Peygamber Efendimiz, Teblîğâtına Nasıl Başlayıp Nasıl Devâm Etmiştir?
İlk vahyin gelmesiyle, peygamberlik vazifesini îfâya başlayan Muhammed Mustafa (sallallahü aleyhi ve sellem) Efendimiz, İslâm’ı teblîğe takrîben yirmi üç sene devâm etti. Bunun on üç senesi Mekke, on yılı Medine’de geçmiştir. Kur’ân-ı kerîm, 22 sene 2 ay 22 gün gibi bir zamanda vahyedilip tamâmlanmıştır.
Muhammed aleyhisselâm “Ümmî” olup, herhangi bir kitap okumamış, yazı yazmamış ve kimseden ders görmemişti. Mekke’de doğup büyümüş, belli kimseler arasında yetişmişti.
Peygamber Efendimize, ilk vahyin gelmesinden sonra, ilk îmân eden Hazret-i Hadîce vâlidemizdir. Hiç tereddüt etmeden İslâmiyet’i hemen kabul edip, ilk müslümân olmakla şereflenmiş ve en fazîletli kadınlardan olmuştur. Hazret-i Hadîce vâlidemizden sonra, yetişkinlerden ilk müslüman olan, Resûlullah efendimizin yakın arkadaşlarından Hazret-i Ebû Bekir’dir (radıyallahü anh).
Peygamber Efendimiz, bir gün Hazret-i Hadîce vâlidemizle namaz kılarlarken, Hazret-i Ali onları gördü. O zaman on yaşında idi. Namazdan sonra Resûlullah’ın huzûruna gelerek: “Ya Resûlallah! Bana İslâm’ı öğret” dedi ve müslümân oldu. Hazret-i Ali (radıyallahü anh), müslümân olanların üçüncüsüdür.
Resûlullah Efendimiz, “Müddessir sûresi”nin nâzil olmasıyla, insanları İslâm dînine da’vete başlamıştı. Bu da’veti gizli yapıyordu. Bir müddet sonra da: “Yakın akrabânı Allahü teâlânın azâbı ile korkutarak, onları hak dîne çağır” (Şuarâ sûresi, 214) meâlindeki âyet-i kerîme nâzil oldu. Bunun üzerine Muhammed aleyhisselâm, akrabâsını dîne da’vet etmek için Hazret-i Ali’yi gönderdi ve hepsini Ebû Tâlib’in evine çağırdı.
Söze başlayıp:
“Ey Abdülmuttalib oğulları! Vallahi, Arablar içinde benim size getirdiğim, dünyâ ve âhiretiniz için hayırlı olan şeyden (yani bu dînden) daha üstününü ve daha hayırlısını kavmine getirmiş bir kimse yoktur. Ben sizi, dile kolay gelen, mîzânda ağır basan iki kelimeyi söylemeye da’vet ediyorum. O da: “Allah’dan başka ilâh olmadığına ve benim O’nun kulu ve resûlü olduğuma şehâdet etmenizdir.
Allahü teâlâ, bana, sizi buna da’vet etmemi emretti. O hâlde, hanginiz benim bu da’vetimi kabul eder ve bu yolda yardımcım olur?”buyurdu.
Kimseden ses çıkmadı, başlarını önlerine eğdiler. Peygamber Efendimiz, bu sözlerini üç def’a tekrârladı. Her söyleyişinde, Hazret-i Ali ayağa kalkıyordu. Üçüncü def’asında: “Yâ Resûlallah! Her ne kadar ben, bunların yaşça en küçüğü isem de, sana ben yardımcı olurum” dedi. Bunun üzerine Resûlullah Efendimiz, Hazret-i Ali’nin elinden tuttu. Diğerleri hayret içinde dağıldılar.
Bi’setin dördüncü yılında “Hıcr sûresi”nin 94. âyet-i kerîmesi nâzil oldu.
