Perşembe, Şubat 13, 2025
Makaleler

Mekke-i Mükerreme’nin Fethi, Dünyânın En Mühim Dönüm Noktalarındandır

Şüphe yok ki, 01 Ocak 630 târihinde “Mekke-i Mükerreme’nin Fethi”, “İslâm Târihi”nin en önemli kilometre taşlarından biridir.

Bilindiği üzere, Muhammed aleyhisselâma Peygamberliği bildirilip insanları şirkten, putlara tapmaktan vazgeçmeye ve Allahü teâlâya îmân etmeye da’vete başladığı günden i’tibâren müşrikler O’na karşı çıktılar. Mekke’li müşrikler; sevgili Peygamberimize de, diğer müslümânlara da çok şiddetli düşmânlık gösterdiler. İlk müslümânlara envâ-ı çeşit ezâ ve cefâ yaptılar.

Peygamber Efendimize ve Eshâbına her türlü işkenceyi revâ gördüler. Boyunlarına ip bağlayıp, sürüdüler. Ateşe atıp, yakmaya çalıştılar. Kızgın kayaları göğüslerine koyup, bayılıncaya kadar işkence yaptılar. Ateşte kızartılmış şişleri vücutlarına soktular. Üç sene aç susuz bir mahalleye hapsedip, bu boykotla onları her şeyden mahrûm bıraktılar. Ayaklarından develere bağlayıp, ayrı yönlere çekmek sûretiyle parçaladılar. Peygamberimize kaç defa sûikast yapmak istediler. Hepsinden öte yurtlarından çıkardılar. Bu yetmiyormuş gibi, onların hicretinden sonra da, tamâmen ortadan kaldırmak için kaç defa harb ettiler.

Allahü teâlâ, müslümânların hicret etmelerine izin verdi. Sayıca az olan ilk müslümânlar, müşriklerin hücûmları karşısında, îmânlarını korumak ve yaymak maksadıyla, Mekke-i mükerreme’de mallarını-mülklerini bırakarak, Medîne-i münevvere’ye hicret etmişlerdir. Ama sekiz yıl sonra güçlü ve kalabalık bir ordu hâlinde geri dönüp orayı fethetmişlerdir.

Şimdi, Mekke-i mükerreme’nin fethini kısaca ele alalım:

Hicretin sekizinci senesi idi… Hudeybiye antlaşmasının bir maddesi şöyle idi: “Her iki tarafın [ya’nî müslümânlarla müşriklerin] dışında kalan Arab kabileleri, istedikleri tarafın himâyesine girebilecekler, müslümânlar veya müşriklerle birleşmekte serbest olacaklar.”

Buna göre; Peygamber Efendimizin müttefiki olan Huzâa kabîlesi, Müslümânlar tarafında; Benî Bekir kabîlesi de müşrikler tarafında yer almışlardı. Huzâa kabîlesi ile Benî Bekir (Bekir oğulları) eskiden beri düşmân olup, fırsat buldukça birbirlerine saldırırlardı. Hudeybiye barışına göre, onlar da bir müddet için saldırılarını durdurmuşlardı. Fakat, buna Benî Bekir kabîlesi iki sene uyabilmişti.

Bir gün Mekke’li müşriklerin himâyesindeki Benî Bekr kabîlesinden biri, şiir okuyarak Peygamber Efendimizi hicvetmeye yeltendi. Huzâa kabîlesinden bir genç, buna râzî olmayıp, hicvedici şiir okuyan adama bundan vazgeçmesini söyledi; fakat o vazgeçmedi. Bunun üzerine başına vurup yardı ve susturdu.

Benî Bekr kabilesi, bu hâdiseyi bahâne ederek, antlaşma gereği tehlikeden emîn olan Huzâa kabîlesi üzerine ânîden saldırdılar. Kureyş müşrikleri de bu saldırıda Benî Bekr kabîlesine silah vererek ve gizlice adam göndererek yardımda bulundukları gibi, ayrıca kıyâfet değiştirerek onlarla birlikte Huzâa kabîlesi üzerine saldırdılar.

