Aklın Doğruyu Anlayabilmesi İçin Vahye İhtiyâcı Vardır
Bazı kimseler, “akıl” ile “vahyi” kendilerine göre mukâyese etmekte, bunlar hakkında, nakle dayanmayan, akl-ı selîme de uymayan, indî ve gelişigüzel sözler söylemektedirler. Bu münâsebetle biz, bu makâlemizde, birer nebze “akıl” ile “vahiy”den bahsedeceğiz.
Evvelâ belirtelim ki “AKIL”: “Doğruyu-yanlıştan, iyiyi-kötüden, faydalıyı-zararlıdan ayırmaya yarayan bir meleke [kuvvet], bir ölçü âleti”dir.
Dünyâ işlerinde bile yanılan “akıl”, Allahü teâlâya ve âhirete ait bilgilerde yalnız başına doğruyu bulamaz. Dîn bilgileri akıl ile bulunamaz. Akıl, bunları anlamaya yardımcı olur. Ya’nî bunları anlamak, doğruluklarını, kıymetlerini kavramak için akıl lâzımdır. İslâmiyette aklın ermediği şey çoktur. Fakat aklın kabûl etmediği hiç bir şey yoktur. Aklın erişemediği ve ulaşamadığı bu konularda, inanmasından başka çâre yoktur.
İnsan, kendisini yaratan büyük kudret sâhibi Allahü teâlânın varlığını aklı sayesinde anlayabilmiştir. Fakat O’na giden yolu bulamamıştır. Bu yol, Peygamberler ve onların getirdikleri dînlerden öğrenilir. Âhiret bilgileri, Allahü teâlânın beğenip-beğenmediği şeyler ve O’na ibâdet şekilleri aklın çerçevesi dışında, insan dimâğının üstündedir. Bunlar, akıl ile bilinebilselerdi, Peygamberlerin gönderilmesine lüzûm kalmazdı. Peygamberlerin gönderilmeleriyle, insanların bilmiyorduk diye özür ve bahâne göstermeleri önlenmiştir.
Akıl çok şeyi anlar; fakat her şeyi anlayamaz. Anlaması da kusûrsuz, tâm değildir. Çok şeyleri, Peygamberler bildirdikten sonra anlar. Akıl, Peygamberlerin gönderilmeleri ile tâm hüccet (delîl) olmuştur. Ya’nî o büyüklerin gönderilmeleri ile akıl her şeyi öğrenebilmiştir.
Akıl; insan, melek ve cinnîlerde bulunur. Diğer canlılarda akıl yoktur. İnsanı hayvândan ayıran en önemli fark akıldır. Hayvânlar sevk-i tabîî (içgüdü) denilen bedenlerinin arzû ve isteklerine göre hareket ederler. Akılları olmadığı için faydalı ile zararlıyı birbirinden ayıramazlar. İnsan ise, aklı sâyesinde, faydalı isteklerini yerine getirir, zararlı olanlardan sakınır.
VAHYİN TARİFİ VE VAHİY ŞEKİLLERİ
Şimdi gelelim “Vahy”e: Sözlükte, “sür’atli işâret, yazı yazmak, gizli söz, ilhâm” gibi ma’nâlara gelen “Vahiy”, ilmî bir ıstılâh (terim) olarak “Allahü teâlânın dilediği şeyleri, emir ve yasaklarını, dilediği şekilde Peygamberlerine bildirmesi” demektir.
Allahü teâlâ, dünyâya gönderdiği ilk insan ve ilk Peygamber Hazret-i Âdem’den Resûlullah Efendimize kadar bütün Peygamberlerine vahiyde bulunmuştur.
