Cumartesi, Ekim 5, 2024
Makaleler

“Hudeybiye Andlaşması”nın Maddeleri Hakkında

Geçen haftaki makâlemizde, bir nebze “Hudeybiye Musâlehası” hakkında ma’lûmât arzetmiştik. Bugün de birazcık, “Andlaşma” maddeleri üzerinde duralım:

Sevgili Peygamberimiz, Kureyş tarafından gönderilen elçilerle görüşmeyi kabûl buyurdu. Mekke’de tutuklanan Hazret-i Osmân’ın ve daha önce hapsedilen on kadar Eshâbın serbest bırakılması sağlandıktan sonra, andlaşmaya varıldı. Sıra yazılmasına gelmişti. Hazret-i Ali (radıyallahü anh) kâtip olarak seçildi. “Sulhnâme”yi yazmak üzere kâğıt, divit hâzırlandı. Âlemlere rahmet olarak gönderilen Habîbullah Efendimiz, Hazret-i Ali’ye; “Yaz” buyurdu: “Bismi’llâhi’r-rahmâni’r-rahîm!”

Buna, Süheyl derhâl i’tirâz edip; “Yemîn ederim ki, ben ‘Rahmân’ sözünün ne demek olduğunu bilmiyorum. Böyle yazma! ‘Bismike’llahümme’ diye yaz! Yoksa barışa yanaşmam!” dedi. Peygamber Efendimiz, barışın yapılmasında çok büyük hikmetler görüyordu. Bu sebeple; “Bismike Allahümme de güzeldir” buyurdular ve Hazret-i Ali’ye böyle yazılmasını emrettiler.

Başlığa böyle yazıldıktan sonra Peygamber Efendimiz; “Bu, Muhammed Resûlullah’ın, Süheyl bin Amr ile üzerinde anlaştıkları ve sulh oldukları, şartlarını taraflarca yerine getirmek üzere imzâladıkları maddelerdir” buyurduğunda:

Süheyl’in, Hazret-i Ali’nin elini tuttuğu görüldü ve Peygamber Efendimize dönüp, “Yemîn ederiz ki, biz, senin Resûlullah olduğunu kabûl etmiyoruz, eğer onu kabûl etseydik, sana karşı gelmez, Ka’be’yi ziyâret etmene mâni olmazdık! Bu sebeple, ‘Resûlullah’ yerine, ‘Abdullah’ın oğlu Muhammed’ yaz!” dedi.

Peygamber Efendimiz, onu da kabûl buyurarak; “Vallahi siz, beni yalanlasanız da, ben yine hiç şüphesiz, Allahü teâlânın Resûlüyüm. İsmimi ve babamın ismini yazdırmak, benim peygamberliğimi gidermez ki. Yâ Ali! Onu sil, ‘Muhammed bin Abdillah’ yaz” buyurdular.

Eshâb-ı kirâmdan hiç birinin gönlü, “Resûlullah” isminin silinmesine râzî olmadı. Bir anda her şeyi unutup; “Yâ Ali! Muhammed Resûlullah yaz, aksi hâlde, bu müşriklerle aramızı ancak kılıç halleder!…” dediler. Peygamber Efendimiz, Eshâbının bu gayretlerine memnûn oldular, fakat mübârek elleriyle susmalarını işâret buyurdular. Hazret-i Ali’ye, silmesini emir buyurunca, o; “Yâ Resûlallah! Cânım sana fedâ olsun. Senin bu mübârek sıfatını silmeye benim elim varmıyor!…” diyerek özür diledi. Sevgili Peygamberimiz, orayı göstermesini istedi. “Resûlullah” kelimesini gösterince, elinden alıp kendi mübârek parmağı ile silerek yerine “Abdullah’ın oğlu” yazdırdı.

Sonra, maddeler yazılmaya başlandı. Bu maddeler:

1- Andlaşma, on yıl geçerli olacak, bu zaman içinde iki taraf birbiriyle harb etmeyecekler.

2- Müslümânlar, bu sene Ka’be’yi ziyâret etmeyecekler. Ancak bir sene sonra ziyâret edebilecekler.

3- Ka’be’yi ziyârete gelen müslümânlar, üç gün kalacaklar ve yanlarında yolcu silâhından başka silâh bulundurmayacaklar.

4- Müslümânlar, Ka’be’yi tavâf ederken, Mekke’li müşrikler, Ka’be’den dışarı çıkıp onların serbestçe tavâf yapmalarını sağlayacaklar.