Huzâa kabilesi, “Hudeybiye Antlaşması” gereğince emîn oldukları için hâzırlıksız bulunuyordu. Bu ânî saldırıya da hâzırlıksız yakalandı. Yerleşmiş oldukları “Vetir Suyu” denilen yerden Mekke’ye kadar kaçmak zorunda kaldılar. Kâbe’ye ve hareme sığınmış oldukları hâlde, üzerlerine hücûm edildi ve netîcede Huzâa kabîlesinden yirmiüç kişi öldürüldü.

Bu saldırıda, himâyelerinde bulunan Benî Bekr kabîlesine at ve silâh vermek gibi yardımda bulunmaktan başka, bilfiil çarpışmaya da katılan Kureyş müşrikleri, böylece “Hudeybiye Antlaşması”nı bozmuş oldular.

Çarpışma esnasında, Huzâa kabîlesinden bazı müslümânlar, gece yapılan bu baskınlarda, Bekiroğulları arasında, Kureyşli müşriklerin de bulunduğunu görmüşlerdi.

O gece, Medîne’de, Hazret-i Meymûne vâlidemizin evinde bulunan sevgili Peygamberimiz, namaz kılmak için kalkıp abdest alırken; Allahü teâlânın izni ile bir mu’cize olarak, Mekke’deki müslümânların kendisinden yardım taleb ettiklerini işitmişti. Onlara cevâb olarak; “Lebbeyk! = Da’vetinize icâbet ediyorum” buyurdu.

Meymûne vâlidemiz, Peygamber Efendimizin yanında kimse olmadığı hâlde böyle konuştuğunu görünce; “Ya Resûlallah! Yanınızda bir kimse var mı?” diye sordu. Sevgili Peygamberimiz ona, Mekke’de meydâna gelen hadiseyi ve Kureyşlilerin bu işe ortak olduklarını haber verdi.

Ayrıca Huzâa kabîlesi de, durumu Peygamber Efendimize arz etmek üzere, kabîleden 40 kişilik bir hey’eti Medîne’ye gönderdiler. Peygamberimiz, Huzâa kabilesinden gelen hey’eti, kendilerine mutlakâ yardım edeceklerini va’d ederek, yurtlarına geri gönderdi.

Kureyş müşrikleri Benî Bekir’e yardım ederek, Huzâa kabîlesine baskın yapıp onları öldürmekle, Hudeybiye antlaşmasının maddelerine aykırı hareket etmiş, böylece antlaşmayı bozmuş oluyorlardı.

Fakat, bu hâdiseden, o sırada Şâm’a ticâret için giden Kureyş lideri Ebû Süfyân’ın haberi olmamıştı. Şâm’dan dönünce hâdiseyi ona anlattılar ve “Bu, mutlakâ düzeltilmesi lâzım olan bir iştir. Gizlenmesi mümkün değildir. Eğer düzeltilmezse, Muhammed bizi Mekke’den sürer” dediler.

Ebû Süfyân ise; “Her ne kadar bu hâdiseden benim haberim olmadıysa da, yapılan kıtâl haberi Medîne’ye ulaşmadan, barışı yenileyip uzatmak üzere acele gitmem lâzım” dedi.

Hâlbuki, sevgili Peygamberimiz, haberi ânında öğrenmişti. Ayrıca hâdiseden üç gün sonra, Huzâa kabîlesinden Amr bin Sâlim, yanında kırk süvari ile gelip, durumu Resûl-i Ekrem Efendimize anlattı.

Habîbullah Efendimiz de; “Huzâa oğullarına yardım etmezsem, bana da yardım olunmasın!” buyurarak bir mektup yazdırdı.

Sevgili Peygamberimiz, bunun üzerine Mekke’li müşriklere haber göndererek; “Ya Huzâa kabîlesinden öldürülenlerin diyetlerini (kan bedellerini) ödersiniz veya Benî Bekr kabîlesini himâyeden vazgeçip geri durursuuz. Şayet bu söylediklerimden birini kabûl etmezseniz, bunları yerine getirmeyecek olursanız, ‘Hudeybiye Antlaşması’nı bozduğunuzu ve bunun netîcesi olarak sizinle harb edeceğimizi biliniz” teklîfinde bulundu.

“GELDİĞİ GİBİ GERİ DÖNER”

Kureyşliler, Efendimizin mektûptaki teklîflerini ve gösterdikleri merhameti anlayamadılar. Mekke’li müşrikler bu teklîfleri kabûl etmediklerini ve harbe hazırlanacaklarını bildirdiler. “Hem ittifâkımızı kesmeyiz, hem de diyeti ödemeyiz! Ancak harb edebiliriz” diye haber gönderdiler. Fakat sonra, böyle yaptıklarına bin defa pişmân olup korkularından antlaşmayı yenilemek üzere Ebû Süfyân’ı Medîne’ye doğru hemen yola çıkardılar.

