Çeşitli Zaman, Mekân ve Kavimlere Peygamberler Gönderilmiştir
Bilindiği gibi, İslâmın beş şartından birincisi, ya’nî İslâmın birinci şartı, “Kelime-i şehâdet”tir. Ya’nî Allahü teâlâya ve Peygamberine (aleyhisselâm) îmândır. Ya’nî onları sevmek ve sözlerini beğenip kabûl etmektir. İki cihân saâdetine kavuşmak, ancak ve yalnız, dünyâ ve âhıretin Efendisi olan Muhammed aleyhisselâma tâbi’ olmaya bağlıdır. Ona tâbi’ olmak için de, îmân etmek ve onun getirdiği ahkâm-ı İslâmiyyeyi öğrenmek ve yapmak lâzımdır. Yine Muhammed aleyhisselâm’a tâm ve kusûrsuz tâbi’ olabilmek için, onu tâm ve kusûrsuz sevmek lâzımdır.
ÂMENTÜ ESÂSLARINDAN DÖRDÜNCÜSÜ DE, PEYGAMBERLERE İNANMAKTIR
Bilindiği gibi, dînde inanılacak altı şeyden [Âmentü esâslarından] îmânın altı şartından dördüncüsü, Allahü teâlânın “Peygamber”lerine inanmaktır. Peygamberlere îmân etmek, aralarında peygamberlik bakımından hiçbir fark görmeyerek, hepsinin sâdık, doğru sözlü olduğuna inanmak demektir. Peygamberler, insanları, Cenâb-ı Hakk’ın beğendiği yola kavuşturmak, onlara doğru yolu göstermek için gönderilmişlerdir.
Farsça bir kelime olan “Peygamber”, lüğatta, “gönderilmiş zât ve haberci” ma’nâsına gelir. “Nebî”[haber veren] ve “Resûl”[elçi] ise Arapçadır. Türkçede her üçü de kullanılmaktadır. İslâmiyette, bir terim olarak “Peygamber” demek, “yaratılışı, huyu, ilmi, aklı, zamânında bulunan bütün insanlardan üstün, kıymetli, muhterem bir zât” demektir. “Peygamber”in hiçbir kötü huyu, beğenilmeyecek hâli yoktur. Çünkü Peygamberlerde “ismet” sıfatı vardır. Ya’nî peygamber olduğu bildirilmeden önce de, bildirildikten sonra da, küçük ve büyük hiçbir günâh işlemezler. İstisnâsız bütün peygamberler böyledir.
Peygamberlik; “kesbî” değildir, ya’nî çalışmakla, açlık, sıkıntı çekmekle ve çok ibâdet yapmakla ele geçmez. “Vehbî”dir, ya’nî yalnız Allahü teâlânın ihsânı, seçmesiyle olur.
Peygamberlerin her söyledikleri doğrudur. Onlardan birine bile inanmayan kimse, hiçbirine inanmamış, hepsini inkâr etmiş olur. Meselâ son Peygamber Muhammed aleyhisselâma inanmayan bir kimse, bütün peygamberleri inkâr eden kimse ile aynı durumdadır. Bütün peygamberler, hep aynı îmânı söylemiş, hepsi ümmetlerinden aynı şeylere îmân etmelerini istemişlerdir. Fakat ibâdet ve amelleri, yâni kalple, bedenle yapılması ve sakınılması lâzım olan şeyleri farklıdır.
Cenâb-ı Hak, şüphesiz ki bütün insanlara sayılamıyacak kadar çok ni’met, iyilik vermiştir. Allahü teâlânın merhameti, ihsânı, ni’metleri o kadar çoktur ki, bunu ancak “Sonsuz” kelimesiyle ifâde edebiliriz. Bunların en büyüğü ve en kıymetlisi ise, Resûller ve Nebîler (aleyhimüsselâm) göndererek İslâmiyeti, ebedî saâdet yolunu göstermesidir.
ÇEŞİTLİ ZAMAN, MEKÂN VE KAVİMLERE PEYGAMBERLER GÖNDERİLMESİ; BAZI ZAMAN, MEKÂN VE İNSANLARIN EMSÂLİNDEN DAHA ÜSTÜN OLMALARI
Allahü teâlâ, dünyâya gönderdiği ilk insanı [ya’nî Hazret-i Âdem’i], aynı zamanda ilk Peygamber kılmış, ondan sonra, kullarına râzı olduğu ve beğendiği yolu göstermek için, çeşitli mekânlardaki, çeşitli kavimlere, zaman zaman “Peygamber”ler göndermiştir.
İnsanların dünyâ ve âhirette işlerinin düzgün ve faydalı olması için ve onları yanlış, zararlı işlerden koruyup, selâmete, hidâyete, râhata ve saâdete kavuşturmak için, bu peygamberlerle, “dîn” gönderilmiştir.