5- Kureyşlilerden müslümân olan bir kimse, velîsinden izinsiz Medîne’ye giderse, iâde edilecek. Müslümânlardan biri Kureyş tarafına geçerek, Mekke’ye giderse iâde edilmeyecektir. Hazret-i Ömer bu madde için; “Yâ Resûlallah! Bu şartı da kabûl edecek misiniz?” diye sorunca; Sevgili Peygamberimiz gülümseyerek; “Evet. Bizden onlara gidecek olanları, Allahü teâlâ, bizden uzak etsin!” buyurdular.

6-Eshâbdan biri, hac veya ömre [umre] yapmak niyetiyle Mekke’ye gelse, cânı ve mâlı emniyette olacak.

7-Müşriklerden biri, Şâm’a, Mısır’a veya başka bir yere giderken Medîne’ye uğrarsa, onun da cânı ve mâlı emniyette olacak.

8-Diğer Arab kabîleleri, istedikleri tarafın himâyesine girebilecekler. Müslümânlar veya müşriklerle birleşmekte serbest olacaklardı.

Sulhnâme iki sûret yazılıp, taraflarca imzâlandı. Müşrikler karârgâhlarına döndüler. Artık müşriklerle yapılacak bir iş kalmamıştı.

Resûl-i Ekrem (sallallahü aleyhi ve sellem) Efendimiz, Eshâb-ı kirâma; “Kalkınız! Kurbânlarınızı kesiniz. Başlarınızı tırâş ettikten sonra ihrâmdan çıkınız” buyurdular. Peygamber Efendimiz, herkesten önce kurbânını kesti. Sonra kendisini, berberi Hırâş bin Ümeyye Hazretleri tırâş etti. Eshâb-ı kirâm, o mübârek saçları, daha yere düşmeden havada kapıştılar ve bereketlenmek için sakladılar. Sahâbîler de kurbânlarını kesip, bir kısmı saçlarını kazıttı, bir kısmı kısalttırdı.

Hudeybiye’de yirmi gün kadar kalınmıştı. Peygamber Efendimiz, arkadaşları ile birlikte Medîne’ye dönmek üzere hareket ettiler. Yolda Allahü teâlâ, Peygamber Efendimize, Fetih sûresini vahyederek, ni’metini ve yardımlarını tamâmlayacağını müjdeledi.

Müslümânların aleyhlerinde gibi görünen bu maddeler için, Kureyş hey’eti çok sevinçli idi. Hâlbuki bu sulhnâme müslümânlar için, büyük bir zaferdi ve bu maddeler müslümânların lehine idi.Her şeyden önce, müslümânların bir devlet olduğunu kabûl ediyorlardı. Mekke’den bir müşrik, ticâret veya başka bir şey için Şâm’a ve Mısır’a giderken Medîne’ye uğrasa, cânı ve mâlı emniyette olacaktı. Böylece müşrikler müslümânların yaşayışlarını yakından görecek, İslâm’ın adâleti, Eshâbın birbirlerine olan güzel davranışları karşısında hayrân kalacak ve İslâmiyet’i seveceklerdi. Netîcede müslümân olup sahâbîlerin safları arasına katılacaklardı.

On sene devâm etmesi gereken bu andlaşma ile, müslümânlar çoğalacaklar, güçleneceklerdi. İslâmiyet her tarafa yayılacaktı.

Ancak; “Kureyşlilerden biri, müslümân olup Medîne’ye sığınmak isterse, iâde olunacak” maddesi için Peygamber Efendimiz müteessir olmuşlar ve; “Allahü teâlâ, onlar için elbette bir genişlik, bir çıkar yol yaratacaktır” buyurmuşlardı…

Kâinâtın sultânı (sallallahü aleyhi ve sellem), muzaffer olarak nûrlu Medîne’yi teşrîf ettiği günlerde, Kureyş’in Sakîf kabilesinden Ebû Basîr, müslümân olmakla şereflenmişti. Müşriklerin arasında yaşayamayacağını anlayan Ebû Basîr (r. anh), yaya olarak Medîne’ye geldi. Ama Hudeybiye andlaşmasının gereği olarak Medîne’den ayrılıp, Kızıldeniz sâhilindeki Îs denilen yere yerleşti. Burası Kureyş müşriklerinin Şâm’a gittikleri ticâret yolu üzerinde bulunuyordu. [Bu konunun biraz teferruâtı var ama, yerimiz müsâid olmadığından, bu kadarcık işâret etmekle iktifâ edelim.]

Bundan sonra, Kureyş’ten müslümân olanlar, Medîne’ye değil, Îs’e, Ebû Basîr’in (r. anh) yanına gittiler. Bunlardan ilki Ebû Cendel Hazretleriydi. Artık bunun arkası devâm etti. Elli kişi, yüz kişi, iki yüz, üç yüz kişi oldular.

