İnsanlık Şerefine Dâir
Önce şunu belirtelim ki, bildiğiniz gibi, Hicrî-kamerî takvîme göre, 11 Rebîul-evvel 1434 [ya’nî 23 Ocak 2013] Çarşamba günü akşam “Mevlid Gecesi” idi.
Mîlâdî târihe göre, 14-20 Nisan 2013 tarihleri arası da, Diyânet İşleri Başkanlığı’nca, “Kutlu Doğum Haftası” olarak kutlanmaktadır. Bilindiği üzere, aslında, bütün mübârek gün ve geceler, bayramlar ve sâire, hep hicrî-kamerî takvîme göre tesbît edilir. Başkanlığın, bir zamanlar uyguladığı gibi, yine buna uygun kutlama yapmasını tavsiye ve temennî ederiz. Ma’lûmdur ki, 20 Nisan Peygamber Efendimizin dünyâyı şereflendirdikleri târihtir. Haftanın bugünden başlaması gerekir; diğer haftalarda âdet böyledir. Hafta tesbîtinde, bu yönden de bir garâbet vardır; doğum gününde hafta sona ermektedir.
Biz, bugünkü makâlemizde, bir nebze, “insan şerefi/onuru”ndan bahsetmek istiyoruz.[Dilimizde, aynı ma’nâ ile yakından alâkalı olan başka terimler de var. Bunlar: Şeref, Haysiyet, İ’tibâr, İzzet, Irz, Nâmûs….. gibi kavramlardır.]
Şunu belirtelim ki, şerefle yaşamak, her insanın hem hakkı, hem de vazîfesidir. İnsan onuru/şerefi, gündelik hayâtın bir parçasıdır. Bu, sâdece kadınların şerefi, çocukların şerefi şeklinde sınırlandırılamaz. Erkek olsun, kadın olsun her cinsin, çocuk-genç-büyük her yaştaki insanın şerefi vardır.
Hem insanlık târihinin başlangıcından günümüze kadar, hem de günümüz dünyâsında, maalesef, insan şerefinin çiğnendiği, haysiyetli bir hayât sürmenin imkânsızlaştığı dönemler yaşanmıştır. Yine günümüzde hemen hemen her gün, insanlık şerefiyle bağdaşmayacak cinâyetlere, hâdiselere, olaylara, tahkîr ve tezyîflere, aşağılamalara, temel hak ve hürriyetleri zedeleyen tatbîkâta, uygulamalara şâhit olunmaktadır.
KORUNMASI GÖZETİLEN BEŞ HUSÛS
İnsan şerefinden bahsederken, bütün beşeriyet târihinde, Allahü teâlâ ve Peygamberleri tarafından korunması gözetilen beş husûsu burada mevzû-i bahis etmemiz münâsib düşecektir:
Bildiğiniz gibi, ilk insan ve ilk Peygamber olan Hz. Âdem’den başlayarak Sevgili Peygamberimize gelinceye kadar, gelmiş-geçmiş 6 Ülü’l-Azim Peygamber, 313 Resûl ve 124.000’den ziyâde Nebî’nin teblîğ ettikleri ahkâm-ı dîniyyede dînin, aklın, ırzın (nâmûsun, ahlâkın, edebin), nefsin (cânın) ve mâlın korunması emredilmiştir. Hadd-i zâtında, korunması emredilen bu 5 maddenin yanında, dînin bütün emir ve yasaklarında insanlık şerefinin/onurunun korunmasının da gözetildiği müşâhede edilmektedir.
Bilindiği üzere, son zamanlarda,bilhâssa birkaç seneden beri [2000-2001 yıllarından bu yana, husûsen meşhûr 11 Eylül 2001 hâdiselerinden sonra, özellikle 2005 yılının ortalarından ve 2006 yılının da başlarından i’tibâren], Amerika’da, Avrupa’da ve diğer bazı ülkelerde, bir kısım gayr-i müslimler tarafından, Peygamberimiz başta olmak üzere, biz müslümânların en mukaddes değerlerine saldırılmaktadır.
