Cumartesi, Ekim 5, 2024
Makaleler

İnsanların Rehberlere Olan İhtiyâcı

Bugün sizlere, “İnsanların Rehberlere Olan İhtiyâcı” başlıklı umûmî bir mevzûda, birkaç kelime takdîm etmek istiyoruz. Ya’nî bu makâlemizde insanların, kıymetli zevâtın rehberliklerine, irşâdlarına, yol göstericiliklerine nasıl muhtâç olduklarından bahsedeceğiz.

Tabîî ki, böyle bahr-ı ummân gibi derin bir konuyu, bir makâleye sığdırmak elbette ki mümkün değil, ama “zikr-i cüz’ irâde-i kül = parçayı zikredip bütünü kasdetme” kâidesine göre, inşâallah bugün bir nebze de olsa, mevzûun ana hatlarına temâs etmeye gayret edelim.

Önce, “Rehber” kelimesinin ta’rîfiyle işe başlayalım:

“Rehber” kelimesi için sözlük ve ansiklopedilerde: “Yol gösteren, kılavuz; bir kimseye veya bir cemiyete, topluluğa iyi ile kötüyü görmesinde ve doğru yolu bulmasında yardımcı olan, insanı Allahü teâlânın rızâsına kavuşturmaya çalışan, ilim ve ahlâk sunan zât” karşılıklarını görüyoruz.  [Dîni Terimler Sözlüğü, “Rehber” maddesi]

Büyük pedagog, psikolog ve sosyolog, önde gelen ulemâ ve evliyâdan İmâm-ı Gazâlî (rahimehullah): “Allahü teâlâyı tanımaya çalışmak, bunun için, İslâm ahlâkını bilen ve Cenâb-ı Hakk’a kavuşturan yolu gösteren bir rehber aramak ve ona uymak, İslâmiyet’in emirlerindendir” buyurmuştur.

 Büyük âlim ve velîlerden İmâm-ı Rabbânî (rahmetullahi aleyh): “Allahü teâlânın sevgili Peygamberi Muhammed aleyhisselâm; ‘insanların rehberi’, her bakımdan en güzeli, en iyisi ve en üstünüdür” buyururken, Peygamberimiz için, “insanların rehberi”sıfatını kullanmıştır.

Yine İmâm-ı Gazâlî hazretleri buyuruyor ki:

“Her müslümân, terbiye edici bir üstâda muhtaçtır. Üstâd onu terbiye ederek, kötü huylardan kurtarır. Allahü teâlâ, insanlara doğru yolu göstermek için, Peygamberler gönderdi. Peygamberlerden sonra onlara vekîller olarak evliyâyı yarattı.” [İmâm-ı Gazâlî, Eyyühe’l-veled] 

“Gavs-ı A’zam” ve “Gavsü’s-sekaleyn” sıfatlarıyla anılan, Peygamber Efendimizin mübârek torunlarından, Hazret-i Hasan Efendimizin soyundan gelen Abdülkâdir-i Geylânî (kuddise sirruh) hazretleri ise şöyle buyurmuştur:

“İnsanlara rehberlik eden kimsede şu hasletler bulunmazsa, o rehberlik yapamaz: Rehberin, kusûrları örtücü ve bağışlayıcı olması, şefkatli ve yumuşak olması, doğru sözlü ve iyilik yapıcı olması, iyiliği emredip kötülükten men edici olması, misâfirperver ve geceleri insanlar uyurken ibâdet edici olması, âlim ve cesûr olması” lâzımdır. [Gunyetü’t-tâlibîn, Dîni Ter. Söz., “Rehber” maddesi]

Hadd-i zâtında bu sıfatlar, kâmil ma’nâda Peygamber Efendimizde ve onun vârisleri durumunda olan âlim ve velîlerde bulunan sıfatlardır.

“MÜRŞİD” TA’BÎRİ

Dilimizde, “Rehber” ma’nâsında başka bir terim daha vardır,  o da “Mürşid” kelimesidir. “Mürşid” de: “İrşâd eden, doğru yolu gösteren rehber zât. İnsanları, iyi bir müslümân olmaları için terbiye eden âlim ve velî kişi” anlamında kullanılan bir kelimedir.

“Talebe, mürşidini, hocasını ne kadar çok severse, onun kalbinden feyz alması da o kadar çok olur. Mürşid vesîledir, vâsıtadır; maksad, Allahü teâlâdır” buyuran İmâm-ı Rabbânî (kuddise sirruh) çok mühim bir hakîkati ifâde buyurmuştur.