Kureyş kervânı Şâm’a giderken buradan geçmek mecbûriyetinde idi. Ebû Basîr Hazretleri ve yanındaki müslümânlar, buradan geçen müşrikleri yakalıyor ve müslümân olmalarını istiyorlardı. Müslümân olmayanlarla çarpışıp, onları güç durumda bırakıyorlardı.

Mekkeli müşrikler, artık Şâm ticâret yollarının kesildiğini görüp, Medîne’ye bir hey’et gönderdiler. Hudeybiye sulhnâmesinin, “Kureyşlilerden müslümân olan bir kimse velîsinden izinsiz Medîne’ye giderse iâde edilecek!…” maddesinin kaldırılması için yalvardılar. Peygamber Efendimiz merhamet buyurup, onların bu isteklerini kabûl etti. Böylece Kureyşlilerin Şâm ticâret yolları açılmış oldu. Müslümânlar da sabretmelerinin karşılığını görüp Medîne’ye Peygamber Efendimizin yanına geldiler.

Müşrikler, bu sulhnâmede belirtilen maddelere ancak iki sene uyabildiler. Hicretin sekizinci senesinde müslümânların müttefiki olan Huzâa kabîlesine saldırıp yirmi kadar adamlarını öldürdüler. Onlar da Resûlullah Efendimize gelip durumu bildirdiler ve yardım istediler. Peygamber Efendimiz de kabûl buyurarak, sulhnâmeyi bozan Kureyş üzerine yürüyüp M. 630 (H. 8) yılında Mekke’yi fethettiler.

MEKKE-İ MÜKERREME’NİN FETHİNE DÂİR

Malûm olduğu üzere, Peygamber Efendimizin dünyâyı teşrîfi, kendilerine Peygamberliğinin bildirilmesi, Mekke-i mükerreme’den Medîne-i münevvere’ye hicreti, orada İslâm Devleti’ni kurması, diğer zaferlerinin yanında, “Mekke-i Mükerreme’yi Fethi”, dünyânın en mühim dönüm noktalarından, en önemli kilometre taşlarındandır.

Kur’ân-ı kerîm’de “Mekke-i Mükerreme’nin Fethi” hakkında şöyle buyurulur(Meâlen):

“Doğrusu Biz, sana apaçık bir fetih, zafer ihsân ettik.” [Fetih, 1]

“Böylece Allah, senin geçmiş ve gelecek günâhını, kusûrlarını bağışlar (bütün tasalarını giderir; geçmişte de, gelecekte de seni günâh işlemekten korur). Sana olan ni’metini tamâmlar ve seni doğru bir yola iletir, eriştirir.” [Fetih, 2]

“Ve sana kimsenin güç yetiremiyeceği bir şekilde, eşsiz bir şanlı zaferle yardım eder.” [Fetih, 3]

“Îmânlarını bir kat daha arttırsınlar, îmânlarına îmân katsınlar diye mü’minlerin kalplerine huzûr, güven indiren O’dur. Göklerin ve yerin orduları, askerleri Allah’ındır. Allah bilendir, Hakîm olandır, hüküm ve hikmet sâhibidir, her şeyi hikmetle yapandır.” [Fetih, 4]

“(Bütün bu lutuflar) mü’min erkeklerle mü’min kadınları, içinde ebedî, temelli kalacakları, içlerinden [zemininden, altından] ırmaklar akan cennetlere koyması, onların günâhlarını, kötülüklerini örtmesi, silip bağışlaması içindir. İşte bu, Allah katında büyük bir kurtuluştur.” [Fetih, 5]

“(Bir de bunlar) Allah hakkında, (inananlara yardım etmez diye) kötü zanda bulunan münâfık erkeklere ve münâfık kadınlara, müşrik (Allah’a ortak koşan) erkeklere ve müşrik kadınlara azâp etmesi içindir. Müslümânlar için bekledikleri kötülük girdâbı, çemberi, kötü olaylar başlarına gelsin! Allah onlara gazap etmiş, onları la’netlemiş ve kendilerine cehennemi hazırlamıştır. Orası ne kötü bir yerdir!” [Fetih, 6]

“Göklerin ve yerin orduları Allah’ındır. Allah azîzdir, güçlüdür, güçlü olandır. 
hakîmdir, hikmet sahibidir, hakîm olandır.” [Fetih, 7]

Peygamberimizin, Mekke’li müşriklerle biri sulh, diğeri de harp devri olmak üzere iki şekilde münâsebeti oldu. Sulh devrinde müşriklerin alay, hakâret, işkence, bütün münâsebetleri kesme ve şiddete başvurma gibi çeşitli safhalarda sürdürdükleri düşmânlık, hicretin ikinci yılında harp şekline dönüştü.

