Peygamberimizin Dünyâyı Teşrîfinden Önce Meydâna Gelen Hârikul-âde Hâller
Bu gece “Mevlid Gecesi”dir. Onun için bugün sizlere, bir nebze [deryâdan damla misâli], “Peygamber Efendimiz”den bahsetmeye çalışacağız.
İki cihân güneşini anlatırken, aslında onun birçok yönünü ele almak lâzım: Önce onun kısa bir “Terceme-i hâli”ni (biyografisini) vermek, sonra “Hilye-i şerîfe”si denilen fizikî yönüne temâs etmek, ondan sonra da “ahlâkî üstünlükleri”nden uzunca bahsetmek yerinde olurdu herhâlde. Daha sonra da insânları İslâmiyete da’veti, irşâdı, teblîğâtı üzerinde durmak uygun olurdu. Ama bunların hepsini burada anlatmak için yerimiz müsâid değil. Bu bakımdan sâdece kısaca birkaç husûsa temâs edebileceğiz.
Ehemmiyetinden dolayı hemen burada şunu belirtelim ki:
Denilebilir ki, târih boyunca, hayâtı, en ince teferruâtıyla, sadece yıl ve ay olarak değil, hafta, hattâ gün bazında ortaya konulan yegâne zât, şüphesiz ki, Peygamber Efendimiz’dir.
“Delâilü’n-Nübüvve” ve “Şevâhidü’n-Nübüvve” kitapları, Sevgili Peygamberimizin Peygamberliğinin delillerinden, “Sîret-i Nebeviyye” ve “Meğâzî” kitapları O’nun hayatından ve harblerinden, “el-Hasâis” kitapları, O’nun fazîletlerinden ve mu’cizelerinden, “Şemâil-i şerîfe” kitapları fizikî yapısından, İslâm Târihi ve Ansiklopediler ise, umûmî hayâtından bahsetmektedirler.
Cenâb-ı Hak, bütün insanların [kullarının] îmân etmelerini, ibâdet yapmalarını, verdiği ni’metlere şükretmelerini, güzel ahlâka sâhip olmalarını, kendi aralarında kardeşçe yaşamalarını, sevişmelerini, birbirlerine yardımcı olmalarını istemiş ve bunları emretmiştir. İnanan insanların da kardeş olduklarını i’lân etmiştir.
Çeşitli vesîlelerle, zaman zaman söylediğimiz ve yazdığımız gibi, Allahü teâlâ, kullarına çok acıdığı için, onların dünyada râhat, huzûr içinde, kardeşçe yaşamaları, âhirette de sonsuz saâdete, bitmez-tükenmez ni’metlere kavuşmaları için, yapılması lâzım olan iyilikleri ve sakınılması lâzım olan kötülükleri, bütün Peygamberlerine bildirmiş, bunları bildiren birçok kitap (yüz suhuf ve dört kitap) da göndermiştir. Bu kitaplardan yalnız Kur’ân-ı kerîm bozulmamıştır.
Allahü teâlânın, kullarına, râzî olduğu yolu göstermek için, çeşitli kavimlere, zaman zaman Peygamberler gönderdiği, akl-ı selîm sâhibi herkes tarafından kabûl edilen çok açık bir husûstur. Hz. Âdem’den sonra muhtelif asırlarda, çeşitli coğrafî bölgelere “Hz. Nûh”, “Hz. İbrâhîm”, “Hz. Mûsâ”, “Hz. Îsâ” ve “Hz. Muhammed” (aleyhimüs-selâm) gibi birçok “Peygamber” göndermiş, bazılarına “Kitap” ve “Suhuf” ta vermiştir.
[Bildiğimiz gibi, bu peygamberlerden 6’sına “Ülü’l-azm Peygamberler”, 313’üne “Resûller”, 124 binden ziyâdesine de “Nebîler” denilmektedir.] Bunların hepsi de, aynı îmân esâslarını teblîğ etmiş, “iyi ferd”, “iyi âile”, “iyi cem’iyet” meydâna getirmeyi hedeflemişlerdir. 100’ü “Suhuf = Sahîfeler, formalar, kitapçıklar”, 4’ü büyük kitap olmak üzere toplam 104 kitâbın hedefi de, “insân-ı kâmil” meydâna getirmektir.
PEYGAMBERİMİZİN TEŞRÎFLERİNDEN ÖNCEKİ DÜNYÂNIN HÂLİ (YA’NÎ CÂHİLİYE DÖNEMİ)
Şimdi bu girişten sonra, Peygamber Efendimizin Peygamberliği kendisine bildirilmeden önceki dünyânın hâlini kısaca hâtırlamakta fayda görüyoruz. Çünkü bu, bize, günümüzle bir kıyâs yapmamıza da imkân verecektir.
O’nun teşrîfiyle âlem, yeniden hayât buldu; karanlıklar dağıldı; bütün cihân aydınlandı. Nasıl ki maddî güneş, her tarafı aydınlatıyorsa, o ma’nevî güneş de her tarafı tenvîr etti.