“Bütün kazançlarıma, mürşidlerimi, hocalarımı çok sevmekle kavuştum. Seâdetlerin anahtarı, Allahü teâlânın sevdiklerini sevmektir” buyuran Mazhâr-ı Cân-ı Cânân (rahimehullah) da çok önemli bir noktaya temâs etmiştir.

Muhyiddîn İbn-i Arabî (rahmetullahi aleyh): “Mürşidi [hocası, rehberi] olmayanın mürşidi [yol göstericisi] şeytândır” derken, bu konuda Ferîdüddîn Genc-i Şeker isimli velî zât, şöyle çok güzel bir yol göstermektedir:

“Bir kimse, kendisini irşâd edecek (doğru yolu gösterecek) bir mürşid [bir hoca, bir rehber, bir yol gösterici] bulamamışsa, büyük zâtların (Ehl-i sünnet âlimlerinin) kitaplarını okusun ve onlara uysun.” [Dîni Terimler Sözlüğü, “Mürşid” maddesi]

“Mürşid-i Kâmil” diye bir ta’bîr de vardır. Bu, “Tasavvufta kemâle gelmiş, olgunlaşmış, evliyâlık mertebelerinin sonuna ulaşmış, kâbiliyeti olanları bu yolda yetiştiren rehber zât”lara verilen bir sıfattır.

Büyük âlim ve velîlerden Abdülhak-ı Dehlevî (kuddise sirruh): “Mürşid-i kâmillerin en üstünleri, dört mezheb imâmlarıdır. Bunlar; İmâm-ı A’zâm Ebû Hanîfe, İmâm-ı Şâfiî, İmâm Mâlik ve İmâm Ahmed bin Hanbel’dir. Bu dört imâm, İslâm dîninin dört temel direkleridir” buyurmuştur.

İNSANLAR, REHBERSİZ KALINCA YANLIŞ YOLLARA SAPMIŞLARDIR

Beşer târihini inceleyecek olursak,insanların, önlerinde Allahü teâlânın gönderdiği bir “Rehber” olmadan kendi başlarına gittiklerinde, hep yanlış yollara saptıklarını görürüz. Şöyle ki, insan, kendisini yaratan büyük kudret sâhibinin var olduğunu, aklı sâyesinde anlamıştır. Fakat ona giden yolu bulamamıştır. Peygamberleri işitmiyenler, Hâlıkı (Yaratanı) evvelâ kendi etrâflarında aramışlardır. Kendilerine en büyük faydası olan güneşi, yaratıcı sanmışlar ve ona tapmağa başlamışlardır. Kısacası, insan kendi başına, “eşi-benzeri olmayan, bir, ezelî ve ebedî olan Allahü teâlâ”yı bir türlü tanıyamamıştır. Çünkü rehbersiz, karanlıkta doğru yol bulunamaz. Peygamberler en büyük rehberlerdir.

Burada şunu ifâde edelim ki, bütün kâinâtı, canlı-cansız her varlığı, en mükemmel bir nizâm ve intizâm üzere yaratan ve onları her ân varlıkta durduran Allahü teâlâ,  yarattığı şu mükemmel âlemle, kendi varlığını belli ettiği gibi, kullarına çok merhamet ve şefkat ettiği, acıdığı için, var olduğunu ayrıca “Peygamber”leri vâsıtasıyla da bildirmiştir.

“İlk Peygamber” Âdem aleyhisselâmdan başlayarak, “son Peygamber” olan Sevgili Peygamberimize gelinceye kadar her asırda, dünyânın her tarafındaki insanlar arasından en iyi, en üstün olarak seçtiği bir zâta (bir Peygambere), bir “melek”le [“Cebrâîl” aleyhisselâm’la] haber göndererek, kendi varlığını, isimlerini ve sıfatlarını bildirmiştir.

Yüce Allah, insanlara muhtâc oldukları her türlü ni’meti de lutfetmiştir. Bu ni’metler sayılamıyacak kadar çoktur. Bu konuda 2 âyet-i kerîme vardır:

“O size istediğiniz her şeyden verdi. Allah’ın ni’met[ler]ini sayacak olsanız sayamazsınız. Doğrusu insan çok zâlim, çok nankördür!” [İbrâhîm, 34]

“Hâlbuki Allah’ın ni’met[ler]ini teker teker saymaya kalkışsanız, onları sayamazsınız. Muhakkak ki Allah çok bağışlayıcıdır, çok merhametlidir.” [Nahil, 18]

Bu ni’metlerin en büyüğü, Peygamberler ve kitaplar göndererek, onların arkalarından da birçok âlim ve velîyi halkederek, sırât-ı müstekîmi, doğru yolu, Cennet’e götüren yolu, rızây-ı İlâhî’sine götüren yolu göstermesidir.