Müslümânların Mekke’den Medîne’ye hicret etmesinden sonra da düşmânlıklarını devâm ettiren müşrikler, ordu hazırlayıp Medîne’de bulunan müslümânların üzerine yürüdüler. Bedir, Uhud, Hendek… gibi kanlı savaşlar yapıldı. Bu savaşlarda müslümânlar karşısında tutunamayıp perişân oldular. Nihâyet hicretin altıncı yılında Peygamberimizle sulh yapmayı kabûl ettiler ve yukarıda anlattığımız “Hudeybiye Antlaşması”nı imzâladılar.

On yıl süre için imzâlanan bu antlaşmanın bir maddesine göre, Kureyş kabîlesi dışında kalan diğer Arap kabîleleri, müslümânlardan veya müşriklerden istedikleri tarafın himâyesine girebileceklerdi. Bu antlaşma gereğince, Huzâa kabîlesi Peygamberimizin; Benî Bekr kabilesi de müşriklerin himâyesine girmişti. Bu iki kabîle arasında eskiden beri süregelen bir düşmânlık vardı. Bahâneler arayarak hâdise çıkarmak isteniyordu. Mekke’li müşrikler, iki yıl sonra bu antlaşmayı bozdular. Sulhun devâmı için müslümânlarca yapılan yeni teklîflere de uymadılar.

Özet olarak söyliyecek olursak:

Peygamber Efendimiz ve hâzırladığı İslâm ordusu, hicretin 8. yılında, 01 Ocak 630 târihinde, Medîne-i münevvere’den 12.000 kişilik bir ordu hâlinde gelerek, harp etmeden ve kan dökmeden Mekke-i mükerreme’yi teslîm aldı. Peygamber Efendimiz, düşmânlarına da; “Sizin hiçbirinizi, sorguya çekecek değilim. Gidiniz, hepiniz serbestsiniz!” buyurdu.

Ka’be-i muazzama’yı putlardan temizledi ve Hazret-i Bilâl, Ka’be-i şerîfe’nin damına çıkarak Mekke’de ilk ezânı okudu. Müslümânlar; göç ederek ayrıldıkları Mekke-i mükerreme’ye, Ka’be-i şerîfe’ye ve vatanlarına, böylece yeniden kavuşmuş oldular.

“Andolsun ki Allah, gerçekten Peygamberinin, elçisinin rüyâsını doğru çıkardı. Allah dilerse, siz, güven, güvenlik içinde, başlarınızı tırâş etmiş ve saçlarınızı kısaltmış olarak, korkmadan Mescid-i Harâm’a gireceksiniz. Allah, sizin bilmediğinizi bilir. Size, bundan başka, bundan önce size yakın zamanda bir zafer, bir fetih verecektir.” [Fetih, 27]

 “Bütün dinlerden üstün kılmak üzere, Peygamberini hidâyet, doğruluk rehberi Kur’ân ve hak dîn ile gönderen O’dur. Şâhit olarak Allah yeter.” [Fetih, 28]

Cenâb-ı Hak, bütün Peygamberleri vâsıtasıyla, onlara saâdet yollarını göstermiş, iyi ve güzel, kötü ve çirkin her şeyi öğretmiştir. Bu “Peygamber”leriyle, insanların dünyâda ve âhirette râhat etmeleri, huzûr içerisinde, iyi bir şekilde yaşamaları için, emirlerini ve yasaklarını, ya’nî ne yapmaları ve nelerden sakınmaları lâzım olduğunu açıklamıştır.

Sevgili Peygamberimiz de, Mekke’deki hemşehrilerine, senelerce hakkı, hakîkati teblîğ etmiştir. Ama nasîpli olan az bir grup dışında, diğer insanlar îmânla şereflenememişlerdir.

Hâlbuki bu Peygamberlerin hepsinin hedefi, insanların dünyâda huzûr ve sükûn içerisinde yaşamaları, âhirette de ebedî saâdete kavuşmalarıdır.

Peygamberlerin vârisleri olan İslâm âlimleri ve Evliyâ-yı kirâm da, hep gıdâ gibi, bütün insanlara lâzım olan iyi fertler, âileler ve cemiyetler teşkîl etmek için uğraşmışlardır.

