İslâmda, Engellilerle İlgili Hükümlerin Değerlendirilmesi
[Todev, M. Ü. İlâhiyat Fak. ve Sultânbeyli Bld.nin müştereken tertipledikleri Sempozyum: 5 – 6 Nisan 2012 Perşembe-Cuma]
Prof. Dr. Ramazan Ayvallı
- Ü. İlâhiyat Fak. Öğr. Üyesi
Kıymetli Hâzırûn!
Hemen konuşmamın başında, “İnsanlara teşekkür etmeyen, Allah’a da şükretmemiş olur” hadîsi gereğince, bir teşekkür vazîfesini îfâ etmek istiyorum:
Böyle güzel, faydalı ve lüzûmlu bir toplantıyı düzenledikleri için, başta Türkiye Otistiklere Destek ve Eğitim Vakfı Yön. Krl. Bşk. Prof. Dr. Mustafa Usta beye ve Yön. Krl. Üyelerine, M. Ü. İlâhiyat Fakültesi Dekanı ve yardımcılarına, Sultânbeyli Bld. Bşk. Hüseyin Keskin beye, yardımcılarına ve diğer yetkililere, bu organizasyonda emeği geçen bütün kardeşlerimize, huzûrlarınızda en kalbî şükrânlarımı sunuyorum.
“Dîn, Felsefe ve Bilim Işığında, Engelli Olmak ve Sorunları Sempozyumu”nun, azîz milletimize, güzel memleketimize, Sultânbeyli ilçemize, ilim ve kültür hayâtımıza, özellikle cemiyetimizin çok değerli birer parçası olan “engelli vatandaşlarımız”a faydalı olmasını, daha nice hayırlara da vesîle olmasını, Cenâb-ı Hak’tan hâlisâne temennî ediyorum.
Bilindiği üzere, insanlar “medenî” varlıklar, ya’nî cemiyet hâlinde yaşayan varlıklar olarak yaratılmışlardır. Cemiyet hayâtında da, insanların karşılıklı “hakları” ve “vazîfeleri [görevleri, borçları]” vardır. “Hak” sâhibi olanın, bu hak karşılığında bazı “mes’ûliyet” ve “mükellefiyet”lerinin ya’nî “sorumluluk” ve “yükümlülük”lerinin de bulunması tabîîdir.
Mukaddes dînimiz İslâmiyet, âdetâ bir haklar manzûmesidir. Haklar, önce ana hatlarıyla “Hukûkullah = Allah’ın hakları” ve “Hukûku’l-ıbâd = Kulların hakları” diye iki kısma ayrılır.
Kul hakları çok çeşitlidir: Ana-babanın hakları-evlâdın hakları, hoca hakları-talebe hakları, eşlerin karşılıklı hakları (karı-koca hakları), komşu hakları, umûmî olarak müslümânların hakları, tüm insanların hakları, gayr-i müslimlerin hakları, hayvân hakları … gibi muhtelif haklar vardır.
İslâm dîni; dil, milliyet, ırk, siyâsî inanç ve tahsîl seviyesi ayırmaksızın, her insanın şeref ve i’tibârına hürmet edilmesini emreder. İslâmiyet nazarında, herkes aynı haklara, aynı i’tibâra sâhiptir. Dînimiz, sâdece ferdin, muayyen bir topluluğun, hattâ yalnız müslümânların değil, bütün insanlığın, hür ve medenî bir hayât seviyesine ulaşmasını emreder.
