Allah’ın Bazı Kıymetli Kulları
Tasavvuf kitaplarında geçen bir terim olan “mutasavvıf” tâbiri, umûmî bir isim olup gafletten uzak yâni her an Hakk’ı zikreden, kalbini mânevî kirlerden temizleyen ve Allahü teâlâ’dan başka her şeyi gönlünden çıkaran, rûhunu Cenâb-ı Hakk’ın zikriyle süsleyen tasavvuf ehli, velî, mürşid, güzel ahlâk sâhibi demektir. Abdülhak-ı Dehlevî demiştir ki:”Mutasavvıfların hepsi Ehl-i Sünnetti. Bid’at sâhiplerinden hiçbiri Allahü teâlânın mârifetine yaklaşamamıştır. Vilâyet nûrları bunların kalplerine girmemiştir.”
Allahü teâlâdan başkasının sevgisini kalbinden çıkaran, O’nun rızâsını kazanmış, ermiş, velî kimselere “ârif-i billâh” veya yalnız “ârif” (irfân sâhibi) denir. Bâyezîd-i Bistamî, “Ârif odur ki: Seninle yediğini, içtiğini, seninle eğlendiğini, alış-veriş ettiğini görürsün. Ne var ki, onun kalbi yüce Allah’a bağlıdır; O’ndan başka hiç bir derdi yoktur” demiştir. Cüneyd-i Bağdâdî de, “Resûlullah efendimizin sünnetini terk edeni ve ondan gelen edebleri gözetmekte gevşeklik göstereni ârif zannetme!” îkazını yapmıştır.
İnsanları irşâd eden, doğru yolu gösterip yetiştiren ve kemâle getiren yâni olgunlaştıran büyük âlim ve velîye “mürşid” denilir. Yetişmiş ve yetiştirebilen rehbere de “mürşid-i kâmil” adı verilir. Bunlar, insanlara doğru yolu gösteren ve İslâmiyeti bid’atlerden (Peygamber Efendimiz ve Eshabı zamânında olmayıp da dîne sonradan ibâdet olarak katılan şeylerden) temizleyen derin İslâm âlimlerindendirler. Onun için Muhyiddîn ibn-i Arabî; “Mürşidi olmayanın mürşidi şeytandır” demiştir. Mazhâr-ı Cân-ı Cânân bütün kazançlarına, mürşidlerini çok sevmekle kavuştuğunu belirtmiş, saâdetlerin anahtarının, Allahü teâlânın sevdiklerini sevmek olduğunu ifâde etmiştir. Büyük âlim ve velî Abdülkâdir-i Geylânî hazretleri de şöyle buyurmuştur: “Mürşid (rehber, doğru yolu gösterici) ve mutasavvıf, Rabbi için her yönden ve her şeyden ayrılıp Allahü teâlâ’dan başkasına ibâdet etmeyi terk ederek, kalplerini gayriye yönelmekten kurtararak, ihlâsla Hakk’a ibâdet eden ve şeytana uymayan kimselerdir.” Seyyid Abdullah-ı Dehlevî ise, “kâmil (yetişmiş)” ve “mükemmil (yetiştiren, olgunlaştıran)” bir rehbere tâbi kimsenin, Allahü teâlânın rızâsına kavuşacağını bildirmiştir.
Burada önemli bir ikaz yapmak istiyoruz:
Mürşidsiz olmaz diyerek câhil ve sahte tarikatçılar ve rastgele kimselerin peşinden gitmek çok tehlikelidir. Böyle menfaatperest sahtekârlar insanı dinden-imandan eder. Hakiki bir mürşid, rehber bulunamadığı zamanlarda, geçmişte yaşamış meşhur âlimlerin, evliyanın akaid, fıkıh ve ahlak kitapları okunmalıdır. Nitekim, Ferîdüddîn-i Genc-i Şeker, bu konuda şöyle bir tavsiyede bulunmaktadır: “Bir kimsenin, kendisine doğru yolu gösterecek bir mürşidi yoksa, büyük zâtların (Ehl-i sünnet âlimlerinin) kitaplarını okusun ve onlara uysun.”
İmâm-ı Gazâlî‘nin buyurduğu gibi, sultanlar, milletin mal, can ve ırzlarını zâlim ve haydutlardan korudukları gibi, havâss da avâmın îtikâdını bid’atçilerin kötülüklerinden korurlar.
Bir de “müceddid”ler vardır ki, İslâm dînini kuvvetlendiren, bid’atleri yâni İslâm dinine sokulmak istenen reformları, hurâfeleri söküp atan ve sünnetleri ortaya çıkaran âlimlerdir. Sünen-i Ebî Dâvûd‘da zikredilen bir hadîs-i şerîfte; “Her yüz senede bir müceddid ortaya çıkar. Ümmetimin işlerini yeniler” buyurulmuştur.
İslam âlimlerinin ekseriyetle bildirdiklerine göre, “Bu ümmet, ümmetlerin en iyisi, en üstünüdür. Bu ümmetin Peygamberi, peygamberlerin sonuncusu olduğu için, bunların âlimlerine, İsrâiloğullarının peygamberlerinin mertebesi verilmiştir. Peygamberlerin vazîfeleri, bu âlimlere yaptırılmaktadır. Bunun için, her yüz sene başında, bu ümmetin âlimleri arasından bir müceddid seçilir. Hele bin sene geçince, geçmiş ümmetlerde bir ülü’l-azim peygamber (veya resûl) gönderildiği ve onun işi bir nebîye (her yüz senede bir gönderilen peygambere) bırakılmadığı gibi, bu ümmette de, tam bilgili bir âlim seçilir. Bu zât, geçmiş ümmetlerdeki ülü’l-azim peygamberlerin işini yapar.”
“Müceddid-i elf-i sânî”, hicrî ikinci bin yılın yenileyicisi İmâm-ı Rabbânî hazretleri için kullanılan bir terimdir. Muhammed Hâşim-i Keşmî’nin ifâde ettiğine göre, İmâm-ı Rabbânî hazretlerine ilk defâ, müceddid-i elf-i sânî ismini veren, zamânının en büyük âlimlerinden Abdülhakîm-i Siyâlkûtî’dir.
Abdullah-ı Dehlevî demiştir ki: “Sultanlar içinde Ömer bin Abdilazîz, din bilgilerinde İmâm-ı Şâfiî, tasavvufta (bir müslümanın İslâm ahlâkı ile ahlâklanması için lâzım olan bilgileri ve yolları öğreten ilimde) Mârûf-i Kerhî, esrâr (sırlar, gizli şeyler) bilgilerinde İmâm Muhammed Gazâlî, feyz vermekte ve kerâmetler göstermekte Abdülkâdir-i Geylânî, hadîs ilminde Celâlüddîn-i Süyûtî, tarîkat, hakîkat ve akâid inceliklerini açıklamakta ve kalplere akıtmakta İmâm-ı Rabbânî Müceddid-i elf-i sânî Ahmed Fârûkî Serhendî, müceddid idiler. Hepsi de, İslâmiyet’in yayılmasına, kuvvetlenmesine hizmet etmişlerdir.”
Abdülhak-ı Dehlevî hazretleri, mürşid-i kâmillerden bahsederken; “Mürşid-i kâmillerin en üstünleri, dört mezhep imâmlarıdır. Bunlar, İmâm-ı A’zâm Ebû Hanîfe, İmâm Mâlik, İmâm Şâfiî ve İmâm Ahmed bin Hanbel’dir. Bu dört imâm, İslâm dîninin dört temel direkleridirler” demiştir.