Târihte belli bir zaman dilimine, belli bir coğrâfî bölgeye ve belli bir kavme gönderilen peygamberler vardır. Ama âhır zaman nebîsi Muhammed aleyhisselâm, [günümüz de dâhil olmak üzere]
bütün zamanlara, bütün mekânlara ve bütün kavimlere, tüm milletlere, hattâ hem insanlara, hem de cinnîlere gönderilmiş bir Peygamberdir. Bunun için Peygamberimize “Hâtemü’n-nebiyyîn” veya “Hâtemü’l-Enbiyâ” yahut “Hâtemü’l-Enbiyâ ve’r-Rusül: Nebîlerin ve Resûllerin sonuncusu” denilmiştir; ayrıca “Resûlü’s-sekaleyn: insanların ve cinnîlerin Peygamberi” sıfatı da vardır. Bu husûs (ya’nî bütün insanların ve cinnîlerin Peygamberi olmasıhusûsu) ittifâklıdır, ya’nî bütün âlimlerimizin söz birliği ile sâbit olan bir husûstur. Ama diğer mahlûkâta da Peygamber olduğunu bildiren âlimlerimiz de vardır. Meselâ bazı hayvanlar kendisine gelip dertlerini anlatırlardı.
İslâm âlimlerinin ittifâkla bildirdikleri gibi, her peygamber, kendi zamanında, kendi mekânında, kendi kavminin hepsinden her bakımdan üstündür. Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâm ise, dünyâ yaratıldığı günden kıyâmet kopuncaya kadar, her zamanda, her memlekette, gelmiş ve gelecek bütün varlıkların her bakımdan en üstünü, en fazîletlisidir.
Peygamberlik vazîfelerini görmekte, peygamberlik üstünlüklerini taşımakta, bütün peygamberler müsâvîdir, eşittir. Fakat peygamberlerin, birbirleri üzerinde, şerefleri, üstünlükleri vardır. Meselâ, ümmetlerinin çok olması, gönderildikleri memleketlerin büyük olması, ilim ve ma’rifetlerinin çok yerlere yayılması, mu’cizelerinin daha çok ve devâmlı olması ve kendileri için ayrı kıymetler ve ihsânlar bulunması gibi üstünlükler bakımından, âhir zaman Peygamberi Muhammed aleyhisselâm, bütün peygamberlerden daha üstündür. Ülü’l-azm olan peygamberler, böyle olmayanlardan ve resûller de, nebîlerden daha üstündürler.
Her bakımdan insanların en üstünü olan Sevgili Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâm, kendisine peygamberliği bildirilmeden önce de, güzel ahlâkı, insanlara görülmemiş bir şekilde iyi davranması, sâkinliği, yumuşaklığı ve diğer üstün hâlleriyle sevilmiştir. İnsanlar, bu hasletleri sebebiyle O’na hayrân olmuşlardır. Mekke halkı, gördükleri şaşılacak derecedeki doğru sözlülük ve güvenilirlikten dolayı, O’na “el-Emîn”, ya’nî “kendisine her zaman güvenilir” lakabını verdiler. Böylece gençliğinde bu isimle meşhûr oldu.
Allahü teâlâ, bir insanda bulunabilecek, görünür-görünmez bütün iyilikleri, bütün üstünlükleri, bütün güzellikleri, sevgilisi Muhammed Aleyhisselâm’da toplamıştır.
Meselâ, insanların en güzel yüzlüsü ve gâyet nûrânî benizlisi idi. Mübârek yüzü, kırmızı ile karışık beyâz olup, ay gibi nûrlanırdı, parlardı.
Sözleri gâyet tatlı olup, gönülleri alır, rûhları cezbederdi.
Aklı o kadar çoktu ki, Arabistân yarımadasında, sert, inatçı insanlar arasında gelip, onları çok güzel idâre ederek ve cefâlarına sabrederek, yumuşaklığa ve itâate getirdi. Çoğu dînlerini bırakıp müslüman oldu ve dîn-i İslâm yolunda babalarına ve oğullarına karşı harbettiler. O’nun uğrunda mallarını, yurtlarını fedâ edip, kanlarını akıttılar. Hâlbuki, böyle şeylere alışık değillerdi.
Güzel huyu, yumuşaklığı, affı, sabrı, ihsânı, ikrâmı, o kadar çoktu ki, herkesi hayrân bırakırdı. Görenler ve işitenler seve seve müslüman olurdu.
Hiçbir hareketinde, hiçbir işinde, hiçbir sözünde, hiçbir zaman, hiçbir çirkinlik, hiçbir kusur görülmemiştir. Kendisi için kimseye gücenmediği hâlde, dîn düşmânlarına, dîne dil ve el uzatanlara karşı sert ve şiddetli idi.
Herkese karşı yumuşak olmasaydı, Peygamberlik heybetinden, büyüklük hâllerinden, kimse yanında oturmaya ve sözünü dinlemeye tâkat getiremezdi.
Kimseden bir şey okumamış, öğrenmemiş, hiç yazı yazmamış iken ve seyâhat etmeyen, geçmişlerden ve etrâfındakilerden haberi olmayan insanlar arasında hâsıl olmuş iken, Tevrât’ta, İncîl’de ve diğer bütün kitaplarda yazılı şeyleri bildirdi. Geçmişlerin hâllerinden haber verdi. Her dînden, her meslekten ileri gelenlerin hepsini huccet ve burhânlar söyliyerek susturdu. En büyük mu’cize olarak Kur’ân-ı kerîmi ortaya koydu ki, 6.236 âyetinden biri gibi söyliyemezsiniz diye meydân okuduğu hâlde, 1400 küsûr seneden beri, dünyânın her tarafında bütün İslâm düşmanları elele vererek, mallar, servetler dökerek uğraştıkları hâlde, söyleyemediler.