Daha Ebû Süfyân Medîne’ye gelmeden, sevgili Peygamberimiz, onun geleceğini Eshâb-ı kirâmına bildirdi ve; “Şöyle anlarım ki, Ebû Süfyân, barışı yenileyip, müddetini de uzatmak üzere geliyor. Lâkin, murâdı hâsıl olmayıp geldiği gibi geri döner!..” buyurdu.

O zaman henüz müslümân olmamış olan Ebû Süfyân, Medîne-i münevvereye geldi. Kızı ve Peygamber Efendimizin mübârek hanımı, mü’minlerin annesi olan Ümmü Habîbe’nin evine gitti.

Sevgili Peygamberimizin döşeği üzerine oturmak istedi. Hazret-i Ümmü Habîbe vâlidemiz, o henüz yatağa oturamadan yetişip döşeği kaldırdı. Babası buna çok üzülüp; “Ey kızım! Bu döşeği benden mi esirgiyorsun?” diyerek hayretini belirtince, Resûlullah’ın muhabbetini her şeyin üzerinde tutan mü’minlerin annesi Hazret-i Ümmü Habîbe, babasına; “Bu döşek, Allahü teâlânın Resûlünün döşeğidir. Ona müşrikler oturamaz! Sen, müşriksin! Bu döşek üzerine oturman, aslâ lâyık değildir!” diye cevâp verdi.

Babası; “Ey kızım! Evimden ayrılalı sana birşeyler olmuş” deyince, o da; “Elhamdü lillah ki, Allahü teâlâ, bana İslâmiyet’i nasîb etti. Sen ise hâlâ, işitmeyen, görmeyen taştan yapılmış putlara tapıyorsun! Ey baba! Senin gibi Kureyş’in büyüğü ve yaşlısı olan bir kimse, nasıl olur da İslâm’a uzak kalır?…” dedi.

Babası, çok hiddetlenip; “Bana bu kadar hürmetsizlik edip câhillikle suçluyorsun! Demek ben, atalarımın senelerdir taptıklarını bırakıp, Muhammed’in dînine mi gireceğim?” diyerek oradan ayrıldı.

Ebû Süfyân, Medîne’de kendi kızı ve Peygamberimizin zevcesi olan Ümmü Habîbe’ye ve Eshâb-ı kirâmın ileri gelenlerine, sonra da Peygamberimize gidip, sulhu yenilemek istediklerini söylediyse de müsbet cevâp alamadı.

Ebû Süfyân, son olarak Hazret-i Alî ile görüştü. Alî (radıyallahü anh) ona; “Sen, Kureyş’in ileri gelenisin, çıkıp halk içinde antlaşmayı yeniliyorum” dersin, diyerek başından savdı.

Ebû Süfyân, Peygamberimizin mescidine girdi; “Ey insanlar! Ben her iki tarafı da himâyeme alıyor, sulhu yeniliyorum” dedi. Peygamberimiz; “Yâ Ebâ Süfyân! Sen bunu (kendi kendine) söylüyorsun, ben değil” buyurdu.

Sevgili Peygamberimizin huzûruna gelen Kureyş lideri; “Ben, Hudeybiye antlaşmasını yenilemek ve müddetini de uzatmak için geldim. Haydi, aramızdaki bu muâhedeyi bir yazı ile yenileyelim!” dedi.

Habîb-i Ekrem Efendimiz; “Biz, Hudeybiye antlaşmasına aykırı bir davranışta bulunmayız ve onu değiştirmeyiz” buyurdu.

Kureyş lideri, tekrâr tekrâr; “Antlaşmayı değiştirelim. Yenileyelim” dediyse de, sevgili Peygamberimiz, ona hiçbir cevâbda bulunmadı.

Kureyş lideri Ebû Süfyân, gösterdiği bütün gayretlerin hiç bir fayda vermediğini görünce, bundan sonra Mekke’ye döndü. Mekke’ye varınca, Kureyş müşriklerine durumu anlatıp; “Hayâtımda, Eshâbının Muhammed’e gösterdiği bağlılık ve itâat gibi bir itâatle bağlanan bir kavim görmedim” dedi.