İslâm dînini teblîğ eden, en son ve en üstün Peygamber, Sevgili Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâmdır. O’na verilen kitâb “Kur’ân-ı kerîm”, İlâhî kitapların en üstünüdür.Peygamber Efendimizin, doğru yolu gösterici mübârek sözlerine, “hadîs-i şerîf” denir. Bir insan, bir rehber olmadan Kur’ân-ı kerîmin ve hadîs-i şerîflerin ma’nâlarını anlayamaz. Bunun için, eskiden olduğu gibi şimdi de, yetişmiş ve yetiştirebilen “Mürşid-i kâmil” denilen büyük din âlimlerine ihtiyâç vardır.

“MÜRŞİD-İ KÂMİL”LERİN EN ÜSTÜNLERİ DÖRT MEZHEB İMÂMLARIDIR

Yukarıda da naklettiğimiz gibi, büyük âlim ve velîlerden Abdülhak-ı Dehlevî (rahmetullahi aleyh): “Mürşid-i kâmil”lerin en üstünleri dört mezheb imâmılarıdır. Bunlar; İmâm-ı A’zam Ebû Hanîfe, İmâm-ı Şâfiî, İmâm Mâlik ve İmâm Ahmed bin Hanbel’dir (rahmetullahi aleyhim ecmaîn) buyurmuştur.

Bu dört büyük imâm, İslâm dîninin dört temel direkleridirler. Kur’ân-ı kerîmin ve hadîs-i şerîflerin ma’nâlarını doğru olarak öğrenmek için, bunlardan birinin kitâblarını okumak lâzımdır.

Bunların herbirinin kitâblarını açıklayan binlerce âlim gelmiştir. Bu açıklamaları okuyan, İslâm dînini doğru olarak öğrenir. Bu kitâbların hepsindeki îmân bilgileri aynıdır. Bu doğru îmâna “Ehl-i Sünnet” i’tikâdı (inancı) denilmektedir.

Dînimiz, nefsimizi terbiye etmemizi, nefsini terbiye edenlerin iki cihân saâdetine kavuşacaklarını bildiriyor.  Nefsimizle cihâdın önemi büyüktür. Hadîs-i şerîfte buyuruldu ki: “Asıl mücâhid, Allah’a itâat uğrunda nefsi ile cihâd edendir.” [Tirmizî] 

Peygamber Efendimiz, “Ahlâkınızı güzelleştiriniz” buyurmuştur. (İbn-i Lâl) Resûlullah aleyhisselâma “Dîn nedir?” diye suâl edilince, “Dîn, güzel ahlâktır” buyurmuştur. (Deylemî) 

Şu hâlde dînin emirlerine uyup, yasak ettiklerinden kaçan kimse, huyunu değiştirip güzel ahlâka sâhip olur. Sevgili Peygamberimize, güzel ahlâkın ne olduğu sorulduğu zaman da buyurdu ki: “Güzel ahlâk, gelmeyene gitmek, vermeyene vermek ve zulmedeni affetmektir.” [Hâkim]  

HER ASIRDA PEYGAMBER GÖNDERİLMİŞTİR

İlk insan ve ilk Peygamber Âdem aleyhisselâm zamanından, Sevgili Peygamberimize gelinceye kadar, her asırda peygamberler gönderilmiştir. Yüz senede bir gönderilen “Nebî”ler, bin senede bir gönderilen “Resûl”ler olduğu gibi, bunların aralarında gönderilen ve hepsinden daha üstün olan “Ülül-azim Peygamberler” de vardır.

Hazret-i Âdem ile eşi Hazret-i Havvâ, yeryüzünde bulunan ve “İlâhî vahiy” ile terbiye edilmiş olan ilk âiledir. İnsan nesli (soyu) onlardan çoğalmıştır. Yüce kitâbımız Kur’ân-ı kerîmde bildirildiği gibi, bu âile, bir erkek ile bir kadından ibârettir.

Bugün yeryüzünde rastladığımız farklı renklere, kültürlere, milletlere ve gruplara rağmen, insanlar temelde bir tek âilenin çocuklarıdırlar. İlmin kesin olarak ortaya koyduğu husûs, farklı ırklara, renklere, kan gruplarına ve iskelet yapılarına rağmen, bütün insanların bir ana-babadan çoğaldıklarıdır.

Nitekim Cenâb-ı Hak, “Hucurât sûresi”nin onüçüncü âyet-i kerîmesinde meâlen: “Ey insanlar! Biz sizleri, bir erkek ile bir kadından yarattık. Birbirinizle tanışmanız için milletlere ve kabîlelere ayırdık…..” buyurmuştur.