Her müslümân, diğer müslümân kardeşlerini, en az kendisi kadar düşünmek mecbûriyetindedir. Müslümân, kendisine yapılmasını uygun görmediği şeylerin başkalarına da yapılmamasını istememek durumundadır. Hadis-i şeriflerde de buyuruldu ki:
“Kendisi için sevdiğini, istediğini, din kardeşi için de sevmiyen, istemiyen kâmil mümin olamaz.” [Buhârî]
“Müslümânların dertleri ile ilgilenmiyen, onlardan değildir.” [Hâkim]
“Allah indinde en makbûl amel, bir mü’mini sevindirmek, kederini gidermek, borcunu ödemek veya karnını doyurmaktır.” [Beyhakî]
“Bir mümini sevindireni, Allahü teâlâ kıyâmet gününde sevindirir.” [İbn-i Mübârek]
“Bir kimsenin üzüntü ve sıkıntısını gidereni veya bir mazlûma yardım edeni, Allahü teâlâ yetmişüç defa mağfiret eder.” [Harâitî]
Bu hadîslerde zikredilen prensipler, çok yüksek hasletlerdir. Bundan dolayı, Marcel A. Boisard isimli bir Fransız yazar, “L’Humanisma de l’Islam” adlı eserinde:
“…Târihte ilk defâ insana sosyal, rûhî, siyâsî, ahlâkî, hukûkî değerlerini en iyi şekilde veren, bu anlayışla büyük bir medeniyet ve eşsiz bir kültür meydâna getiren İslâmdır…” demektedir.
Bilindiği gibi, İslâmî ilimlerden önemli bir branş olan “Akâid” veya “Kelâm” ilmine dâir kitaplarda, varlıklar 3 gruba ayrılır: 1- “Vâcibü’l-vücûd”, 2- “Mümkinü’l-vücûd”, 3- “Mümteniu’l-vücûd”.
Ma’lûmlarınız olduğu üzere “Vâcibü’l-vücûd”, varlığı muhakkak lâzım olan, behemehâl bulunması lâzım gelen, “olmazsa olmaz” diye ifâde edilen varlık ki, bu, sâdece yüce Allah’tır.
“Mümkinü’l-vücûd”, bulunmasıyla bulunmaması müsâvî, eşit olan varlıklar olup tüm insanlar, hayvanlar, bitkiler, cansızlar, diğer bütün yaratıklar bu gruba girer; bunlardan herhangi birinin eksik olmasından dolayı hiçbir şey lâzım gelmez, bunlardan birinin bulunmaması çok mühim bir eksiklik teşkîl etmez.
“Mümteniu’l-vücûd” ise, mevcûdiyeti muhâl, imkânsız olan varlık ki, bu da Cenâb-ı Hakk’ın eşinin, benzerinin, hanımının, çoluk-çocuğunun, zıddının v.s. bulunması gibidir. Böyle bir şeyin olması imkân dâhilinde değildir.
Evvelâ şunu kesinlikle bilmeliyiz ki, bu taksîmde zikrettiğimiz herhangi bir insanın, bu dünyâya gönderilmesi, yaratılması, bir ihsândır, ni’mettir; herhangi bir insan yaratılmasaydı hiçbir şey lâzım gelmezdi. İşe önce bu çerçeveden bakılabilir.
Sonra ifâde etmeliyiz ki, Yüce Allah, bütün yaratıkları içinde, insanı en güzel bir kıvâmda kılmış, eşref-i mahlûkât yapmış ve diğer yaratıkları da onun istifâdesine vermiştir. Binâenaleyh dünyâdaki bütün hayvânlar, bitkiler ve cansızları; yer altı ve yer üstündekileri; denizler, göller, nehirler, bütün arz ve semâvâttaki her şeyi, insan oğlunun emrine ve hizmetine vermiştir. İnsanı, âlemde hâkim duruma getirerek, onu kendisine muhâtab kabûl etmiş ve mükellef yapmıştır.
Cenab-ı Hakk, insanlara muhtâc oldukları her türlü ni’meti lutfetmiştir. O’nun, kullarına verdiği ni’metleri o kadar çoktur ki, hem de sayılamıyacak kadar, ya’nî sonsuzdur. Nitekim “İbrâhîm sûresi”nin 34. âyetinde bu husûs şöyle ifâde edilmektedir:
“Allah, istediğiniz şeylerin hepsinden size verdi. Eğer Allah’ın bunca ni’met[ler]ini teker teker sayacak olsanız, onu kısım kısım bile sayamazsınız. Gerçekten insan çok zâlim, çok nankördür.”