Meâlen: “(Ey Habîbim!) Sana emrolunan şeyi (emir ve yasakları) açıkla, hak ile bâtılın arasını ayır. Müşriklerden yüç çevir! (Onların sözlerine iltifât etme)” İlâhî emri gelince, Sevgili Peygamberimiz, Mekkelileri açıktan açığa İslâm’a da’vet etmeye başladı.
Bir gün Safâ tepesine çıkıp: “Ey Kureyş halkı! Buraya toplanıp sözlerimi dinleyiniz!” buyurdu.
Kabîleler toplandıktan sonra da: “Ey kavmim! Hiç benden yalan söz işittiniz mi?” buyurunca, hepsi birden “Hayır işitmedik” dediler.
Buyurdu ki: “Allahü teâlâ, bana Peygamberlik ihsân etti ve beni size Peygamber olarak gönderdi.”
Sonra da: “(Ey Habîbim!) Onlara de ki. Ey insanlar! Ben sizin hepinize gelmiş, Allahü teâlânın resûlüyüm. O Allahü teâlâ ki, yerlerin ve göklerin sâhibi ve idârecisidir. O’ndan başka ibâdete müstehak yoktur. Her canlıyı öldüren ve dirilten O’dur…” meâlindeki “A’râf sûresi”nin 158. âyet-i kerîmesini okudu.
Dinleyenlerden, amcası Ebû Lehep kızarak:
“Kardeşimin oğlu dîvâne olmuş! Bizim putlarımıza tapmayanın, dînimizden ayrılanın sözünü dinlemeyiniz” diye küfürde direterek bağırdı.
Orada bulunanlar dağıldı ve hiç kimse îmân etmedi. Peygamber Efendimizin, doğru sözlü, yüksek ahlâklı olduğunu bildikleri hâlde, kibir ve inâtları sebebiyle, yüz çevirdiler ve düşmân kesildiler.
Sevgili Peygamberimiz, bu da’vetlerden sonra nerede bir kimse veya bir topluluk görse, onlara İslâm’ı anlatırdı. Böylece hakîkî kurtuluşun, nefse uymaktan, zulümden, haksızlıktan ve her türlü kötü işlerden uzaklaşmakla ve Allahü teâlâya îmân etmekle mümkün olacağını bildirirdi.
Tabîî ki, nefislerinin isteklerine, şehvetlerine uyanlar, zayıfları ezenler ve azgınlıkta aşırı gidenler buna şiddetle karşı çıktılar. Bütün bu bozuk işlerine son verileceğini görerek, Muhammed aleyhisselâmın bildirdiklerini inkâr ettiler. O’na ve inananlara düşmân oldular.
MEYDÂNA GELEN NETÎCE
Sevgili Peygamberimizin, 150 bin mübârek insan, güzîde sahâbe, “hayırlı bir ümmet” meydâna getirmesi, onların da yarım asırdan daha kısa bir zaman zarfında, gâyet mahdûd imkânlarla İspanya’dan [Endülüs’ten] Çin’e kadar olan geniş coğrafî bölgeleri fethedip oralara ilim, irfân, ahlâk, fazîlet, medeniyet, adâlet, nûr ve hidâyet götürmeleri ciddiyetle incelenmesi gereken bir konudur.