Hâlbuki Resûl-i Ekrem Muhammed aleyhisselâm’da, bir insanda bulunabilecek, görünür-görünmez bütün iyilikler, üstünlükler ve güzellikler toplanmıştır. O, “Seyyidü’l-kevneyn [dünyâ ve âhiretin Efendisi]”, “Resûlü’s-sekaleyn [insanların ve cinnîlerin Peygamberi]”, “Hâtemü’l-Enbiyâ ve’r-Rusül [Nebîlerin ve Resûllerin sonuncusu]” ve “Mahbûb-i Rabbi’l-âlemîn’dir[Allahü teâlânın en çok sevdiği kuludur.]”
Resûl-i Ekrem Muhammed aleyhisselâm’ı gündemde tutmak, akıllarda ve fikirlerde, hâtırlarda ve gönüllerde bulundurmak, bütün insanlara doğru bir şekilde tanıtmak ve sevdirmeye çalışmak çok şerefli bir iştir.
İNSANIN ŞEREFİ HAKKINDA
İnsan şerefi hakkında çok meşhûr bir söz vardır [Hazret-i Ali Efendimize izâfe edilen kelâm-ı kibârdandır]: “Şerefü’l-insâni bi’l-ilmi ve’l-edeb; lâ bi’l-mâli ve’n-neseb: İnsanın şerefi ilim ve edepledir; mal ve neseple değildir.”
İnsanların birbirlerinden üstün olmaları, mâlla-mülkle, güçle-kuvvetle, yiğitlikle, çok yemekle, ırkla ve benzerleriyle değil; îmân, takvâ, ilim ve edepledir.
Âyet-i kerîmelerde bakın ne buyuruluyor?
“Îmân edip sâlih amel işleyenler, mahlûkâtın en hayırlılarıdırlar.” [Beyyine, 7]
“Allah, sizden îmân edenlerle ilim sâhiplerini yüceltir…”
“Allah’tan, kulları arasında, hakkıyla ancak ilim sâhipleri korkarlar…”
“De ki: Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?…”
“Allah, adâleti ayakta tutarak (delilleriyle) şu husûsu açıklamıştır ki, kendisinden başka ilâh yoktur. Melekler ve ilim sâhipleri de (bunu ikrâr etmişlerdir. Evet) mutlak güç ve hikmet sâhibi Allah’tan başka ilâh yoktur.” (Âl-i İmrân, 18)
“İlim rütbesi, rütbelerin en yücesidir.” [Hadîs-i şerîf]
[Ahmed İbn-i Kemâl Paşa’nın askerlik mesleğinden ilim mesleğine yönelmesini; Yavuz Sultân Selîm Hânın kaftanına, onun atının ayağından çamur sıçramasını burada hâtırlıyabiliriz.]
Merhûm Yûnus Emre demiştir ki:
“İlim meclislerini aradım kıldım talep,
İlim geride kaldı ille edep ille edep”
Yine Yûnus Emre [rahmetullahi aleyh], ilimden, okumaktan maksadın hakkı bilmek olduğunu da şöyle anlatır:
“Okumaktan maksat ne?
Kişi hakkı bilmektir.
Çün okudun bilmezsin,
Bu nasıl okumaktır?
İlim, ilim bilmektir,
İlim kendin bilmektir,
Sen kendini bilmezsin [bilmezsen],
Ya [Bu] nice okumaktır?”
Hattâ “Nefsini bilen, Rabbini de bilir” şeklinde çok meşhûr bir söz vardır.
TÂRİHTEKİ BAZI İNSANLARIN ŞEREF TELAKKÎLERİ
Nûh aleyhisselâm zamanındaki kâfirler, âyette de geçtiği gibi, îmân eden kimseler için “…Onlar bizim en aşağılarımız, bayağı kimselerdir…” demişlerdi. Hattâ kâfirler, Hazret-i Nûh’a, onları etrâfından kovmasını, kendilerinin, ancak ondan sonra yanına gelebileceklerini bildirmişlerdi.