Müşrikler; “Demek ki hiç bir şey yapamadan geri döndün öyle mi?” diyerek onu kınadılar. Artık onlar için, beklemekten başka yapacak bir şey kalmamıştı.

Ebû Süfyân Medîne’den ayrılınca, sevgili Peygamberimiz Mekke’yi fethetmeye karâr verdi. Çünkü Kureyşliler, ahdlerinde durmamışlar ve barışı bozmuşlardı. Fakat bu sırrı, gâyet gizli tutuyor, müşriklere hâzırlanma fırsatı vermeden ve Harem-i şerîfde kan dökülmeden Mekke’yi teslîm almak istiyordu. Bu bir harp tedbîri idi. Zira, Mekke fethedilince, kim bilir niceleri müslümân olmakla şereflenecekti.

Ebû Süfyân, Mekke’den döndükten sonra, Peygamberimiz, Hazret-i Ebû Bekr’le Hazret-i Ömer’i çağırdı. İstişâre yaptı ve harbe karâr verdi. Eshâbına, sefer için hazırlık yapmalarını emredip, nereye gidileceğini bildirmedi.

Hâzırlığa başlanıp, ordu toplandı. Bütün hâzırlıklar gizli tutuldu. Mekke yollarının tutulması ve kontrol işi, Huzâa kabilesine verildi. Bu kontrol, son derece titizlikle yapıldı.

“ONLARI, GÖRMEZ VE İŞİTMEZ EYLE”

Eshâb-ı kirâm, Efendimizin emri üzerine cihâd için hâzırlığa başladılar. Fakat nereye sefer yapılacağını bilmiyorlardı. Peygamber Efendimiz, ayrıca çevredeki müslümân kabilelerden Eslem, Eşca’, Cüheyne, Husayn, Gıfâr, Müzeyne, Süleymân, Damra ve Huzâaoğullarına haber gönderdi. “Allahü teâlâya ve âhıret gününe îmân edenler, Ramazân-ı şerîfin başında Medîne’de bulunsunlar” buyurarak onları harbe katılmaya da’vet etti.

Habibullah Efendimiz, bir tedbîr olarak, Mekke’ye giden yolları tutup, irtibâtı kesmek üzere, Hazret-i Ömer’e vazîfe verdi. Hazret-i Ömer, derhâl dağ yollarına, geçitlere ve diğer yol başlarına nöbetçiler dikip; “Mekke’ye gitmek isteyen herkesi geri çevireceksiniz” emrini verdi.

Sevgili Peygamberimiz, bu işin gizlice yürütülmesi için; “Yâ Rabbî! Biz, yurtlarına ansızın varıp kavuşuncaya kadar, Kureyşlilerin câsûs ve habercilerini tut, görmez ve işitmez eyle. Bizi ansızın görüp işitsinler” diyerek Allahü teâlâya duâ etti.

Peygamber Efendimiz, kuzeydeki müşrikler veya Bizanslılar üzerine yürünecek intibâını vermek için de, Ebû Katâde Hazretlerini askerî bir birlik ile kuzeye, İzâm vâdîsine doğru gönderdi.

Ancak bu durum, ya’nî Medîne’deki hâzırlıklar, Medîne’den Mekke’ye gitmekte olan bir kadın vâsıtasıyla gönderilen bir mektupla, Mekkeli müşriklere haber verilmek istendi. Bâzı sebeplerle girişilen bu teşebbüs, Allahü teâlâ tarafından, Cebrâîl aleyhisselâmla, Peygamberimize haber gönderilerek bildirildi.

Peygamberimiz, Hazret-i Alî ile Hazret-i Zübeyr bin Avvâm ve Mikdâd bin Esved’i (radıyallahü anhüm) çağırıp; “Sür’atle gidiniz, Hâh denilen yere vardığınızda bir hâtûn bulursunuz. Onda bir mektup vardır. O mektûbu alıp bana getiriniz” buyurdu. Sür’atle gidip kadını buldular. Mektûbu istediklerinde kadın; “Benim yanımda mektup yok” diyerek gizlemek istedi. Hazret-i Alî kılıcını çekip; “Resûlullah aslâ yalan söylemez” deyince, kadın saç örgüsünün arasına sakladığı mektûbu çıkarıp verdi. Böylece sevgili Peygamberimizin bir mu’cizesi olarak, müşriklere haber verme teşebbüsü de engellendi.