Gelmiş-geçmiş bulunan bütün Peygamberlerin getirdikleri ahkâm-ı dîniyyede dînin, nefsin (cânın), aklın, neslin (ırzın, nâmûsun), mâlın ve benzeri değerlerin korunması öngörülmüştür. Allahü teâlâ ve Peygamberleri, emir ve yasaklarında, bunları koruma altına almışlardır. Hâlbuki bugün bütün dünyâda, bu sayılanlar da dâhil olmak üzere, bütün insan hakları ciddî bir şekilde ihlâl edilmektedir. Mukaddes dînimizde adam öldürmek, yaralamak, malını almak, çalmak şöyle dursun, kalp kırmak bile büyük günâhlardandır.

Evet! Allahü teâlâ, insanların îmân etmelerini, kardeşçe yaşamalarını, sevişmelerini, birbirlerine yardımcı olmalarını istemiş ve bunları emretmiştir. İnanan insanların da kardeş olduklarını Hucurât sûresinde i’lân etmiştir. Peygamberimizin hem Mekke’de, hem de Medîne’de yapmak istediği bu kardeşliği sağlamak değil miydi? Birbirlerine bir asırdan fazla [120 yıl] düşmân olan Evs ve Hazreç kabîleleri, îmânla şereflenince, ana-baba bir kardeşten de ileri olmadılar mı? Âdetâ kuzu sarması gibi olmadılar mı?

Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı kerîminde ayrıca buyuruyor ki:

“Siz, insanlar için, [ya’nî insanların iyiliği için] ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz; [ya’nî ümmetlerin en hayırlısı olmak üzere yaratıldınız.] İyiliği, doğruluğu emreder; kötülükten, fenâlıktan meneder ve Allah’a inanırsınız…” (Âl-i İmrân, 110 )

Kâinâtın Efendisi SevgiliPeygamberimiz de hadis-i şeriflerinde buyurmuştur ki:

“Kavmin efendisi, onlara hizmet edendir.”

“İnsanların hayırlısı [en iyisi], insanlara faydalı olandır.”

“İnsanların arasına karışan, onların ezâ ve cefâsına katlanan mü’min, insanların arasına girmeyen ve onların baskılarına katlanmayan mü’minden daha fazîletlidir.” (Suyûtî, el-Câmiu’s-Sağîr, II, 282)

TARİHİN EN BÜYÜK HADİSESİ

20-23 (Yirmi-yirmi üç) sene gibi çok kısa bir zamanda, Arabistân halkını, dünyâda bir benzeri görülmemiş üstünlüklere, yüksekliklere ve medeniyete kavuşturan İslâmiyet, 30 (otuz) sene gibi çok kısa bir zamanda da Mezopotamya, Îrân ve Hindistân içlerine, Anadolu’ya, Mısır ve Kuzey Afrika’ya, Kıbrıs’a kadar yayılarak büyük İslâm devletlerinin kurulmasına sebep olmuştur. Aslında yarım asır, devletler târihinde çok kısa bir dönem sayılır.

Gülünç zayıflıktan sonra bu ezici kuvvet, acâyip durgunluktan sonra bu şaşılacak canlılık, derin uykudan sonra bu çabuk uyanış, tarihin çözemediği bilmecelerdendir. Amerika’lı yazar Stüdart, bu konuda, “İslâm Âleminin Bugünkü Hâli” adlı kitabında diyor ki:

“İslâm’ın zuhûru, neredeyse insanlık tarihinde kaydolunan en büyük hâdisedir. İslâm, daha evvel şahsiyet bakımından zayıf olan bir millet ve değer bakımından kıymetsiz bir ülkede zuhûr etti. Daha yirmi-otuz sene geçmeden, uçsuz-bucaksız geniş mülk ve saltanatları parçalayarak, asırlar ve nesiller boyu devâm edegelen eski dînleri yıkarak, millet ve kavimlerin içindekilerini değiştirerek, sağlam bünyeli bir âlem (İslâm Âlemi) kurarak yeryüzünün yarısına yayıldı. İslâm’ın ilerleme ve yükselme sırrını ne kadar araştırıp incelersek, o kadar hayrânlığımız artıyor…” [Amerikalı yazarın açıklamaları bu minvâl üzere devâm ediyor.]

Şunu da belirtelim ki, târihçiler, insanlık tarihinde vukû bulan en garîp hâdisenin, bu olduğunda söz birliği etmişlerdir.

Daha sonraki asırlarda Afrika’nın ortalarına, İspanya’ya, Avrupa içlerine götürülen İslâm dîni ve medeniyeti, gittiği her yerde insanlara adâlet ve emniyet, huzûr ve saâdet dağıttığı gibi, ilmin ve tekniğin en son mahsûllerini de bol bol saçmıştır.