Mekke-i Mükerreme’nin Fethine Dâir Birkaç Kelime Daha
“Bugün, merhamet günüdür”
Hz. Ebû Süfyân, sür’atle Mekke’ye gelip, kendisini heyecân, endîşe ve merâkla bekleyen müşrik Kureyşlilere müslümân olduğunu açıkladıktan sonra;
“Ey Kureyş cemâatı! Bu gelen Muhammed’dir (Sallallahü aleyhi ve sellem). Muhammed aleyhisselâm, karşısına çıkılmayacak kadar büyük bir ordu ile yanıbaşınıza gelmiş buyunuyor. Boş yere kendi kendinizi aldatmayınız? Müslümân olunuz ki, kurtulasınız! Ben sizin görmediklerinizi gördüm! Sayısız bahâdırlar, atlar ve silâhlar gördüm. Hiç kimsenin onlara gücü yetmez! Kim, Beytullah’a, Mescid-i harâma sığınırsa, ona emân verilmiştir. Kim, Ebû Süfyân’ın evine girerse, ona da emân verilmiş, öldürülmekten kurtulmuştur! Kim de, kendi evine girip kapısını kapatırsa, ona da emân verilmiştir” dedi.
Bunun üzerine müşriklerin azılılarından bazıları, Ebû Süfyân Hazretlerine karşı çıkarak, hakâret ettiler. Hattâ, İslâm ordusuna karşı çıkmak için, acele hâzırlığa başladılar. Fakat bunların sayıları çok azdı. Diğerleri, bunlara iltifât etmeyip evlerine koştular. Bir kısmı da Mescid-i Harâm’a sığındılar.
“Hiç kimseyi öldürmeyeceksiniz”
Server-i âlem Efendimiz ve şanlı sahâbîler, Zîtuvâ vâdîsine gelip toplandılar. Âlemlerin Efendisi, mübârek gözleriyle Eshâb-ı kirâmını şöyle bir süzdükten sonra, hâtırına, sekiz sene önce Mekke’den ayrılışı, hicreti geldi.
O zaman saâdethânelerinin etrâfını müşriklerin sardığını, Yâsîn-i şerîfden âyet-i kerîmeler okuyarak çıktığını, Hazret-i Ebû Bekir ile kimselere görünmeden Sevr mağarasına girdiklerini; Mekke hudûtlarından ayrılmadan son bir defa dönüp;
“Ey Mekke! Vallahi, biliyorum ki sen, Allahü teâlânın yarattığı yerlerin içinde en hayırlısısın. Rabbim katında da, benim yanımda da en sevgili olanısın. Senden zorla çıkarılmamış olsaydım; senden çıkmaz, ayrılmazdım” buyurduğunu; bu mahzûnluğu karşısında, Cebrâîl aleyhisselâmın Kasas sûresinin 85. âyet-i kerîmesini okuyup, mübârek hâtırını tesellî ettiğini ve Mekke-i mükerremeye döneceğini müjdelediğini; bir avuç Eshâbı ile Bedir’de, Uhud’da, Hendek’de, Hayber’de, Mu’te’de düşmânlara nasıl gâlip geldiğini hâtırladı.
Şimdi, on iki bin Eshâbı, etrâfında pervâne olmuş, Mekke’ye girmek için bir emrini bekliyorlardı… Server-i âlem Efendimiz, bütün bunları ihsân eden Allahü teâlâya, en derin minnet ve şükrân duygularıyla dolu olarak hamd etti. Tevâzu ile mübârek başını önüne eğdi.
Fahr-i kâinât Efendimiz, kahramân Eshâbını dört gruba ayırdı. Sağ kol kumandânlığına Hâlid bin Velîd Hazretlerini, sol kol kumandanlığına Zübeyr bin Avvâm Hazretlerini, piyâdelerin başına Ebû Ubeyde bin Cerrâh Hazretlerini, diğer gruba da Sa’d bin Ubâde Hazretlerini tayîn eyledi.
Hazret-i Hâlid, Mekke’nin güneyinden girecek, müşriklerden kim karşı çıkarsa cezâlarını verecek, Safâ tepesinde, Fahr-i kâinât Efendimizle birleşecekti. Hazret-i Zübeyr, Mekke’nin kuzeyinden girecek, Hacûn mevkıine bayrağını dikip Server-i âlem Efendimizi bekleyecekti. Hazret-i Sa’d bin Ubâde de batıdan ilerleyecekti.
