bir nizâm ve intizâm üzere yaratan ve onları her ân varlıkta durduran Allahü teâlâ,  şu uçsuz-bucaksız olarak gördüğümüz koca “kâinât”ta, sâdece “dünyâ”nın insanlarla meskûn olmasını irâde etmiş, “ilk insan” olarak “Hazret-i Âdem”i bu dünyaya göndermiş ve onu aynı zamanda “ilk Peygamber” kılmıştır. [Binâenaleyh insanların atası maymun değildir; başka gezeğenlerde insanlık hayâtı yoktur ve insanlık vahşet üzere değil, medeniyet üzere başlamıştır.]

Şüphesiz kiCenâb-ı Hak, yarattığı şu mükemmel âlemle, kendi varlığını belli ettiği gibi, kullarına çok merhamet ve şefkat ettiği, acıdığı için, var olduğunu ayrıca “Peygamber”leri vâsıtasıyla da bildirmiştir.

“İlk Peygamber” Âdem aleyhisselâmdan başlayarak, “son Peygamber” olan Sevgili Peygamberimize gelinceye kadar her asırda, dünyânın her tarafındaki insanlar arasından en iyi, en üstün olarak seçtiği bir zâta (“Peygamber”e), “melek”le [“Cebrâîl” aleyhisselâm’la] haber göndererek, kendi varlığını, isimlerini ve sıfatlarını bildirmiştir.

Yüce Allah, insanlara muhtâc oldukları her türlü ni’meti de lutfetmiştir. Bu ni’metler sayılamıyacak kadar çoktur. Bu konuda 2 âyet-i kerîme vardır:

“O size istediğiniz her şeyden verdi. Allah’ın ni’met[ler]ini sayacak olsanız sayamazsınız. Doğrusu insan çok zâlim, çok nankördür!” [İbrâhîm, 34]

“Hâlbuki Allah’ın ni’met[ler]ini teker teker saymaya kalkışsanız, onları sayamazsınız. Muhakkak ki Allah çok bağışlayıcıdır, çok merhametlidir.” [Nahil, 18]

GENEL OLARAK SADAKA VERMENİN ÖNEMİ

Mübârek Bayram vesîlesiyle, bir nebze, sadaka vermenin öneminden bahsedelim: Mukaddes dînimiz İslâmiyette, ihsân ve infâk etme, mâlını hayırda, hak yolda harcama, çeşitli şekillerde medh ve tavsiye edilmektedir. Şimdi burada “Sadaka”nın bir ta’rîfini yapalım: Sözlüklerde “Sadaka”: “Allahü teâlânın rızâsını kazanmak niyetiyle ve karşılık beklemeden, muhtâc olanlara, fakîrlere hibe edilen mâl, para ve her türlü iyilikte, ihsânda bulunma” ma’nâsına geldiği gibi, “Zekât” ve  “Ganîmet” ma’nâlarında da kullanılmaktadır.

Yapıldıktan sonra sevâbı devâm eden hayırlı, iyi işlere, devâmlı hayra sebep olan sadakaya “sadaka-i câriye” denilir.

Büyük âlim Seyyid Abdülhakîm Arvâsî (rahmetullahi aleyh): “Sadaka; belâları önler, ömrü uzatır, bedene sıhhat verir, malı arttırır” buyurmuştur.

Evliyânın gözbebeklerinden İmâm-ı Rabbânî (kuddise sirruh) de: “Ölüler için duâ ve istiğfâr ederek ve onlar için sadaka vererek, imdâdlarına yetişmek lâzımdır” buyurmuştur.