“Peygamberler târihi” içerisinde son Peygamber olan Hazret-i Muhammed’in (aleyhis-selâm), 150 bin güzîde sahâbî, mübârek insan, “hayırlı ümmet” meydâna getirmesi, onların da 30-40-50 sene gibi çok kısa zaman zarfında gâyet mahdût imkânlarla, Endülüs’ten [İspanya’dan] Çin’e kadar olan geniş coğrafî bölgeleri peyderpey fethedip oralara ilim-irfân, ahlâk-fazîlet, adâlet-hakkâniyet, medeniyet-insan hakları, nûr ve hidâyet götürmeleri, dünyâda bir eşi-benzeri görülmemiş bir hâdisedir;  bu dönemde yapılan fetihler ve elde edilen zaferler ciddiyetle incelenmesi gereken bir mevzûdur.         

Burada Amerika’lı yazar Studart’ın bir sözünü hâtırlıyalım. Stüdart “İslâm Âleminin Bugünkü Hâli” adlı kitabında diyor ki:

“İslâm’ın zuhûru, neredeyse insanlık tarihinde kaydolunan en büyük hâdisedir. İslâm, daha evvel şahsiyet bakımından zayıf olan bir millet ve değer bakımından kıymetsiz bir ülkede zuhûr etti. Daha yirmi otuz sene geçmeden, uçsuz-bucaksız geniş mülk ve saltanatları parçalayarak, asırlar ve nesiller boyu devam edegelen eski dinleri yıkarak, millet ve kavimlerin içindekilerini değiştirerek, sağlam bünyeli bir âlem (İslâm Âlemi) kurarak yeryüzünün yarısına yayıldı. İslâm’ın ilerleme ve yükselme sırrını ne kadar araştırıp incelersek o kadar hayranlığımız artıyor…”

ÖLDÜKTEN SONRA İYİLİKLE ANILMAK İÇİN YAPILACAK İŞLER 

İslâmiyet, ilme, ahlâka ve âileye en büyük kıymeti verip, câhilliği ve ahlâksızlığı reddeder. Herkesçe bilindiği üzere, insanların diğer varlıklardan imtiyâzlı ve üstün olmaları, kuvvetle, vücut iriliğiyle, çok yemekle, yiğitlikle değil, îmân, ilim, edep, ahlâk ve takvâ iledir.

“İlim rütbesi, rütbelerin en yükseğidir” hadîs-i şerîfi ilim rütbesinin durumunu çok güzel ifâde etmekdedir. YineHazret-i Ali Efendimize izâfe edilen “İnsanın şerefi ilim ve edebledir. Mal ve neseble değildir” kelâm-ı kibârı, konuyu ne güzel özetlemektedir.

İslâm âlimleri ve atalarımız, asırlarca gecelerini gündüzlerine katarak çok kıymetli kitaplar yazmışlar ve bunları kütüphânelerde gözleri  gibi koruyup bizlere kadar ulaştırmışlardır. Bizlere düşen, bunları okuyup istifâde etmek ve gereğini yapmaktır.

İnsanın öldükten sonra iyilikle anılması için; câmi-mescid, mektep-medrese, hastahâne, aşhâne, çeşme, yol, köprü gibi topluma faydalı bir eser veya faydalı bir ilim [faydalı bir kitap yazma, yetişmiş talebe bırakma gibi] yahut hayırlı evlât bırakması gerekir. (Bu konuda bir hadîs-i şerîf de vardır.) Her şey bitip unutulduğu hâlde, bunlar unutulmaz ve ölen insanın hayırlı işinin devâmını te’mîn eder.

Burada netîce olarak ifâde edelim ki, âile, ne kadar sağlam olursa, cemiyet/toplum o derece güçlü temeller üzerine kurulmuş olur. Şu bir gerçektir ki, bir milleti yıkmak isteyen iç ve dış düşmânlar da, ilk tahrîbâtlarına âileden başlamaktadırlar.

Gerek erkek, gerek kadın, ahlâkî değerlere ne kadar sâhip çıkarlarsa, âile müessesesine ne kadar ehemmiyet/önem verirlerse ve bunu yaşatmaya çalışırlarsa, fuhuştan, zinâdan, bütün gayr-i meşrû münâsebetlerden/ilişkilerden ne kadar uzak dururlarsa, o kadar sağlam bir âile yapısı kurulur ve cemiyet de o derece sağlam olur. Tabîî ki millet de son derece sağlam olur; bu milletin teşkîl ettiği devlet de o derece uzun ömürlü olur.