Fahr-i kâinât Efendimiz doğmadan önce, bütün âlem, ma’nevî yönden müthiş bir zulmet (karanlık) içinde idi. İnsanlar hadsiz, hudûtsuz derecede azgınlaşmışlar, Allahü teâlânın gönderdiği dînler unutulmuş, İlâhî hükümlerin yerini, insan kafasından çıkan fikirler, düşünceler almıştı.
Sâdece insanlar değil, bütün mahlûklar, zâlim insanların vahşet ve zulmünden iyice bunalmıştı. Yeryüzünde bulunan bütün milletler, Allahü teâlâyı unutmuş, huzûrun, saâdet ve sevincin kaynağı olan “Tevhîd” inancı ortadan kalkmıştı. Küfür fırtınası, kalplerden îmânı söküp atmış, insanlar putlara tapmaya başlamışlardı.
İsrâîl oğulları birbirlerine düşmüş, Mûsâ aleyhisselâmın getirdiği dîn unutulmuş, Tevrât bozulmuştu.
Îsâ aleyhisselâmın getirdiği hakîkî dîn de bozularak, dîn ile hiç bir alâkası kalmamıştı. Papazlar istedikleri gibi dîni değiştirdiklerinden, İncîl’in aslı kaybolmuş, teslîs, ya’nî üçlü tanrı fikri kabûl edilmişti. Böylece her iki kitap da, Allah kelâmı olmaktan çıkmıştı.
Mısır’da, bozulmuş Tevrât’ın hükmü, Bizans’ta yine değiştirilmiş bir dîn olan Hıristiyânlık vardı.
Îrân’da ateşe tapılıyor, ateşperestlerin âteşi bin senedir söndürülmüyordu.
Çin’de Konfüçyüsizm, Hindistân’da Budizm gibi uydurma dînler hüküm sürüyordu.
Arabistân’ın insanları da karanlık içinde idiler. Yeryüzünün merkezi olan mübârek Mekke’de, küfür sel gibi akıyor, Beytullah’ın içine, “Lât”, “Menât” ve “Uzzâ” gibi yüzlerce put dolduruluyordu.
Zulüm son haddine varmış, ahlâksızlık, iftihâr vesilesi sayılıyordu.
Netîce i’tibâriyle o zamanın insanları arasında şefkat, merhamet, iyilik ve adâlet gibi güzel hasletler yok olmuş gibiydi.
İşte bugünkü bozuk inanışlara, kötü işlere sapmamak da bir yiğitliktir.
PEYGAMBERİMİZİN DOĞUMU ESNÂSINDA MEYDÂNA GELEN HÂRİKUL-ÂDE [OLAĞANDIŞI] HÂLLER
Yedi kat yer, yedi kat gök, kısacası bütün âlem, büyük bir hürmet ve sevinç içinde “Seyyidü’l-mürselîn”, “Hâtemü’l-enbiyâ”, “Habîb-i Hudâ” olan Efendisini beklemekte idi. Hicretten 53 sene evvel, Fîl vak’asından iki ay kadar sonra, Rebîu’l-evvel ayının onikisinde, Pazartesi gecesi sabaha karşı, Mekke’nin Hâşimoğulları Mahallesi’nde, Safâ Tepesi yakınında bir evde, Muhammed Mustafa (aleyhisselâm) doğdu. O’nun teşrîfiyle âlem, yeniden hayât buldu. Karanlıklar dağıldı. Âlemler aydınlandı.
Dost-düşman herkesçe ma’lûm olduğu üzere, Resûl-i Ekrem Efendimizin doğduğu gece, pekçok olağanüstü hâl görülmüştür:
Meselâ o gece, Ka’be-i Muazzama ve Mescid-i Harâm’daki bütün putlar, yüz üstü devrilip yere kapandılar.
Îrân Kisrâsı’nın Medâyin’deki sarayı sallandı, hattâ 14 burcu yıkıldı. Mecûsîlerin, ya’nî ateşe tapanların bin (1.000) seneden beri yanan kocaman ateş yığınları ânîden sönüverdi.
Mukaddes sayılan “Sâve gölü”nün o gece suyu çekilerek kurudu.
Şâm tarafında, bin yıldan beri kuru bir vâdî olan ve suyu akmayan “Semâve nehri vâdîsi”, sularla dolup taşarak akmaya başladı.
Muhammed aleyhisselâmın doğduğu geceden i’tibâren, şeytân ve cinnîler artık Kureyş kâhinlerine, hâdiselerden haber veremez oldular ve kehânet sona erdi.
Bakın, bu konuda bir şâir ne diyor:
Kainât nurla doldu,
O’nun doğduğu gece.
Nice olmazlar oldu,
O’nun doğduğu gece.
Yüz üstü düştü putlar,
Sevindi kuşlar, kurtlar,
Arttı bütün umutlar,
O’nun doğduğu gece.
Doğu, batı, her yerde,
Açıldı binbir perde,
Dermân yetişti derde,
O’nun doğduğu gece.
Aylar, günler, felekler,
Raksa girdi Melekler,
Nurlandı yerler, gökler,
O’nun doğduğu gece!
Kabardı taştı göller,
Yeşerdi kuru çöller,
Bülbülün oldu güller,
O’nun doğduğu gece.