Kur’ân-ı kerîmde meâlen buyuruluyor ki: “Allah, ihsân edenleri sever.” [Âl-i İmrân, 134, 148; Mâide 13, 93]

“Allah, muhsinler(ihsân edenler)in ecrini zâyi’ etmez.” [Tevbe, 120; Hûd, 115]

“İhsân edenlere, Allahü teâlânın rahmeti elbette çok yakındır.” [A’râf, 56]

“Allahü teâlâ, ihsân edenlerle beraberdir.” [Ankebût, 69]

“Allah, adâleti, ihsânı ve akrabâya vermeyi emreder…” [Nahl, 90]

“…Allah, sana ihsân ettiği gibi, sen de [başkalarına] ihsânda bulun.” [Kasas, 77]

“İhsânın [iyiliğin] karşılığı ancak ihsân olur.” [Rahmân, 60]

“İhsân edenleri müjdele.” [Hac, 37]

“Ana-babaya ihsân edin.” [Nisâ, 36; En’âm, 151; İsrâ, 23]

Kur’ân-ı kerîmde, Hazret-i Yûsuf ve Hazret-i Mûsâ’ya verilen ni’metler bildirildikten sonra buyuruluyor ki: “İhsân edenleri, işte biz böyle mükâfâtlandırırız.” [Yûsuf, 22; Kasas, 14]

ŞEYTÂN, İNSÂNIN DÜŞMÂNIDIR

Şeytân, insânın düşmânıdır; onun mâlını hayra harcamasına mâni’ olmak ister. Şeytânın vesvesesine aldanmayıp Allahü teâlânın va’dine koşmalıdır. Şeytân, insana, ya mâlını isrâf ettirerek boşa gitmesini sağlar veya cimrilik ettirerek, hayra harcamaktan alıkoyar; onu “yoksul olursun, elin daralır” diye de korkutur. Onun için, malı, parayı, Allah yolunda harcamaktan korkmamalıdır. Kur’ân-ı kerîmde meâlen buyuruluyor ki:

“Şeytân, mâlınızı hayra sarf ettirmemek için sizi yoksullukla korkutur, cimri olmanızı ister. Allah ise, [sadaka ve zekât verene, hayra sarfedene] mağfiret, lutuf, bolluk va’deder.” [Bakara, 268]

Hadîs-i şerîflerde buyuruldu ki: “İblîs, en şiddetli adamlarını [militanlarını] mâlını hayra sarf edene musallat eder.” [Taberânî]

“Sadaka vermeye engel olana la’net olsun.” [İsfehânî]

SADAKANIN FAZÎLETİ

Sadakanın fazîleti çoktur. Peygamber Efendimiz buyuruyorlar ki:

“Çok sadaka verenin rızkı bollaşır ve duâsı kabûl olur.” [İbn-i Mâce]

“İlmi olan ilminden, mâlı olan da mâlından sadaka versin” (İbn-i Sünnî)

“İnsanda 360 mafsal vardır; her gün, 360 sadaka vermesi gerekir: Birine yol göstermek bir sadaka, zahmet veren bir şeyi yoldan kaldırmak bir sadaka, ihtiyâcından fazla elbiseyi başkasına vermek bir sadaka, başkasına şerrinin dokunmasından çekinmek de bir sadakadır.” [İbn-i Sünnî]

BİRE YEDİYÜZ ALMAK

Allah rızâsı için verilen zekât ve sadakanın, yapılan iyiliklerin karşılığı, verenin ihlâs derecesine göre, bire ondan bire yediyüze kadar, hattâ daha fazla olur. Kur’ân-ı kerîmde meâlen buyuruluyor ki: “Mâllarını, Allah yolunda harcayanların hâli, yedi başak bitiren ve her başağında yüz tane bulunan bir tohuma benzer. Allah dilediğine daha fazla da verir. O vâsi’ [tâkat ve kudret sâhibidir, ihsân ettiği şeyler Ona darlık vermez] ve alîmdir [her şeyi, hâliyle, hakîkat ve özüyle bilicidir. İnfâk edenin niyetini, ihlâslı olup olmadığını ve infâk kudretini bilir].” [Bakara, 260]

Mallarını, Allah yolunda harcayanlara birçok müjdeler vardır. Allahü teâlâ, meâlen buyuruyor ki: “Gece-gündüz, gizli-açık, Allah yolunda mâllarını infâk edenlerin, Rableri katında mükâfâtları vardır. Bunlar için korku ve üzüntü yoktur.” [Bakara, 247]