Ramazân ayının ikinci gününe kadar, çevre kabîlelerden yardım gelmiş, Ebû İnebe kuyusu başındaki karârgâhda toplanılmıştı. Eshâb-ı kirâmın sayısı on iki bine ulaşmıştı. Bunlardan dört bini Ensâr, yedi yüzü Muhâcirîn, geri kalanı da çevredeki müslümân kabîlelerdendi.

Sevgili Peygamberimiz, Medîne’ye vekil olarak, Abdullah bin Ümmi Mektûm Hazretlerini bıraktı. Zübeyr bin Avvâm Hazretlerini de iki yüz kişilik bir süvârî birliğinin başında keşif kolu olarak ileri gönderdi.

Nihâyet âlemlerin Efendisi, gönülleri Allahü teâlâ ve Resûlünün muhabbetiyle dolu olan on iki bin kişilik muazzam ordusunun başında olduğu hâlde, Allahü teâlânın ismini anarak  yola çıktılar.

Bundan sekiz sene önce, ayrıldıkları yurtlarına, Mekke’ye gidiyorlardı. Puthâne hâline çevrilen muazzam Kabe’yi putlardan temizlemeye gidiyorlardı… İnâtlarından bir türlü vâz geçmek istemeyen müşriklere, hak, adâlet ve merhamet göstermeye gidiyorlardı… Allahü teâlânın dînini yaymaya, oradakilerin de ebedî Cehennem azâbından kurtulmalarına vesîle olmaya gidiyorlardı…Amân yâ Rabbî! Bu ne büyük merhametti!..

Sevgili Peygamberimiz, bütün hâzırlıkları tamâmladıktan sonra, on-onikibin kişilik bir ordu ile Mekke’ye doğru yola çıktı. Medîne’den hareket, Ramazânın ilk günlerinde idi. İslâm ordusu Zü’l-huleyfe’ye geldiği sırada, Mekke’den âilesi ile birlikte hicret eden Peygamber Efendimizin amcası Hazret-i Abbâs da Medîne’ye hicret ediyordu. Yolda İslâm ordusu ile karşılaştı. Daha önce müslümân olduğu hâlde, durumu müşriklerden gizleyerek Mekke’de kalmıştı. Sevgili Peygamberimiz, amcasının geldiğine çok sevindi ve “Ey Abbâs! Ben Peygamberlerin sonuncusu olduğum gibi, sen de, Muhâcirlerin sonuncusu oldun” buyurarak gönlünü aldı.

Hazret-i Abbâs’ın ağırlıklarını Medîne’ye gönderdi. Hazret-i Abbâs, Peygamber Efendimizin yanında kalıp, Mekke’nin fethine katıldı.

Resûl-i Ekrem Efendimiz, Mekke’nin yakınında bulunan Kudeyd’e geldiğinde, şânlı Eshâbına harp düzeni aldırdı. Her bir kabîleye ayrı ayrı sancaklar ve bayraklar verdi. Onları, her kabîlenin bayrakdâr ve sancakdârına teslîm etti.

Ayrıca Hazret-i Ömer’e vazîfe verip, her mücâhidin âteş yakmasını da emretti. Her birlik kendi çadırı önünde ateş yaktı. Bir anda on binden fazla ateş yanınca, Mekke aydınlığa boğuldu. Bir ânda her tarafı aydınlatan binlerce ateşin yandığını gören Mekkeliler, neye uğradıklarını anlayamayıp iyice şaşırdılar. Hemen Ebû Süfyân’ın yanına toplandılar.

“MÜSLÜMÂN OLMA ZAMANI GELMEDİ Mİ?”

Medîne’den ayrılalı on gün olmuştu. Akşam üzeri Mekke’ye iyice yaklaşılmış, yatsı vaktinde Merru’z-zahrân’a gelinmişti, Peygamber Efendimiz, Eshâbına burada durmalarını emir buyurdu. Burada karargâh kuruldu. Peygamberimiz, ordusuyla Mekke’ye yaklaşırken, yollar tamâmen tutulmuş olduğu için, Kureyş müşrikleri, üzerlerine gelen İslâm ordusundan habersizdi.