“Nahl sûresi”nin 18. âyeti de bu husûsu te’yîd etmektedir. Şöyle ki: “Hâlbuki Allah’ın nimet[ler]ini teker teker saymaya kalkışsanız, icmâlen bile sayamazsınız. Muhakkak ki, Allah gafûrdur [çok bağışlayıcıdır], rahîmdir [çok merhametlidir]” buyurulmuştur.
Sevgili Peygamberimiz buyurmuştur ki: “İki [büyük] ni’met vardır ki, insanların çoğu bunlarda hep aldanır: Bunlar: Sağlık ve boş vakittir.” [Tirmizî]
Bizlere verilen ni’metlere, kuşbakışı bir göz atacak olursak:
Bizleri insan olarak yaratması, ahsen-i takvîm üzere halketmesi, akıl vermesi, vücut uzuvlarımızı lutfetmesi, sıhhat ve âfiyet üzere yaşatması, muhtaç olduğumuz her ni’meti ihsân etmesi; dünyânın en güzel ülkelerinden biri olan bir memlekette göndermesi, eşler-çocuklar vermesi, ilim lutfetmesi, para-pul, mal-mülk, servet ü sâmân, mevkı-makâm vermesi…..ve sâire daha pek çok ni’met sayılabilir.
Bunlardan herhangi biri noksân, eksik olursa hemen feverân etmemek gerekir. Zîrâ hayât ve ölümün yaratılmasında imtihân maksadı vardır. Bilindiği gibi bu dünyâ bir imtihân yeridir. Nitekim Yüce Allah, Kur’ân-ı kerîm’inde, Mülk sûresinin 2. âyetinde: “Amelce hanginiz daha güzeldir diye [ya’nî hanginizin daha güzel amelde bulunacağını] imtihân edip ortaya çıkarmak için ölümü de, hayâtı da yaratan O’dur. O, azîzdir (herşeye gâliptir), gafûrdur (çok bağışlayandır)“ buyurmuştur.
Bakara sûresinin 155. âyet-i kerîmesinde de bu imtihân gâyesi şöyle açıklanır:
“(Ey mü’minler, itâatkârı âsî olandan ayırt etmek için) and olsun, sizi biraz korku, biraz açlık, biraz da mallardan, canlardan ve mahsûllerden yana eksiltme ile imtihân edeceğiz. (Ey habîbim), sabredenlere (lutûf ve ihsânlarımı) müjdele.”
Allahü teâlâ, Bakara sûresinin 152. âyetinde ise, şöyle buyurmaktadır:
“O hâlde siz, (bana itâat ve ibâdet ederek) beni anın ki, ben de sizi (mağfiretimle) anayım. Ni’metlerime şükredin de nankörlük yaparak küfre varmayın (beni ve ni’metlerimi inkâr etmeyin).”
Bu konuda, İbrâhîm sûresinin 7. âyet-i kerîmesi çok dikkat çekicidir:
“Düşünün ki, Rabbiniz şunu bildirdi: Andolsun, eğer şükrederseniz, elbette size [ni’met(ler)imi] artırırım ve eğer küfrân-ı ni’mette bulunur, nankörlük ederseniz, haberiniz olsun ki, gerçekten azâbım çok şiddetlidir.”
Nisâ sûresinin 147. âyetinde ise, meâlen şöyle buyurulmuştur:
“Eğer siz, Allah’ın ni’metlerine şükreder ve îmân ederseniz, Allah size niye azâb etsin? Allah, şükredenlerin mükâfâtını verici, yaptıklarını bilicidir.”
Tekâsür sûresinin 8. âyet-i kerîmesinde de, âhırette, kullara bu dünyâda iken ihsân edilen ni’metlerin hesâbının sorulacağı şu şekilde açıklanmaktadır: “Sonra andolsun, o gün (kıyâmette) ni’metin şükründen muhakkak sorulacaksınız.”
Dünyâda yapılan imtihânlarda muvaffak olmak için, gerekli çalışmaları yapmak lâzımdır. Âhıretteki imtihânda başarılı olabilmek için de, İslâmiyetin emrettiği gibi inanmak ve farz kılınan ibâdetleri yapmak, yasaklanan şeylerden de kaçınmak lâzım geldiği bedîhidir, açıktır.