MALI HAYIRLI YERLERE HARCAMAK VE HEDİYENİN FAZÎLETİ

Peygamber Efendimiz, yemîn ederek buyuruyor ki: “Sadaka vermekle mâl, aslâ noksânlaşmaz.”[Taberânî] Ayrıca, “Bir melek, (Yâ Rabbî!) İnfâk edenin mâlının bedelini ver; cimrilik edip vermeyenin de mâlını telef et’ diye duâ eder buyurmaktadır.[İbn-i Hibbân]

Mâlımızın noksânlaşmayacağı, hattâ artacağı garanti edildiğine göre, cömertlikten korkmamâlıyız. Böylece îmânımızın da kuvvetli olduğu ortaya çıkacaktır. Cömerdin îmânının kuvvetli, cimrinin ise îmânının zayıf olduğu anlaşılmaktadır. Çünkü hadîs-i şerîfte buyuruldu ki: “Cömertlik, îmân sağlamlığından ileri gelir. Îmânı sağlam olan Cehenneme girmez. Cimrilik, [îmândaki] şüpheden ileri gelir, böyle kimse de Cennete giremez.” [Deylemî]

Mâlı hayra harcama, başkalarına ihsânda bulunma ve hediyenin fazîleti çok büyüktür. Az veya çok sadaka vermeye gayret etmelidir. Peygamber Efendimiz buyuruyor ki: “Allahü teâlâ, “Biz, mâlı insana, ibâdet etmesi için ihsân ettik” buyurdu.” [İ. Ahmed]

İhsân etmek ve hediye vermekle ilgili hadîs-i şerîflerden bazıları da şöyledir:

“İhsân ehlinden olun.” [Ebû Dâvûd]

“Allahü teâlâ, ihsân sâhibidir. Öyle ise siz de ihsânda bulunun.” [İbn-i Adiy]

“İhsân kapısını açana, Allah teâlâ, dünyâ ve âhiret hayrını verir.” [İbn-i Cerîr]

“Ana-babanıza ihsân ederseniz, çocuklarınız da size ihsân ederler.” [Taberânî]

“Komşuna ihsânda bulun ki, [kâmil] mü’min olasın.” [Tirmizî]

“İdârecilerin ihsânını, ihsân olarak kaldığı sürece alın.” [Ebû Dâvûd]

“Kendisine vermeyene ihsânda bulunanı, Allahü teâlâ Cennete koyar.” [Hâkim]

“Hediye, Allah tarafından gönderilen güzel bir rızıktır.” [Hâkim]

“Hediyeyi kabûl eden, Allah’ın gönderdiğini kabûl etmiş, reddeden de O’nun gönderdiğini reddetmiş olur.” [Râmûzu’l-Ehâdîs]

SADAKA VERİRKEN DİKKAT EDİLECEK BAZI HUSÛSLAR

Kendisini ve çoluk çocuğunu perîşân edecek kadar çok sarf etmek doğru değildir. Allahü teâlâ, cömert olan sâlih kimseleri överken buyuruyor ki: “Onlar, (mallarını) sarf ederken isrâf ve cimrilik etmezler; ikisi arasında orta bir yol tutarlar.” [Furkân, 67] 

Hattâ mümkünse fakîr de, az da olsa sadaka vermelidir. Fakîrin az sadaka vermesi, zenginin çok sadaka vermesinden daha kıymetlidir. Hadîs-i şerîfte buyuruldu ki: “Genç, sıhhatli, para yokken, fakîrliğe düşme korkusu içinde verilen sadaka, sevâp bakımından daha büyüktür.” [Müslim]

Sadaka verirken, akrabâyı görüp gözetmek daha sevâptır. Hadîs-i şerîfte buyuruldu ki: “Fakîre verilen sadaka bir sadaka iken, akrabâya verilen sadaka, hem sadaka, hem de sıla-i rahim olmak üzere iki sadakadır.” [Nesâî]

“En fazîletli sadaka, kin güden yakınına verilendir.” [Taberânî]