Amerikalı yazar Stüdart “İslâm Âleminin Bugünkü Hâli” adlı kitabında diyor ki:
“İslâm’ın zuhûru, neredeyse insanlık tarihinde kaydolunan en büyük hâdisedir. İslâm, daha evvel şahsiyet bakımından zayıf olan bir millet ve değer bakımından kıymetsiz bir ülkede zuhûr etti. Daha yirmi-otuz sene geçmeden, uçsuz-bucaksız geniş mülk ve saltanatları parçalayarak, asırlar ve nesiller boyu devam edegelen eski dînleri yıkarak, millet ve kavimlerin içindekilerini değiştirerek, sağlam bünyeli bir âlem (İslâm Âlemi) kurarak yeryüzünün yarısına yayıldı. İslâm’ın ilerleme ve yükselme sırrını ne kadar araştırıp incelersek o kadar hayranlığımız artıyor…”
BÜTÜN DÜNYÂ MİLLETLERİNİN O’NA HAYRÂNLIĞI VE YABANCILARIN ONUN HAKKINDA NE DÜŞÜNDÜKLERİ
Allahü teâlâ her şeyden önce, sevgili Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâmın mübârek nûrunu yarattı. Tefsîr ve hadîs âlimlerimiz bildirmişlerdir ki, “Cenâb-ı Hak, önce Muhammed aleyhisselâm’ın nûrunu yaratıp, ondan sonra bütün kâinâtı sırası ile vücûda getirdi.”
Allahü teâlâ, bir insanda bulunabilecek, görünür-görünmez bütün iyilikleri, bütün üstünlükleri, bütün güzellikleri, sevgilisi Muhammed Aleyhisselâm’da toplamıştır. Hiçbir hareketinde, hiçbir işinde, hiçbir sözünde, hiçbir zaman, hiçbir çirkinlik, hiçbir kusur görülmemiştir.
Allahü teâlâ, bütün peygamberlerine onların kendi isimleriyle hitâp ettiği hâlde, Muhammed aleyhisselâma; “Resûlüm, Nebiyyim, Habîbim (sevgilim)” diye iltifât etmiştir. Âyet-i kerîmede meâlen: “Seni âlemlere rahmet olarak gönderdik” (Enbiyâ sûresi, 107) buyuruldu.
Bundan 14 asır evvel yaşamış bulunan Resûlullah Efendimiz, günümüzde de bütün dünyâ milletlerinin, ilim adamlarının, devlet, siyâset ve fikir adamlarının, ediplerin, târihçi ve askerî şahsiyetlerin alâkasını çekmekte, bunların herbiri O’nu biraz inceledikten sonra hayrânlık ve şaşkınlıklarını dile getirmektedirler.
Müslümân olmayanlar, Habîb-i Ekrem Efendimizin sâdece idâreciliği, dehâsı, askerî, sosyal ve diğer taraflarını görmekte, yalnız bunlara bakarak O’nu tanımaya çalışmaktadırlar. Gördükleri fevkalâde ve hiçbir insanda görülmemiş üstünlükler karşısında acze düşmekle berâber, O’na “Peygamber” gözüyle bakmadıkları için, O’nu tanımaktan ve anlamaktan çok uzak kalmaktadırlar.
Müslümânlar da, Peygamber Efendimizin güzellik ve üstünlüklerini ilimleri, ihlâsları ve O’na olan muhabbetleri kadar derece derece görmekte ve anlayabilmektediler. Bunlardan zâhir âlimleri O’nun zâhirî vasıflarını, bâtın âlimleri de bâtınî güzelliklerini görebildikleri kadar dile getirmişlerdir.
“Ulemâ-i râsihîn” denilen hem zâhir, hem de bâtın bilgilerinde üstâd ve Peygamber Efendimize vâris olan yüksek “İslâm âlimleri” ise, O’nu bütün güzellikleriyle görmüş ve âşık olmuşlardır. Bunların en başında Ebû Bekr-i Sıddîk (radıyallahü anh) gelmektedir.
Sevgili Peygamberimiz, kimseden bir şey okumamış, öğrenmemiş, hiç yazı yazmamış iken ve seyâhat etmeyen, geçmişlerden ve etrâfındakilerden haberi olmayan insanlar arasında hâsıl olmuş iken, Tevrât’ta, İncîl’de ve diğer bütün kitaplarda yazılı olan şeyleri bildirdi. Geçmişlerin hâllerinden haber verdi. Her dînden, her meslekten ileri gelenlerin hepsini huccet ve burhânlar söyliyerek susturdu.