Hakîkatte, bütün insanların yaratılmalarındaki maksat, Allahü teâlâya ibâdet etmeleridir. Nitekim Yüce Allah, Kur’ân-ı kerîm’de, Zâriyât sûresinin 56. âyetinde meâlen: “Cinnîleri ve insanları, ancak (beni bilmeleri, tanımaları) bana ibâdet etmeleri için yarattım” buyurmuştur.
Allah’a ibâdetin yanında, kullarına hizmet de gereklidir. Nitekim Hazret-i Peygamber (aleyhisselâm):
“İnsanların hayırlısı, insanlara faydalı olandır”, “Bir kavmin efendisi, onlara hizmet edendir”, “Büyüklerimize hürmet etmeyen, küçüklerimize de şefkat etmeyen bizden değildir”, ”Merhamet etmeyene merhamet olunmaz” ve “İslâmiyet, Allah’ın emirlerine ta’zîmde bulunmak, yaratılmışlara şefkat etmektir” buyurarak, insanları her mahlûka karşı şefkat ve merhamet etmeye, büyüklere karşı saygı göstermeye, insanlara hizmet etmeye ve faydalı olmaya, dâimâ hayır işlemeye yöneltmiştir.
Bundan sonra belirtelim ki, nice hikmetlere mebnî, Cennet’ten dünyâya gönderilen ilk insan ve ilk Peygamber Hazret-i Âdem aleyhisselâmdan itibâren, bu gezeğenimize pekçok Peygamber gönderilmiştir. Bazı coğrafî bölgelere, bazı kavimlere, bazı zaman dilimlerine mahsûs, mevziî peygamberler gönderildiği gibi, âlem-şümûl, cihân-şümûl ya’ni evrensel Peygamber de [ya’nî Sevgili Peygamberimiz de] gönderilmiştir.
Bu peygamberler, insanlara, Allahü teâlânın bütün emir ve yasaklarını, eksiksiz bir sûrette teblîğ etmişler, onlara yaratılış gâyelerini, insanlık, ahlâk, fazîlet, ilim, irfân, adâlet, hakkâniyet, insan hakları ve medeniyeti öğretmişlerdir. Asırlar boyunca Peygamberlere inanan, tâbi ve teslîm olan insanlar, dünyâda huzûr ve sükûn içerisinde yaşamışlar, âhirette de ebedî saâdete kavuşacaklardır.
Cenâb-ı Hak, insanlara çok büyük bir ihsân olarak gönderdiği “Peygamber”leri vâsıtasıyla, onların dünyâda ve âhirette râhat etmeleri, huzûr, sükûn ve emniyet içerisinde, iyi bir hayât sürmeleri, râhat bir şekilde yaşamaları için, ne yapmaları ve nelerden sakınmaları lâzım olduğunu ya’nî emirlerini ve yasaklarını, iyi ve kötü, güzel ve çirkin her şeyi açıklamıştır. Böylece bu “Peygamber”leriyle, kullarına ebedî saâdet yollarını göstermiş, kendilerine lâzım olan her şeyi öğretmiştir.
Bu Peygamberlerin hepsinin de hedefi, insanların dünyâda huzûr içerisinde yaşamaları, âhirette de seâdet-i ebediyyeye kavuşmaları olduğu gibi, Peygamberlerin vârisleri olan İslâm âlimleri ve Evliyâ-yı kirâmın da hedefleri bu olmuştur. Ya’nî Allahü teâlânın bütün iyi ve temiz kulları, hep gıdâ gibi, bütün insanlara lâzım olan iyi fertler, iyi âileler ve iyi cemiyetler teşkîl etmek için uğraşmışlardır.
Bilindiği gibi, yaratılanların en şereflisi olan insanoğlunun dünyâya gönderiliş gâyesi, Allah’ı bilip tanımak, O’na şükretmek ve kulluk yapmaktır. Kur’ân-ı kerîmde Zâriyât sûresinin 56. âyet-i kerîmesinde: “Ben, cinnîleri ve insanları ancak (beni bilsinler, tanısınlar ve) bana kulluk etsinler diye yarattım” buyurulmaktadır.