Usûl-i tefsîr kitaplarında belirtildiği üzere, Cebrâîl aleyhisselâm, vahyi getirirken ba’zan insan şekline girer ve Eshâb-ı kirâmdan çok güzel yüzlü olan Dıhye-i Kelbî’nin sûretinde gelirdi. Ba’zan vahyi, Peygamber aleyhisselâmın kalbine ilkâ ederdi, yerleştirirdi; bu durumda Resûlullah Efendimiz, meleği görmezdi. Cebrâîl aleyhisselâm, birkaç defa da kendi şekil ve sûretinde geldi.
Başka vahiy şekilleri de vardır. Allahü teâlâ, meleksiz ve perdesiz, ya’nî arada hiç bir vâsıta olmadan da Peygamber Efendimize vahyetmiştir. Meselâ böyle bir hâl, Mi’râc gecesinde vâkı’ olmuştur; Bakara sûresinin son iki âyet-i kerîmesi, bu gecede vahyolunmuştur.
Resûlullah Efendimiz sağlığında, gelen vahiyleri, vazîfelendirdiği kâtiplerine yazdırırdı. Aynı âyet-i kerîmeyi, aynı anda birçok kimsenin yazdığı da olurdu.
Allahü teâlâ, bütün dünyâya, en son Peygamber olarak ve kıyâmete kadar da değiştirmemek üzere, Sevgili Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâmı göndermiştir. Her Peygamber gibi, son “Nebî” ve “Resûl” olan Muhammed aleyhisselâm da, akıl ile bulunacak dünyâ işlerine dokunmayıp yalnız bunları araştırmak, bulup faydalanmak için çalışmayı emretmiş, Allahü teâlânın beğendiği ve beğenmediği şeyleri açık olarak bildirmiştir.
İLK GELEN VAHİY
Peygamber Efendimiz 40 yaşında iken, bir gün, Mekke-i mükerreme’deki Hırâ mağarasında tefekküre dalmıştı. Mîlâdî 610 senesinde Ramazân ayının 17. (Pazartesi) gecesi, gece yarısından sonra uyanık iken, Cebrâîl aleyhisselâm insan sûretinde [yahut kendi aslî hüviyetinde] gelip bazı karşılıklı konuşmaları müteâkıp “(Ey Habîbim! Her şeyi) yaratan Rabb’inin adıyla oku! O, insanı alakdan (pıhtılaşmış kandan) yarattı. Oku, Rabbin büyük kerem sâhibidir. O kalemle öğretir; insan(lar)a bilmediklerini öğretir” meâlindeki “Alak sûresi”nin ilk beş âyet-i kerîmesini getirdi.
Resûlullah Efendimiz de onunla beraber okudu. Sonra Cebrâîl aleyhisselâm; “Yâ Muhammed! Allahü teâlâ sana selâm söylüyor ve senin için; “Sen, benim, insan ve cinnîlere Peygamberimsin. Onları kelime-i tevhîde (lâ ilâhe illallah demeye) dâvet et!” buyuruyor dedi.”
Sevgili Peygamberimize, peygamberliğinin bildirildiği ilk vahiy, işte böyle gelmişti. Kur’ân-ı kerîm, Peygamber Efendimize bir def’ada, toptan gelmeyip, lüzûmuna ve hâdiselere göre, âyet âyet, bâzen sûre sûre nâzil oldu. Kur’ân-ı kerîm, takrîben 23 senede tamâmlandı. Diğer semâvî kitâplar ise birer def’ada indirilmişlerdir.
Resûlullah Efendimiz, kendisine indirilen âyet-i kerîmeleri ezberler ve aslâ unutmazdı. Nitekim “A’lâ sûresi”nin 6. âyet-i kerîmesinde meâlen, “Sana (Cebrâîl’in öğreteceği üzere) Kur’ân-ı kerîmi okuyacağız ve sen hiç unutmayacaksın” buyurulmuştur.