Hiçbir şeyden haberi olmayan Mekkeli müşrikler, şaşkına döndüler. Ne olduğunu anlamak için Ebû Süfyân’ı görevlendirdiler.

O da yanına iki veya üç-dört kişi alarak İslâm ordusuna doğru gizlene gizlene yaklaştılar. Bu sırada sevgili Peygamberimiz, Eshâbından bazılarına; “Ebû Süfyân’a gözkulak olunuz. Mutlaka onu bulursunuz” buyurdu.

Ebû Süfyân ve yanındakiler, İslâm ordusuna doğru ilerledikçe hayretleri artıyor, dehşete düşüyorlardı.

Mekke’nin çevresine ne kadar çok asker birikmişti ve ne kadar çok da ateş yakmışlardı!.. Onlar, bunları konuşa konuşa, Erak isimli yere geldiler. Bu sırada Peygamber Efendimiz, yine, “Ebû Süfyân, şu anda Erak’tadır” buyurdu. Eshâb-ı kirâm, onları araştırmaya koyuldular. İçlerinden Hazret-i Abbâs, onları tanıdı ve Peygamber Efendimizin huzûruna götürdü.

Ebû Süfyân ve yanındakiler, korku ile mücâhidlerin arasından geçerek sevgili Peygamberimizin huzur-i şeriflerine geldiler. Kâinâtın Sultânı, onları güzel karşıladı. Mekkeliler hakkında bilgi aldı. Geç vakitlere kadar konuştuktan sonra, onları İslâm’a da’vet eyledi. Hakîm bin Hızâm ile Büdeyl, derhal Kelime-i şehâdet getirerek müslümân oldular. Fakat Ebû Süfyân’ın tereddütü devâm ediyordu.

Peygamberimiz, Ebû Süfyân’ı affedip, amcası Abbâs’a; “Onu bu gece çadırına götür, sabâhleyin bana getir” buyurdu. Sabâh olunca, Resûlullah’ın huzûruna götürüldüğünde; “Ey Ebû Süfyân! Henüz, ‘Lâ ilâhe illallah’ diyeceğin vakit gelmedi mi?” buyurdu. Ebû Süfyân, Peygamberimize; “Anam-babam sana fedâ olsun. Bu kadar cefâdan sonra beni hidâyete çağırıyorsun, ne hoş hilm ve ne güzel kerem sâhibisin. İnandım ki Allahü teâlâdan başka ilâh yoktur” dedi.

O da; “Anam-babam sana feda olsun! Yumuşak huylulukta ve şereflilikte ve akraba hakkını gözetmekte üstüne yoktur. Sana ettiğimiz bu kadar cefadan sonra sen, hala bizi hidayet yoluna davet ediyorsun. Ne güzel kerem sahibisin. Allah’dan başka ilah olmadığına inandım… Eğer olsaydı bana bir faydası olurdu.

Sevgili Peygamberimiz; “Benim peygamber olduğumu da tasdîk etme zamânın gelmedi mi?” buyurunca Ebû Süfyân, Kelime-i şehâdeti söyleyerek müslümân oldu. Sen de Allah’ın Resûlüsün” diyerek Eshâb-ı kirâmdan olmakla şereflendi.

Hazret-i Abbâs; “Yâ Resûlallah! Ebû Süfyân’a Mekkeliler nezdinde itibâr kazandıracak bir şey ihsân eder misiniz?” dedi.

Peygamber Efendimiz, bunu kabûl edip; “Kim Ebû Süfyân’ın evine girer, sığınırsa, ona emân verilmiştir, öldürülmekten kurtulur” buyurdu.

Ebû Süfyân; “Ya Resûlallah! Biraz daha genişletir misiniz?” diye istirhamda bulununca, sevgili Peygamberimiz; “Kim Mescid-i Haram’a girer, sığınırsa, ona eman verilmiştir! Kim kapısını kapayıp evinde oturursa, ona da eman verilmiştir” buyurdu.

