Cumartesi, Ekim 5, 2024
Gazete Makaleleri

Yüce Allah’ın Kullarına En Büyük Nimeti Hangisidir?

Allahü teâlânın, mahlûkâtına olan merhameti, ihsanı, nimetleri o kadar çoktur ki, bunu ancak sonsuz kelimesiyle ifade edebiliriz. Kullarına çok acıdığı için, onların dünyada rahat, huzur içinde, kardeşçe yaşamaları, ahirette de sonsuz saadete, bitmez-tükenmez nimetlere kavuşmaları için, yapılması lazım olan iyilikleri ve sakınılması lazım olan kötülükleri, Peygamberlerine, Cebrail aleyhis-selam ismindeki melek vasıtasıyla bildirmiş, bunları bildiren birçok kitap (yüz suhuf ve dört kitap) da göndermiştir. Bu kitaplardan yalnız Kur’an-ı Kerim bozulmamış, diğerlerinin hepsi, maalesef kötü kimseler tarafından değiştirilmiştir.

Hiç şüphe yok ki, Cenâb-ı Hakk’ın kullarına olan nimetlerinin en büyüğü, “Peygamber”ler ve “Kitap”lar göndererek onlara sırât-ı müstakîmi, doğru yolu, Cennet yolunu göstermesidir. Yüce Allah, Hazret-i Âdem’den (aleyhi’s-selâm) beri, insanları ebedî saâdete kavuşturmak için, muhtelif zaman ve zeminlerde pek çok peygamber göndermiştir. Bunların 6’sı “Ülü’l-azm”, 313’ü “Resûl”, 124.000’den ziyadesi de “Nebî”dir. Bütün Peygamberler, hep aynı iman ve i’tikad esaslarını bildirmişler, hepsi de insanları ebedi kurtuluşa dâvet etmişlerdir.

Bilindiği gibi, bazı Peygamberler belli bir zaman dilimine, bazıları muayyen bir coğrafi bölgeye, bazıları da belli bir kavme gönderilmiş, bunların dünyadaki zamanları dolunca, getirdikleri ahkâmın yürürlük müddetleri de bitmiştir. Fakat âhır zaman Nebîsi Muhammed aleyhis-selam’ın getirdiği hükümler kıyamet kopuncaya kadar devam edecektir.

Burada, önemine binaen, açıkça belirtmemiz gereken bir husus var:

Şunu kesinlikle ifade edebiliriz ki, tarih boyunca, hayatı, sadece sene ve ay bazında değil, hafta, hatta gün bazında olmak üzere, en ince teferruatıyla ele alınan ve ortaya konulan zat, şüphesiz ki, Peygamber Efendimizdir. Alemlere rahmet olarak gönderilen, kainatın baştacı, ebedi rehberimiz, varlığımızı ve kurtuluşumuzu kendisine borçlu olduğumuz, müstesna şahsiyet,  Sevgili Peygamberimiz Hazret-i Muhammed Mustafa (aleyhis-selam) hakkında söz söylemek ve yazı yazmak aslında bizim gibi acizlerin haddi değildir. Ama burada, münasebet düşmüşken, sadece bereketlenmek için, ondan bir nebze bahsetmeye çalışacağız. Çünkü hadîs-i şerîfte, “Allahü teâlâ bir kuluna yazı ve söz san’atı ihsân ederse, Resûlullahı övsün, düşmanlarını kötülesin” buyurulmuştur.

Bir şair diyor ki: “Her vasfı ki, imtiyazı haiz,   

                             Tarih onu vasfederken aciz.”                                                                        

Peygamber efendimizin şairlerinden Hassan b. Sabit (r.a.)’in sözü ne kadar manidar:

“Ben, Muhammed Mustafa (aleyhis-selam)’dan bahsederken, onu medhediyor değilim; bilakis ondan bahsetmek suretiyle, kendi sözlerimi kıymetlendirmiş oluyorum.”

Gönüller Sultanı Mevlana Celaleddin-i Rumi’nin (k.s.) kelamı da çok manalıdır:

“Ben, alemler genişliğinde bir ağız isterim, ta ki, meleklerin bile gıpta ettiği o zattan söz edebileyim.”

Burada Arapça bir şiiri de zikretmeden geçemiyeceğiz. Manası şöyledir: “O, beşerden bir beşerdir, fakat taşlar arasındaki yakut taşı gibidir.”

Bu şiirin diğer bir varyantı ise şu şekildedir: “Muhammed aleyhis-selam bir beşerdir, fakat  gelişigüzel bir insan değildir. Aslında o bir yakut, diğer insanlar ise taş gibidirler.”

Allahü teala, bir insanda bulunabilecek görünür-görünmez bütün iyilikleri, bütün üstünlükleri, bütün güzellikleri habibinde toplamıştır. Onun güzel huyu, yumuşaklığı, afvı, sabrı, ihsanı, ikramı o kadar çoktu ki, herkesi hayran bırakırdı; görenler ve işitenler seve-seve müslüman olurdu. Hiçbir hareketinde, hiçbir işinde, hiçbir sözünde, hiçbir zaman, hiçbir çirkinlik, hiçbir kusur görülmemiştir.

Burada yine yeri gelmişken belirtmek gerekir ki, İslâmın birinci şartı, bilindiği gibi, Allahü teâlâya ve Peygamberine (aleyhis-selam) îmândır. Ya’nî onları sevmek ve sözlerini beğenip, kabûl etmektir. İki cihân saâdetine kavuşmak, ancak ve yalnız, dünyâ ve âhıretin efendisi olan Muhammed aleyhis-selâma tâbi’ olmağa bağlıdır. Ona tâbi’ olmak  için, îmân etmek ve onun getirdiği ahkâm-ı İslâmiyyeyi öğrenmek ve yapmak lâzımdır. Yine Muhammed aleyhis-selâm’a tâm ve kusûrsuz tâbi’ olabilmek için, onu tâm ve kusûrsuz sevmek lâzımdır. Bunun alâmeti de, onun dostlarını dost, düşmanlarını düşman bilmek, onu beğenmeyenleri sevmemektir. Tabii ki sevgi ve nefret kalpte olur. Dinimizin gereği, zahiren onlara da iyi davranmak, tatlı dilli ve güler yüzlü olmak lazımdır.l

Her mü’minin, Resûlullah’ı çok sevmesi lâzımdır. Onu çok seven, çok anar ve çok över. Bir hadîs-i şerîfte de, “Birşeyi çok seven, onu çok anar” buyuruldu. Resûlullah’ı çok sevmek lâzım olduğu konusunda, pekçok islâm âlimi birçok kitap yazmıştır. Çünkü, başta Sahih-i Buhari olmak üzere, birçok hadis kitabında yer alan bir hadîs-i şerîfte, “Bir kimse, beni çocuğundan, babasından ve herkesten dahâ çok sevmedikçe, îmân etmiş olmaz” buyuruldu. Ya’nî o kişinin îmânı olgun olmaz.

Hadîs-i şerîfin diğer bir rivayeti de şöyledir:

Bir kimse, beni kendi nefsinden, ehlinden ve bütün insanlardan dahâ çok sevmedikçe, îmân etmiş olmaz.”

Allahü tealâ’yı sevenin, O’nun Resûlü’nü de sevmesi vâciptir. Ayrıca onun yolunda olan sâlih kulları da sevmesi lâzımdır.