“Sıla-i rahim için verme kapısını açan, bolluğa kavuşur.” [İmâm Ahmed]

Sadakayı, isteyen dilencilere değil, muhtâç olup isteyemeyen fakîrlere vermek gerekir. İsteyici olan, hiçbir zaman sıkıntıdan kurtulamaz. Hadîs-i şerîflerde buyuruldu ki: “İsteyici, darlığa düşer.” [İmâm Ahmed]

“Dünyâyı âhirete tercîh edenin sıkıntısı hiç eksilmez, ihtiyâçtan kurtulamaz, doymak bilmeyen bir hırsa kapılır.” [Taberânî]

Peygamber Efendimiz, yemîn ederek, “İsteyene verdiğim sadaka ateş olur” buyurunca, Hazret-i Ömer, “Yâ Resûlallah, öyleyse niçin veriyorsunuz?” diye sordu; cevâbında “Ben, cimrilik yapamam” buyurdu. (Ebû Ya’lâ)

Sadakayı, riyâ korkusu varsa, gizli vermelidir. Peygamber Efendimize, “Ya Resûlallah! Hangi sadaka daha fazîletlidir?” diye sorulunca, “Az mâldan gizli  verilen sadaka” buyurup, “Eğer sadakayı açık verirseniz güzel olur; gizli verirseniz, sizin için daha hayırlıdır” meâlindeki âyet-i kerîmeyi okudu. (Taberânî)

Hadîs-i şerîfte buyuruldu ki: “Gizli sadaka, Rabbin gadabını söndürür.” [İbn-i Asâkir]

CÖMERTLİĞİYLE MEŞHÛR HÂTİM-İ TÂÎ, HÂLÂ UNUTULMAMIŞTIR

Bir kimsenin ni’meti varsa ve başkalarına dağıtıyorsa, o kişi sultân olmasa da, halk ona saygı duyar. Dünyâda ad kazanmış ve kazanmakta olan herkes, bu şöhreti aş-ekmek, para-pul, mal-mülk vermekten elde etmişlerdir. Onun için, her gün yemek vermekte kusûr etmemek gerekir.

Hâtim-i Tâî, cömertliği ve misâfir-severliği yüzünden, Sahâbe-i kirâm ve diğer müslümânlar arasında övülmüş, cömertliği dillere destân olmuş, “Esha’l-arab: Arapların en cömerdi” diye anılmıştır. Dünyâ durdukça, onun cömertliğinden bahsedilecektir.

Hâtim-i Tâî (Abdullah bin Sa’d), altıncı asrın sonunda, yedinci asrın başında yaşamış, cömertliğiyle meşhûr bir Arap şâiri ve kabîle reîsidir. Peygamberimizin devrine yetişmiş, ancak onun Peygamberliğini açıklamasından önce vefât etmiştir, ama oğlu Adî (Adiyy) İslâmiyetle şereflenmiştir.

Asıl ismi Abdullah bin Sa’d olduğu hâlde, çok cömert olduğu için “Hâtim”, Tayy kabîlesinden ve o kabîlenin reîsi olduğu için de “Tâî” lakabıyla anılmaktadır.

Hâtim-i Tâî, Arap, Îrân ve Türk edebiyâtında zenginlik, cömertlik, hayır severlik timsâli olarak kullanılır. “Hayra verilen mal, isrâf olmaz” derdi. Gerçekten çok cömert idi. Öyle ki, kabîlesinin yerleşmiş olduğu yerin etrâfındaki tepelere ateş yaktırarak, yolunu şaşıranların kendisine gelip misâfir olmalarını sağlardı.

Bir muhârebede müslümanlara esîr düşen Hâtim-i Tâî’nin kızı, Peygamberimize gelerek; “Eğer lutfedip beni bağışlarsanız, hakkımda, Arap kabîlelerinin hasetçilerini sevindirmemiş olursunuz. Zîrâ ben öyle bir kabîle başkanının kızıyım ki, babam esîrleri âzâd eder, açları doyurur, çıplakları giydirir, insanlara alçak gönüllülükle davranır, dört yanındakileri korurdu” deyince, Peygamberimiz kendisini hemen âzâd etti, serbest bıraktı. Kendisine, elbise, binek hayvânı ve yol azığı da verdi.

