Kutlu Doğum Haftası
Makalemizin başında, asırlardan beri, bütün İslam aleminde, Türk cumhuriyetlerinde ve bu meyanda ülkemizde Mevlid-i Nebevi kutlamalarının yapıldığını belirtelim. Ancak bu kutlamalar, miladi tarihe göre değil, hicri-kameri tarihe uygun olarak yapılmaktadır.
Diyanet İşleri Başkanlığı ile Türkiye Diyanet Vakfı’nın müştereken, “Kutlu Doğum Haftası” adıyla tertip ettikleri çalışmalar, zannediyorum bu işe başladıkları ilk sene, 12 Rebiul-evvel tarihini içine alan bir haftada yapılmıştı. Ama ondan sonraki senelerde, belki de sabit bir tarihte olmasını temin maksadıyla, 20-26 Nisan tarihleri arasında yapılmaya başlandı. Tabii ki, 12 Rebiul-evvel tarihinde de, basın ve yayın organları, Sevgili Peygamberimiz hakkında, başta Mevlid-i şerif programları olmak üzere çeşitli faaliyetler düzenliyorlardı. Bu durum, bir ikilem meydana getiriyordu. Bunu düzeltmek için, Diyanet İşleri Başkanlığı, geçen seneden itibaren, isabetli olarak, kutlamaları hicri-kameri takvime uygun olarak yapmaya başladı. Böylece Türkiye’de, Türk cumhuriyetlerinde ve bütün İslam aleminde birlik-beraberlik sağlanmış oldu.
Bir hafta boyunca, konferanslar, sempozyumlar, paneller, açıkoturumlar, yarışmalar tertiplenmesinin, ona dair makaleler yazdırılmasının, özel dergi ve gazete sayıları hazırlatılmasının, teşekküre ve takdire layık bir hareket olduğunu ifade etmek istiyoruz.
KİTAPLAR VE PEYGAMBERİMİZİN MEDHİ
“Delailü’n-Nübüvve” ve “Şevahidü’n-Nübüvve” kitapları, Hazret-i Peygamberin peygamberliğinin delillerinden; “Siret-i Nebeviyye” ve “Meğazi” kitapları, onun hayatından ve harblerinden; “el-Hasais” kitapları, onun faziletlerinden ve mu’cizelerinden; “Şemail-i Şerife” kitapları, fiziki yapısından; “Peygamberler Tarihi” ile “İslam Tarihi” kitapları ve Ansiklopediler ise, umumi hayatından bahsetmektedirler.
Denilebilir ki, tarih boyunca, hayatı, en ince teferruatıyla ortaya konulan zat, şüphesiz ki, Peygamber efendimizdir. Burada, kısa bir makale çerçevesinde onu, bütün teferruatıyla anlatmak elbette ki mümkün değildir. İşin zor bir tarafı daha vardır. Kendisinden bahsedeceğimiz zat, ale’l-ade bir insan değil, çok müstesna bir şahsiyettir. Zira, alemlere rahmet olarak gönderilen, kainatın baştacı, ebedi rehberimiz, varlığımızı ve kurtuluşumuzu kendisine borçlu olduğumuz Sevgili Peygamberimiz Hazret-i Muhammed Mustafa (aleyhisselam) hakkında söz söylemek, yazı yazmak aslında bizim gibi acizlerin haddi değildir.
Zaten bir şair de diyor ki:
“Her vasfı ki, imtiyazı haiz,
Tarih onu vasfederken aciz.”
Peygamber efendimizin şairlerinden Hassan b.Sabit (r.a.)’in sözü ne kadar manidar: “Ben, Muhammed Mustafa (aleyhisselam)’dan bahs ederken, onu medhediyor değilim; bilakis ondan bahsetmek suretiyle, kendi sözlerimi kıymetlendirmiş oluyorum.”
Gönüller Sultanı Mevlana Celaleddin-i Rumi’nin (k.s.) kelamı da çok manalıdır: “Ben, alemler genişliğinde bir ağız isterim, ta ki, meleklerin bile gıpta ettiği o zattan söz edebileyim.”
Burada Arapça bir şiiri de zikretmeden geçemiyeceğiz. Manası şöyledir: “O, beşerden bir beşerdir, fakat taşlar arasındaki yakut taşı gibidir.”
Bu şiirin diğer bir varyantı şu şekildedir: “Muhammed aleyhisselam bir beşerdir, fakat gelişigüzel bir insan değildir. Aslında o bir yakut, diğer insanlar ise taş gibidirler.”
Bu cümlelerden sonra ifade edelim ki, aslında bütün Peygamberlerin temel sıfatları, Hazret-i Peygamberin yüksek ahlakı, onun nümune-i imtisal (örnek şahsiyet) oluşu, ona itaatla Allah’a itaatın eşdeğerde olması, itaat edilecek üç makamdan birinin Resulullah oluşu, Hazret-i Peygamber’e tabi olmanın lüzumu, ona muhalefetten sakınmanın ehemmiyeti, onu sevmenin önemi, Allahü tealayı samimi olarak sevmek için de Peygamber’e tabi olmak lazım geldiği konularında birçok ayet-i kerime, hadis-i şerif ve İslam Alimlerinin sözlerini burada zikretmemiz mümkündür. Fakat o konuyu, bundan sonraki makalelerimizde ele almak üzere tehir edip, bu def’a mevzuu başka yönden ele almak istiyoruz:
İslâmın birinci şartı, bilindiği gibi, Allahü teâlâya ve Peygamberine (aleyhis- selam) îmândır. Ya’nî onları sevmek ve sözlerini beğenip, kabûl etmekdir. İki cihân se’âdetine kavuşmak, ancak ve yalnız, dünyâ ve âhıretin efendisi olan, Muhammed aleyhisselâma tâbi’ olmağa bağlıdır. Ona tâbi’ olmak için, îmân etmek ve onun getirdiği ahkâm-ı islâmiyyeyi öğrenmek ve yapmak lâzımdır. Yine Muhammed (aleyhisselâm)’a tâm ve kusûrsuz tâbi’ olabilmek için, onu tâm ve kusûrsuz sevmek lâzımdır. Bunun alâmeti de, onun dostlarını dost, düşmanlarını düşman bilmek, onu beğenmeyenleri sevmemekdir. Muhabbete müdâhene, ya’nî gevşeklik sığmaz. Âşıklar, sevgililerinin dîvânesi olup, onlara aykırı birşey yapamazlar. Aykırı gidenlerle uyuşamazlar. İki zıd şeyin muhabbeti bir kalbe, bir araya yerleşemez. İki zıddan birini sevmek, diğerine düşmanlığı gerektirir. Allahü teâlâ, kâfirlerin, kendi düşmanı ve Peygamberinin düşmanı olduklarını bildiriyor. Allahü teâlânın düşmanlarını sevmek ve onlarla kaynaşmak, insanı Allahü teâlâya ve O’nun Peygamberine düşman olmağa sürükler.Tabii ki sevgi ve nefret kalpde olur. Zahiren onlara da iyi davranmak, tatlı dilli ve güler yüzlü olmak lazımdır.