Zelzeleden Çıkarılacak Bazı Dersler
Allahü teâlânın “Cemâl” sıfatının yanında, “Celâl” sıfatı da mevcuttur. İnsanlara karşı, zaman zaman ba’zı îkâzları olabilir. Bunlar aslında, Cenâb-ı Hakk’ın kullarına olan merhametinden, acımasından ve onların âhirette ebedî saâdete kavuşmalarını istemesinden dolayıdır.
Bilindiği üzere, târih boyunca, Allah’ın peygamberlerini ve kitaplarını inkâr eden, çeşitli nimetlerine nankörlük eden kavimler, muhtelif şekillerde helâk edilmişlerdir. Fakat, âlemlere rahmet olarak gönderilen Sevgili Peygamberimizin yüzü suyu hürmetine, O’nun ümmetinden toplu helâkler kaldırılmıştır.
Geçmiş târihe, özellikle Peygamberler târihine bir göz atılacak olursa, muhtelif kavimlerin başlarına gelen hâdiseler olarak şunlar görülür:
Ankebût sûresinin 39-40. âyet-i kerîmelerinde buyurulmuştur ki:
“Kârûn’u da, Fir’avun’u da, (onun vezîri) Hâmân’ı da helâk ettik. Gerçekten Mûsâ, onlara apaçık delîllerle gelmişti de, onlar yer yüzünde kibirlenip baş kaldırmışlardı (îmân etmediler). Halbuki (azâptan) kurtulacak değillerdi.
Biz de, her birini günâhıyla yakaladık. Kiminin üzerine taş yağdıran bir kasırga gönderdik. Kimini korkunç gürültü yakalayıverdi. Kimini yere batırdık. Kimini de suda boğduk.
(Lût (a.s.) kavmi taşyağmurunatutuldu; Şuayb (a.s.) ile Sâlih’in (a.s.) kavimleri korkunç gürültü ile helâk edildi; Kârûn ve beraberindekiler yere geçirildi; Firavun ve kavmi suda boğuldu).
Allah onlara zulmetmiyordu; fakat onlar kendi nefislerine zulmediyordu.”
En’âm sûresinin 65. âyet-i kerîmesinde de şöyle buyurulmaktadır:
“De ki; Allah size üstünüzden veya ayaklarınızın altından bir azâb göndermeğe yahut sizi birbirinize katıp bazılarınıza diğerlerinizin acısını tattırmağa da kâdirdir. Bak onlar anlasınlar diye âyetleri nasıl açıklıyoruz?”
İmam Suyûti’nin “Keşfü’s-Salsale an Vasfi’z-Zelzele” isimli eserinde, bu âyet-i kerîme açıklanırken, “ayakları altından gönderilecek azâb“ın “zelzele” olduğu beyân edilmektedir.
Fakat burada şunu da bilmemiz lâzım:
Allahü teâlâ, her şeyi bir sebep altında yaratmaktadır. Bu sebeplere, iş yapabilecek te’sîr, kuvvet vermiştir. Bu kuvvetlere, tabîat kuvvetleri, fizik, kimyâ ve biyoloji kanunları diyoruz. Bir iş yapmamız, bir şeyi elde etmemiz için, bu işin sebeplerine yapışmamız lâzımdır.
Ama Allahü teâlâ, sevdiği insanlara, ikrâm, iyilik olarak ve azılı düşmanlarına da mekr-i ilâhî olarak, “Hâriku’l-âde” ya’nî âdetini bozarak, sebepsiz şeyler yaratabilir. Nitekim Peygamberlerin elinde meydâna gelen “mu’cize”ler, evliyâdan zuhûr eden “kerâmet”ler, mü’minlerde olan “firâset”ler, fâsıkların yaptıkları “istidrâc”lar ve kâfirlerden meydana gelen “sihir”ler bunlardandır.
Biz, bunları belirttikten sonra, önemli bir konuya temâs etmek istiyoruz:
Şâir diyor ki:
“Ne kahrı dest-i a’dâdan, ne lutfu âşinâdan bil,
Umûrun Hakk’a tefvîz et, Cenâb-ı Kibriyâ’dan bil.”
Ya’ni kahrı düşmân elinden, lutfu da dost elinden bilme. İşlerini Cenâb-ı Hakk’a ısmarla, olanları O’ndan bil.
Başka bir beyt de şöyledir:
“Hakk’a tefvîz-i umûr et, ne elem çek, ne keder,
Elbette zuhûra gelir, ne ise hükm-i kader.”
Yanî, işleri Cenâb-ı Hakk’a havâle et, elem ve keder çekme. Kaderde ne yazılmışsa, elbette o meydâna gelecektir.
Burada hemen, mü’min olmak için inanılması gereken “Âmentü” esâslarındaki “Îmânın 6 şartı”ndan “kader”e ya’ni hayır ve şerrin Allahü teâlâdan olduğuna inanmak konusuna, bir nebze de olsa, temâs etmemiz uygun olacaktır.
Kitaplarda: “hayır ve şer, olmuş ve olacak şeylerin cümlesinin, Allahü azîmüşşân’ın takdîri ile ya’nî ezelde bilmesi, dilemesi, levh-i mahfûza yazması ve vakitleri gelince yaratmasıyla olduğuna inandım, îmân eyledim, kalbimde aslâ şek ve şüphe yoktur” demek lâzım geldiği belirtilmektedir.
Burada bir noktayı daha nazar-ı dikkatten uzak tutmamak lâzımdır. O da Erzurumlu İbrahim Hakkı hazretlerinin bir sözüdür:
“Hak şerleri hayr eyler, zannetme ki ğayr eyler, ârif ânı seyr eyler,
Mevlâ görelim neyler, neylerse, güzel eyler.”
Bilindiği gibi, Allahü teâlâ, insanları çeşitli şekillerde imtihâna tâbi tutmakta, ba’zen belâ ve musîbetler vererek onları îkâz etmekte, ba’zen de sabırlarını ölçmekte, sıkıntı hallerinde de şükredip etmiyeceklerini denemektedir.
Burada biz kullara düşen, “kader”e inanmak, Allah’a tevekkül etmek, belâ ve musîbetlere sabretmek, Allah’a şükür ve kulluk yapmak, günâhlarımızdan dolayı tevbe ve istiğfâr etmektir.
Ayrıca ölüme her an hâzır olmaktır. Tabîî ki bu da, Hak borçlarını edâ etmek, kul borçlarından arınmak ve ölümden sonraki hayât için hâzırlık yapmak şeklinde olur. Boynu bükük, kalbi kırık, âcizliğini müdrik, istiğfâr eden, tazarru’ ve niyâzda bulunan kulları, Allahü teâlânın sevdiğinde şek ve şüphe yoktur.