Resûlullah (aleyhisselâm), en büyük mu’cize olarak Kur’ân-ı kerîmi ortaya koydu ki, onda 6.236 âyetinden biri gibi söyliyemezsiniz diye bütün insanlara meydân okunduğu hâlde, 1.400 küsûr seneden beri, dünyânın her tarafındaki bütün İslâm muhâlifleri elele vererek, mallar, servetler dökerek uğraştıkları hâlde, söyliyemediler.
SON PEYGAMBER MUHAMMED ALEYHİSSELÂM HAKKINDA BAZI BATILILARIN SÖZLERİ
Tarihimizde Karahanlılar, Gazneliler, Timuroğulları, Babürlüler, Selçuklular ve Osmanlılar, bütün insanlığa çok hayırlı hizmetler yapmış ve çok yüksek medeniyetler sergilemişlerdir. Bu medeniyetlerin temelleri, tâ Sevgili Peygamberimizin “Hicret-i Nebeviye”lerinden sonra Medîne-i münevverede kurdukları İslâm devletine dayanır.
Bu yüksek medeniyetlerin temellerini atan Sevgili Peygamberimiz, dost-düşmân herkesin dikkatlerini çekmiş, pek çok kimse, imkânları nisbetinde o zâtı tedkîk etmiş, incelemelerinin sonucunda bazı değerlendirmeler yapmışlardır.
Biz, burada, onlardan sadece birkaç tanesinin sözlerini ele almak istiyoruz: Dünyânın tanıdığı büyük ilim adamlarından biri olan İskoçya’lı Thomas Carlyle diyor ki:
“Hz. Muhammed (aleyhisselâm) gelmeden evvel, Arapların bulundukları yerlere kocaman bir ateş parçası sıçramış olsaydı, kuru kum üzerinde kaybolup gidecek ve hiç iz bırakmayacaktı. Fakat Muhammed aleyhisselâm gelince, bu kuru kum dolu çöl, sanki bir barut fıçısına döndü. Delhi’den Granada’ya kadar her taraf birdenbire semâya yükselen alevler hâline geldi. Bu büyük zât sanki bir şimşekti. O’nun etrafındaki bütün insanlar, O’ndan ateş alan parlayıcı maddeler hâline dönüştüler.”
Hindistân’ı İngiliz sömürgesi olmaktan kurtaran Hint’li lider Mahatma Gandhi (1869 – 30 Ocak 1948) , İslâm dînini, Kur’ân-ı kerîmi ve Peygamberimizi inceledikten sonra şunları söylemiştir:
“İslâm dîni yalancı bir dîn değildir. Hintlilerin bu dîni saygı ile incelemelerini isterim. Onlar da İslâmiyeti benim gibi seveceklerdir. Ben, İslâm dîninin Peygamberinin ve O’nun yakınında bulunanların nasıl hayât sürdüklerini bildiren kitapları okudum. Bunlar beni o kadar ilgilendirdi ki, kitaplar bittiği zaman bunlardan daha fazla olmamasına üzüldüm.
Ben şu kanâate vardım ki, İslâmiyetin sür’atle yayılması, kılıç yüzünden olmamıştır. Aksine her şeyden evvel sâdeliği, mantıkî olması ve Peygamberinin büyük tevâzuu (alçak gönüllülüğü), sözünü dâimâ tutması, yakınlarına ve müslümân olan herkese karşı sonsuz bağlılığı yüzünden, İslâm dîni birçok insan tarafından seve seve kabûl edilmiştir.”