Peygamberimiz, Ebû Süfyân’a (radıyallahü anh); “Kim Ebû Süfyân’ın evine, Kâbe’ye, Mescid-i Harâm’a ve kendi evine sığınırsa emîndir” buyurarak Mekke’li müşriklere bunu bildirmesini emretti. Ebû Süfyân, Mekke’ye dönmek üzere izin istediğinde, Peygamberimiz, amcası Hazret-i Abbâs’a; “Ebû Süfyân’ı al, ordunun geçeceği yolun dar bir yerine götür, vâdînin daraldığı, atların sıkışa sıkışa geçtiği dağ boğazına ilet; İslâm ordusunun büyüklüğünü, heybetini ve çokluğunu, müslümânların, Allahü teâlânın ordusunun ihtişâmını görsün” buyurdu.

Görmeliydi ki, şâhid olduğu manzarayı müşriklere anlatsın ve karşı çıkan olmasın… Böylece, Harem-i şerîfte kan dökülmesin… Hazret-i Abbâs, Ebû Süfyân ile dağ geçidine giderken, mücâhidler harp düzenine girdi.

Yolda Ebû Süfyân, Hazret-i Abbâs’a; “Haberler nasıldır?” diye sordu. O da; “Ey Ebû Süfyân! Sana yazıklar olsun! Resûl aleyhisselam, karşı koyamayacağınız bir ordu ile üzerinize geliyor. Yemîn ederim ki, Kureyşlilerin hâli yaman olacak. Vay onların başına geleceklere” dedi.

Abbâs (radıyallahü anh); onu alıp ordunun geçeceği yolun dar bir yerine götürdü. Ordu hareket edip, Eshâb-ı kirâm kabîle kabîle Ebû Süfyân’ın önünden geçiyor, “Allahü ekber” sadâları her tarafı çınlatıyordu. Her birlik geçtikçe, Abbâs (radıyallahü anh), ona tanıtıyordu. En son, Peygamberimizin bulunduğu birlik geçti.

Her kabîle, sancaklarını açmış olduğu hâlde geçitten geçmeye başladılar. Her birinin üzeri zırhlı ve silâhlı idi. Her grup geçerken tekbîr getiriyorlardı. Ebû Süfyân; “Bunlar kim?” diye soruyor, Hazret-i Abbâs da; “Bunlar, Süleymoğulları. Kumandânları Hâlid bin Velîd’dir” “Bunlar Gıfâroğulları”, “Bunlar Ka’b oğulları…” diyerek cevap veriyordu.

Yeri göğü; “Allahü ekber! Allahü ekber!” nidâları dolduruyor, mücâhidlerin çokluğu ve silâhların parıltıları göz kamaştırıyordu.

Ebû Süfyân’ın en çok merak ettiği, Fahr-i âlem Efendimizdi. O’nun çevresindeki askerlerin geçişini çok merâk ediyor, diğerlerinden farklı olacağını tahmîn ediyordu.
Bu sebeple sık sık; “Bunlar Resûlullah’ın birliği midir?” diye sormaktan kendini alamıyordu… Nihâyet Peygamberlerin Sultânı, âlemlerin Efendisi güneş gibi, nûr saçarak devesi Kusvâ’nın üzerinde göründü.

Etrâfında Muhâcirler ve Ensâr bulunuyordu. Her biri tepeden tırnağa Dâvûdî zırhlara bürünmüş, Hindî kılıçlar kuşanmış, cins atlara ve develere binmiş olarak geliyorlardı.
Ebû Süfyân onları görünce; “Kim bunlar, ya Abbâs?” diyerek merakla sordu. O da: “Ortadaki Resûl aleyhisselam, etrafındakiler de şehîd olmak aşkı ile yanan Ensâr ve Muhâcirlerdir” dedi.

Sevgili Peygamberimiz onların yanından geçerken Ebû Süfyân’a; “Bugün, Allahü teâlânın, Ka’be’nin şânını yücelteceği bir gündür. Bugün, Beytullah’a örtü örtüleceği gündür. Bugün, merhamet günüdür… Bugün, Allahü teâlânın Kureyşlileri (İslâm ile) azîz edeceği bir gündür” buyurdu.

Ebû Süfyân, göreceğini görmüş, işiteceğini de işitmişti; “Ben, Kayser’in de, Kisrâ’nın da saltanatını gördüm. Fakat böyle ihtişâmlısını görmedim. Ben, hiçbir zaman bugünkü gibi bir ordu ve cemâat ile karşılaşmadım. Böyle bir orduya hiç kimse karşı koyamaz, onlara güç yetiremez” diyerek Mekke’nin yolunu tuttu.