Bu husûs, büyük Türk müfessiri, muhaddisi ve mutasavvıfı İsmâîl Hakkı Bursevî’nin “Kenz-i Mahfî” isimli eserinde yazdığı bir hadîs-i kudsîde ise: “Ben gizli bir hazîne idim; bilinmek istedim, bunun üzerine mahlûkâtı yarattım” şeklinde ifâde edilmektedir.
Yukarıda, Allahü teâlâ’nın kullarına verdiği ni’metlerden, onlara şükretmenin lüzûmundan bahsettik. Kendilerini yoktan var ettiği, varlıkta durdurduğu, muhtâc olduğu her türlü ni’meti lutfettiği insanoğlu, maalesef zaman zaman kibir ve azamette, azgınlık ve taşkınlıkta, zulümde ileri gidebilmektedir.
Allahü teâlânın “Cemâl” sıfatının yanında, “Celâl” sıfatı da mevcuttur. İnsanlara karşı, zaman zaman ba’zı îkâzları olabilir. Bunlar aslında, Cenâb-ı Hakk’ın kullarına olan merhametinden, acımasından ve onların âhirette ebedî saâdete kavuşmalarını istemesinden dolayıdır.
Burada, önemli bir konuya temâs etmek istiyoruz:
Bir şâir diyor ki:
“Ne kahrı dest-i a’dâdan, ne lutfu âşinâdan bil,
Umûrun Hakk’a tefvîz et, Cenâb-ı Kibriyâ’dan bil.”
Ya’ni kahrı düşmân elinden, lutfu da dost elinden bilme. İşlerini Cenâb-ı Hakk’a ısmarla, olanları O’ndan bil.
Başka bir beyt de şöyledir:
“Hakk’a tefvîz-i umûr et, ne elem çek, ne keder,
Elbette zuhûra gelir, ne ise hükm-i kader.”
Ya’nî, işleri Cenâb-ı Hakk’a havâle et, elem ve keder çekme. Kaderde ne yazılmışsa, elbette o meydâna gelecektir.
Burada hemen, mü’min olmak için inanılması gereken “Âmentü” esâslarındaki “Îmânın 6 şartı”ndan “kader”e ya’ni hayır ve şerrin Allahü teâlâdan olduğuna inanmak konusuna, bir nebze de olsa, temâs etmemiz uygun olacaktır.
Kitaplarda: “hayır ve şer, olmuş ve olacak şeylerin cümlesinin, Allahü azîmüşşân’ın takdîri ile ya’nî ezelde bilmesi, dilemesi, levh-i mahfûza yazması ve vakitleri gelince yaratmasıyla olduğuna inandım, îmân eyledim, kalbimde aslâ şek ve şüphe yoktur” demek lâzım geldiği belirtilmektedir.
Burada bir noktayı daha nazar-ı dikkatten uzak tutmamak lâzımdır. O da Erzurumlu İbrâhîm Hakkî hazretlerinin bir sözüdür:
“Hak şerleri hayr eyler, zannetme ki ğayr eyler, ârif ânı seyr eyler,
Mevlâ görelim neyler, neylerse, güzel eyler.”
Bilindiği gibi, Allahü teâlâ, insanları çeşitli şekillerde imtihâna tâbi tutmakta, ba’zen belâ ve musîbetler vererek onları îkâz etmekte, ba’zen de sabırlarını ölçmekte, sıkıntı hallerinde de şükredip etmiyeceklerini denemektedir.
Burada biz kullara düşen, “kader”e inanmak, Allah’a tevekkül etmek, belâ ve musîbetlere sabretmek, Allah’a şükür ve kulluk yapmak, günâhlarımızdan dolayı tevbe ve istiğfâr etmektir.
Ayrıca ölüme her an hâzır olmaktır. Tabîî ki bu da, Hak borçlarını edâ etmek, kul borçlarından arınmak ve ölümden sonraki hayât için hâzırlık yapmak şeklinde olur. Boynu bükük, kalbi kırık, âcizliğini müdrik, istiğfâr eden, tazarru’ ve niyâzda bulunan kulları, Allahü teâlânın sevdiğinde şek ve şüphe yoktur.