Resûlullah Efendimiz, kendisine gelen âyet-i kerîmeleri, Eshâb-ı kirâmına da okur, onlar da ezberlerdi. Gelen vahyi, emrindeki husûsî vahiy kâtiplerine de yazdırır, her âyet-i kerîmenin hangi sûreye yazılacağını bildirirdi. Vahiy kâtiplerinin sayısı 42’yi bulmuştur; bunlar sahâbe-i kirâmın en önde gelen sîmâlarıdır.
Cebrâîl aleyhisselâm her sene bir kerre gelip, o zamâna kadar inmiş olan Kur’ân-ı kerîmi, levh-i mahfûzdaki sırasına göre okur, Peygamberimiz de dinler ve tekrâr ederdi. Resûlullah Efendimizin âhirete teşrîf edeceği sene iki kerre gelip tamâmını okudular.
AKLIN MÂHİYETİ
Cenâb-ı Hak, diğer vücûd uzuv(organ)larımızın üstünde bulunan aklı, esâs itibâriyle hakkı-bâtıldan, iyiyi-kötüden, faydalıyı-zararlıdan ayırt eden bir meleke olarak yaratmıştır. Zâten iyiyi, kötüden ayırabilen akla “akl-ı selîm” denir. Fakat hemen belirtmek lâzımdır ki, akıl yalnız başına, faydalı-zararlı şeyleri, genellikle ma’neviyyâtı anlayamamaktadır. Şu bir vâkıadır ki, hak ile bâtıl, iyi ile kötü, ancak, bütün mahlûkâtı yoktan var eden Allah’ın bildirmesiyle bilinip anlaşılabilmektedir.
İşte bundan dolayı Allahü teâlâ, insanların, akıllarından faydalanmaları için, Peygamberleri, dîn ışığını yaratmıştır. Kullarına çok acıyıp, onların râhat ve huzûr içerisinde yaşamalarını istediğinden, her asırda insanlar arasından seçtiği en üstün, en iyi kimseleri Peygamber yapmış, bunlara kitâplar göndererek huzûr ve saâdet yolunu göstermiştir. Peygamberler, dünyâ ve âhırette râhat etme yolunu bildirmeselerdi, şüphesiz ki akılla bulunamazdı.
Sâdece akla uymak gecenin koyu karanlığında, bilinmeyen yerlerde, pervâsızca yürümeye ve engin denizde, acemî kaptanın, pusulasız yol almasına benzer ki, her an uçuruma, girdâba düşebilirler. Nitekim felsefeciler ve her şeyi tecrübeleri, hayâlleri ile îzâha kalkışan materyalistler (mâddeciler), akılları dışında bulunan konulardaki sözlerinin çoğunda yanılmışlardır.
Şunun net bir şekilde bilinmesi lâzımdır ki, dînimizde akla uymayan hiçbir şey yoktur, fakat aklın ermediği şeyler çoktur. Âhıret bilgileri ve Allâhü teâlânın beğenip beğenmediği şeyler ve O’na ibâdet şekilleri, eğer aklın çerçevesi içinde olsalardı ve akıl ile doğru olarak bilinebilseydi, binlerce Peygamber gönderilmezdi.
AKLIN İNSAN HAYÂTINDAKİ YERİ BÜYÜKTÜR
Aklın insan hayâtındaki yeri büyüktür. İnsanlar işlerini akılları ile düşünüp karâr vererek yaparlar. İnsanların yaptıkları işlerden dînen ve hukûken mes’ûl (sorumlu) olmaları, akılları sebebiyledir.
Peygamber Efendimiz “akıl” ile ilgili olarak buyurmuşlardır ki:
“Allah indinde en sevimliniz, akılca en üstün olanınızdır.”
“Akıllı insan, Allah’a itâat eden insandır.”
“Kişinin aklı tamâm olmadıkça îmânı tamâm olmaz. Dîni de müstakîm (doğru) olamaz.”
“Her şeyin bir direği vardır. Mü’minin direği ise aklıdır. Kişinin ibâdeti, aklı nisbetindedir.”
“Aklı olmayan, güzel ahlâka sâhip olamaz.”