Yine târihe, dünyanın en büyük askerî dehâlarından biri, aynı zamanda kıymetli bir devlet adamı olarak geçen Fransız İmparatoru Napoléon Bonaparte (15 Ağustos 1769 – 5 Mayıs 1821), “Bonaparte et İslâm” isimli kitapta belirtildiğine göre şöyle diyor:
“Allah’ın varlığını ve birliğini, Mûsâ kendi milletine, Îsâ Romalılara, fakat Muhammed (aleyhisselâm) bütün eski dünyâya bildirdi. Arabistan tamâmiyle putperest olmuştu. Îsâ’dan altı asır sonra Muhammed (aleyhisselâm) kendisinden evvel gelmiş olan İbrâhîm, İsmâîl, Mûsâ ve Îsâ’nın (aleyhimüsselâm) Allah’ını Araplara tanıttı.
Arapların yanına sokulan Aryenler, hakîkî İsâ dînini bozarak onlara “Allâh, Allâh’ın oğlu, Rûhu’l-kudüs” gibi, üçlü, kimsenin anlayamayacağı akîdeleri [teslîs akîdesini] yaymaya çalışıyor, şarkın sulh ve huzûrunu tamâmen bozuyorlardı. Muhammed (aleyhisselâm) onlara doğru yolu gösterdi. Araplara, yalnız bir tek Allâh olduğunu, O’nun babasının da, oğlunun da bulunmadığını, böyle birkaç Allâh’a tapmanın, puta tapmaktan kalan saçma bir âdet olduğunu anlattı.”
Dünyaca tanınmış büyük Fransız edîbi ve devlet adamı Alphonse Lamartine (21 Ekim 1790 – 28 Şubat 1869), “Histoire de Turquie = Türkiye Tarihi” adlı eserinde Muhammed aleyhisselâm için şöyle diyor:
“Hz. Muhammed (aleyhisselâm) bir yalancı peygamber miydi? O’nun eserlerini ve târîhini inceledikten sonra bunu düşünemeyiz. Çünkü yalancı peygamberlik, iki yüzlülüktür. İki yüzlülükte inandırma kuvveti yoktur; nasıl ki, yalanda da doğruluğun kudreti bulunmaz.
Mekanikte bir cisim atıldığı zaman onun varabileceği yer, fırlatma gücü ile orantılıdır. Bir ma’nevî ilhâmın gücü de, onun meydana getirdiği eser ile orantılıdır. Bu kadar çok şey taşıyan, bu kadar uzaklara kadar yayılan ve bu kadar uzun zaman aynı kudrette devâm eden bir “fikir” yani İslâmiyet yalan olamaz. Bunun çok samîmî ve çok inandırıcı olması gerekir. O’nun hayâtı, uğraşmaları, memleketinin hurâfelerine ve putlarına karhamânca saldırıp onları parçalaması, puta tapan çoğunluğun hiddetlerine karşı koymak ataklığı, kendine saldırdıkları hâlde, 13 sene Mekke’de buna dayanması, hemşehrileri arasında türlü hâdiseler çıkartmak ve kendini âdetâ kurbân yerine koymak gibi hâllere tahammül etmesi, Medîne’ye hicreti, durmadan yaptığı teşvîkler ve verdiği vaazlar, çok üstün düşmân kuvvetleriyle yaptığı savaşlar, kazanacağına olan i’timâdı, en büyük felâket zamanında bile duyduğu insân üstü güvence, zaferde bile gösterdiği sabır ve tevekkül, sözlerini kabûl ettirme hırsı, sonsuz ibâdeti, Allâh’la mukaddes konuşmaları, ölümü, ölümünden sonra da devâm eden şân ve şerefi, zaferleri O’nun hiçbir zamân, yalancı bir peygamber olmadığını, tâm aksine büyük bir îmâna sâhip bulunduğunu gösterir.
Filozof, hatîp, peygamber, kânûn koyucu, cenkçi, insân düşüncelerini etkileyici, yeni îmân esâsları koyan ve yirmi büyük dünya imparatorluğu ile bir büyük İslâm devleti kuran kişi: İşte Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) budur! İnsanların büyüklüğünü ölçmek için kullandıkları bütün mikyâslarla ölçülsün; acabâ O’ndan daha büyük bir şahıs var mıdır? Olamaz!”