Burada üzerinde durulması gereken bir nokta da şudur:
Böyle hâdiselerde, insanlar âcizliklerini idrâk edip, kibirden kurtulmaktadırlar. Allahü teâlâ, kibriyâ ve azamet sâhibi olup, kullarının kibirlenmesine aslâ râzı olmamaktadır.
Burada önemli bir konuya daha temâs etmek istiyoruz:
“Tevekkül etmek” demek, hiçbir tedbîr almamak demek değildir. Zira Hazret-i Ömer (radıyallahü anh), Peygamber Efendimize, “deveyi bağlamadan mı tevekkül edeyim?” diye sorduğunda: “Önce onu bağla, sonra da tevekkül et” cevâbını vermiştir.
Yine Sevgili Peygamberimize, hurma ağaçlarının aşılanmasıyla ilgili olarak, “ağaçları Yemen’de, bizim atalarımızdan gördüğümüzden daha farklı şekilde aşılayıp daha çok mahsûl alıyorlar; biz nasıl yapalım?” diye bir suâl sorduklarında, bir kısmını önceden bildikleri şekilde, diğer bir kısmını da Yemen’de gördükleri şekilde aşılayıp çeşitli tecrübelerden istifâde etmelerini tavsiye buyurmuştur.
Meselenin bir başka yönü daha vardır ki, o da şudur:
“Derd ü belâ kemend-i mahbûbest” ya’ni derd ve belâ sevgiliye atılan bir kemend’dir. Bilindiği gibi, Peygamberlere, Eshâb-ı kirâma, âlimlere ve velîlere ne sıkıntılar gelmiştir. Şüphesiz ki, inanan bir insana gelen sıkıntılar, onun günâhlarının affına ve derecesinin yükselmesine sebeb olmaktadır. Bunu da hâtırdan çıkarmamalıdır.
Şu müjdeyi de unutmamak lâzım:
Hadîs-i şerîfte, şehîdlerin 5 grup olduğu belirtilmiştir. Şöyle ki: “Şehidler, 5 kısımdır: Tâûn(veba, kolera)dan vefât edenler, çâresi bilinmiyen iç hastalıklarından vefât edenler, yangında ölenler, suda boğulanlar, yıkıntı altında kalanlar.”
Güzel ülkemizde, 1903-1998 yılları arasında 77 büyük deprem olmuştur. Bu depremlerde 63.716 kişi ölmüş ve 396.880 binâ hasâr görmüştür.
17 Ağustos 1999 depreminin tahrîbâtı ise, zikredilen 95 yılın toplamından fazladır. ABD’li uzmanlara göre bu depremin etkisi Hiroşima ve Nagazaki’yi yerle bir eden atom bombasından 400 misli daha güçlüdür.
Ülkemizin % 70’i birinci ve ikinci derece deprem bölgesinde bulunmakta, nüfusumuzun da % 71’i birinci ve ikinci derece deprem bölgesinde oturmakta, Türkiye’nin % 96’sı ise deprem riski taşımaktadır.
O hâlde işlerimizi, ecdâdımız gibi ve bugünkü ba’zı modern ülkeler gibi sağlam yapmak mecburiyetindeyiz.
13 sene önce geçirdiğimiz büyük zelzele felâketinde, kim bilir bizler, memleketimiz, milletimiz ve bütün müslümanlar için ne hikmetler vardır. Çünkü, “bir musîbet bin nasîhattan evlâdır” denilmiştir.
Bilindiği gibi, felâket zamanlarında, bütün dünyâ, dost veya düşmân kabûl edilen tüm milletler, bize yardıma koştukları gibi, milletimizin bütün fertleri de kenetlendi; birlik-beraberlik kurdular, herkes elinden gelen gayretle felâketzedelere yardım için can attılar. Kimi bedenen, kimi mâlen, kimi parayla, kimisi de duâ ile bu işe iştirâk ettiler. Van-Erciş depreminde de böyle oldu.