Hâtim-i Tâî’nin oğlu Adî (Adiyy) de, bilâhare Huzûr-ı Saâdet’e gelerek ikrâm gördü. Resûlullah Efendimiz onu evine götürdü. Kendisi yere otururken Adî’ye (Adiyy’e) minder ikrâm etti. Ona İslâmiyeti telkîn etti, o da îmânla şereflendi.

Müslümân olan Adî bin Hâtim(radıyallahü anh)’in bildirdiği hadîs-i şerîfler, Kütüb-i Sitte’de (mu’teber 6 hadîs kitâbında) mevcûttur.

Allahü teâlâ, Hazret-i İbrâhîm’i, yemek vermesinden ve misâfir-perverliğinden dolayı övmüştür.

Hazret-i Osmân, çok cömerd olduğundan dolayı, “hesâpsız Cennet’e gidecek” diye müjdelenmiştir.

Hazret-i Alî, çok fazla parası olmadığı hâlde, birçok cömertlikler yapmıştır. Allahü teâlâ, onu Kur’ân-ı kerîmde övmüştür. Kıyâmete kadar onun cömertliğinden, mertliğinden, cesûrluğundan, söz edilecektir.

Her devirde, her yerde yemek vermek çok iyidir. Hadîs-i şerîflerde: “Allahü teâlâ, cömerde cömert davranır”, “Cömerdin îmânı kuvvetlidir” ve “En kıymetli amel, bir mü’mini, yemek yedirmek veya başka bir ihtiyâcını görmek sûretiyle sevindirmektir” buyurulmuştur.

Sevgili Peygamberimiz, bir hadîs-i şerîflerinde de:

“Ancak iki kişiye gıpta edilir (imrenilir): 1- Allahü teâlânın mal verdiği ve onu hak yolda (veya hayırda) harcamaya muvaffak kıldığı kimse,

2- Allahü teâlânın ilim verdiği, o ilmiyle amel eden ve onu başkalarına da öğreten kimse” buyurmuşlardır.

Makâlemizin sonunda ifâde edelim ki:

Cenâb-ı Hak, bütün Peygamberleri vâsıtasıyla, onlara saâdet yollarını göstermiş, iyi ve güzel, kötü ve çirkin her şeyi öğretmiştir. Bu “Peygamber”leriyle, insanların dünyâda ve âhirette râhat etmeleri, huzûr içerisinde, iyi bir şekilde yaşamaları için, emirlerini ve yasaklarını, yanî ne yapmaları ve nelerden sakınmaları lâzım olduğunu açıklamıştır.

Bu Peygamberlerin hepsinin hedefi, insanların dünyâda huzûr ve sükûn içerisinde yaşamaları, âhirette de ebedî saâdete kavuşmalarıdır.

Peygamberlerin vârisleri olan İslâm âlimleri ve Evliyâ-yı kirâm da, hep gıdâ gibi, bütün insanlara lâzım olan iyi fertler, âileler ve cemiyetler teşkîl etmek için uğraşmışlardır.

Gelmiş-geçmiş bulunan bütün Peygamberlerin getirdikleri ahkâm-ı dîniyyede  dînin, nefsin (cânın), aklın, neslin (ırzın, nâmûsun), mâlın ve benzeri değerlerin korunması öngörülmüştür. Allahü teâlâ ve Peygamberleri, emir ve yasaklarında, bunları koruma altına almışlardır.

Halbuki bugün bütün dünyâda, bu sayılanlar da dâhil olmak üzere, bütün insan hakları ciddî bir şekilde ihlâl edilmektedir.

Mukaddes dînimizde adam öldürmek, yaralamak, malını almak, çalmak şöyle dursun, kalp kırmak bile büyük günâhlardandır.