Kureyş müşrikleri de, Peygamberimizden, kölelerle beraber olamayacaklarını ifâde ederek kendileri için özel oturum istemişlerdi.
“(Resûlüm!) De ki: Ey mülkün gerçek sâhibi olan Allah’ım! Sen mülkü dilediğine verirsin ve mülkü dilediğinden geri alırsın. Dilediğini azîz kılar, yüceltir, dilediğini de alçaltırsın. Her türlü iyilik senin elindedir. Gerçekten sen her şeye kâdirsin.” (Âl-i İmrân, 26)
Hazret-i Ömer Efendimizin, “Biz en zelîl bir kavim idik; Allahü teâlâ, bizi İslâmiyetle azîz eyledi” buyurması son derece önemli bir sözdür.
Yine onun, Kudüs’e giderken, deveye binme sırası köleye gelince, söylediği sözler de dillere destân olmuştur.
Yûnus Emre [rahimehullah] diyor ki:
“Elif okuduk ötürü,
Pazar eyledik götürü,
Yaratılmışı severiz,
Yaratandan ötürü.”
Sevgili Peygamberimiz de buyurmuştur ki:
“Büyüklerimizi saymayan, küçüklerimize acımayan bizden değildir.” [Buhârî]
“Yaşlılarımıza hürmet ve ikrâm, Allahü teâlâya saygıdandır.” [Buhârî]
Yaşlılara verilen kıymetin, değerin azaldığı, bir kısmının yük olarak görüldüğü, ana-babaların huzûr evlerine yatırıldığı günümüzde, bunları zaman-zaman hâtırlamak ve hâtırlatmakta fayda var diye düşünüyorum.
Mukaddes dînimiz İslâmiyet, toplumların huzûrunu tesîs edecek büyük-küçük münâsebetlerini en sağlam esâslara bağlamıştır. Bir cemiyette, toplumda huzûrun temîn edilmesinde hürmetin, saygının ve sevginin büyük bir yeri vardır. Özellikle toplumun büyük bir kısmını teşkîl eden yaşlılara gösterilecek hürmet, toplumun huzûrunun temel esâslarından kabûl edilmelidir. Kezâ küçüklere şefkat gösterilmesi de son derece önemli bir husûstur.
Sevinçleriyle-acılarıyla, safha-safha hayâtı yaşamış insanlar olan yaşlılar, hele ömürlerini hak yolunda harcamış, saçını-sakalını bu yolda ağartmışlarsa, onlardan alacağımız ve öğreneceğimiz çok dersler, tecrübeler vardır ve onlar herkesten çok hürmete, saygıya, sevgiye, ilgiye lâyık kimselerdir.
Bir hadîs-i şerîfte: “Bir genç, bir yaşlıya, yaşından dolayı hürmet ederse, onun yaşına varınca, Allahü teâlâ, ona gençleri hürmet ettirir” [Şir’atü’l-İslâm] buyurulmuştur.
Burası, “Etme, bulma” dünyâsıdır. “Men hademe hudime: Kim hizmet ederse, ona da hizmet olunur” Yine “Men dekka dükka: Kim başkasının kapısını kötü niyetle çalarsa, onun da kapısı çalınır.” Bugünün gençleri, yarının ihtiyârları olacaklardır.
İhtiyârlara hürmet ederken, zengin-fakîr, iyi-kötü ayırmamalıdır. Zengine sırf zenginliği için hürmet edilmez. İslâm âlimleri, malından dolayı zengini yüceltip fakîrliğinden dolayı fakîri aşağılayanın la’nete müstahak olduğunu bildirmişlerdir. (Şir’atü’l-İslâm Şerhi)