“Aklın alâmeti (işâreti) nefse gâlip ve hâkim olmak ve öldükten sonra lâzım olanları hâzırlamaktır. Ahmaklık alâmeti, nefse uyup, Allah’tan af, merhamet beklemektir.”
Akıl, dünyâ işlerinde ve kullar arasındaki münâsebetlerde iyiyi-kötüden ayırmada, bir ölçü âletidir. Fakat çok kere yanıldığı da görülmektedir. Bu sebeple akla çok güvenmenin sonu pişmanlık olur. Bunun için, dînimiz işlerimizi yaparken, istişâre etmeyi (ehline, bilene danışmayı) tavsiye etmiştir. Peygamber Efendimiz, “İstihâre yapan aldanmaz; istişâre eden pişmân olmaz; iktisâd eden de darlık görmez” buyurmuştur. Aklın dünyâ işlerinde isâbetli, doğru karar vermesinde istişârenin faydası büyüktür. “İstişâre”, geniş düşünmeye ve zihnin açılmasına yardımcı olur. [İnşâallah başka bir makâlemizde ondan uzunca bahsetmek istiyoruz.]
AKIL DÎN BİLGİLERİNİ BULAMAZ
Akıl göz gibidir. Ya’nî insanın aklı gözü gibi zayıf yaratılmıştır. Allahü teâlâ, gözümüzden faydalanabilmemiz için güneş ışığını yaratmıştır. Akıl da yalnız başına ma’nevî şeyleri, faydalı ve zararlı şeyleri anlayamayacağından, Allahü teâlâ, Peygamberleri ve dîn ışığını yaratmıştır. Akıl nasıl hareket edeceğini, dünyâ ve âhirette râhat etme ve huzûra kavuşma yollarını bunlardan öğrenmiştir.
Aklın erdiği şeylerde ona güvenip, aklın ermeyeceği, yanılacağı şeylerde İslâmiyetin bildirdiklerine uyan yüksek insanlara “İslâm âlimi” denir. İslâm âlimleri, akılları ile anlayabildiklerini anlattılar. Anlayamadıklarına öylece inandılar. Anlayamadıklarına, “aklımız ermediği için anlayamadık” dediler. Dinimizin bildirdiklerini, akıl ersin-ermesin isbât ettiler. Bu bilgilere akıl ermediği için karşı gelmediler. Böylece kabir azâbına, sırât köprüsüne, kıyâmetteki terâzîye hemen inandılar. Akıl ermediği için olmaz demediler. Çünkü Kur’ân-ı kerîme, hadîs-i şerîflere ve bu iki temel kaynaktan İslâm âlimlerinin çıkardıkları ahkâma uydular, aklı bu temel kaynaklara bağladılar.
Yalnız akla uyan, yalnız ona güvenen, aklın ermediği şeylerde yanılan kimse “felsefeci”dir. Eski Yunan felsefecileri, akılları eren şeylere inanıp, akıllarının ermediklerine, anlayamadıklarına inanmadılar.
Akıl, anlayamadığı konularda zorlanırsa, yanılmaya mahkûmdur. Nitekim eski Yunan felsefecilerinden sonra gelenler, öncekilerin yanlışlarını çıkarmış, birbirlerini beğenmemişlerdir. Eflatun ve Aristo gibi eski Yunan felsefecilerinin de yanıldıklarını ve bu yüzden medeniyetin asırlarca geri kalmasına sebep olduklarını asrımızdaki fen adamları bildirmektedirler. Bazı “İslâm filozofu” denen kimseler de aklın eremeyeceği işlerde, akıllarına güvenerek konuştukları için doğru yoldan ayrılmışlar, Ehl-i sünnet i’tikâdının dışına çıkmışlardır. Yetmiş iki sapık fırkanın ortaya çıkması da akıllarına fazla güvenip yanılmaları sebebiyle olmuştur.