Resûl-i Ekrem Efendimiz, kumandânlarına; “Size saldırılmadıkça, aslâ, hiç kimseyle çarpışmaya girmeyeceksiniz. Hiç kimseyi öldürmeyeceksiniz” buyurdu. Ancak isimleri belirtilen on beş kişiden kim yakalanırsa, Kabe’nin örtüsü altına bile gizlenseler, cezâları verilecekti.
Ramazân-ı şerîfin on üçü, Cuma günü idi. Mücâhidlerden en önce harekete geçen, Hâlid bin Velîd Hazretleri oldu. Mekke’nin güneyinden Handeme dağının eteklerine geldiklerinde, azılı Kureyş müşriklerinin kendilerine ok yağdırdıklarını gördü. İki mücâhid, şehîd olmuştu.
Hazret-i Hâlid, savaş düzenindeki askerlerine; “Ancak, bozguna uğrayıp kaçanlar öldürülmeyecektir?” emrini verdikten sonra, ileri atıldılar. Bir ânda müşrikleri geriye püskürttüler. Çarpışma esnâsında yetmiş müşrik öldürüldü. Diğerleri, dağ başlarına, evlerine kaçtılar.
Mukaddes Mekke’ye diğer yönlerden giren şânlı sahâbîler, her hangi bir direnişle karşılaşmadılar. Öldürülmesi emredilenler, içinde beş tanesi yakalanıp cezâları verildi. Diğerleri Mekke’den kaçtılar.
Mücâhidler, büyük bir heyecânla, dalga dalga; “Allahü ekber! Allahü ekber!” tekbîrleri arasında Mekke’ye giriyorlardı.
Peygamberimiz de, Kusvâ adlı devesi üzerinde, terkisinde de Üsâme bin Zeyd olduğu hâlde büyük bir tevâzu içinde, doğduğu belde mukaddes Mekke’ye giriyordu. Server-i âlem Efendimiz, kendisine bu günleri gösteren Allahü teâlâya hamdediyor, büyük bir sürûr içinde, muzaffer Eshâbının arasında Mekke’nin fethini müjdeleyen, Fetih suresini tilâvet buyuruyordu. Sağında Ebû Bekr, solunda Üseyd ibni Hudayr, etrâfında Muhâcirîn ve Ensâr’dan bir kısım Eshâb vardı. Kâbe’yi görünce tekbîr getirdiler. Hacer-i esved’i ziyâret ettikten sonra, telbiye ve tekbîr getirdiler. Bunu sahâbîler takîb etti ve “Allahü ekber! Allahü ekber!” sesleri ile Mekke-i mükerreme semâları inlemeye başladı. Yükselen tekbîr sadâlarının akisleri dağlardan geliyordu. Peygamberimiz Kusvâ adlı devesinin üzerinde Harem-i şerîfe girdi. Kâbe’yi deve üstünde yedi defâ tavâf etti. Tavâf sırasında Kâbe’deki putlar, elindeki değnekle işâret ettikçe ve dokundukça devriliyor ve; “De ki hak geldi, bâtıl zâil oldu, çünkü bâtıl yok olmaya mahkûmdur” meâlindeki İsrâ sûresinin 8. âyetini okuyordu. Yüksek yerlerde bulunan putların da devrilmesi için Hazret-i Ali; “Yâ Resûlallah! Omuzuma basarak deviriniz” deyince, “Yâ Ali, sen nübüvvet sikletine tahammül edemezsin, sen benim omuzuma bas, bu işi yerine getir” buyurdu. Allah’ın Arslanı, emre uyarak mübârek omuzuna basıp yüksekte bulunan putları devirdi ve büyük ni’metlere kavuştu.
Tavafın yedinci şavtını, devresini bitirdikten sonra, devesinden inen sevgili Peygamberimiz, Makâm-ı İbrâhîm’de iki rek’at namaz kıldı.
Sonra Hazret-i Abbâs’ın kuyudan çıkardığı zemzemden içti. Zemzem ile abdest almayı arzû buyurdular. Fahr-i kâinât Efendimiz abdest alırken, Eshâb-ı kirâm, sevgili Peygamberimizin mübârek vücûduna değen abdest suyunu yere düşürmeden havada kapışmaya başladılar.
Bu durumu gören müşrikler; “Biz, hayâtımızda böyle bir hükümdâr ne gördük, ne de işittik” diyerek hayrete düştüler.
Server-i âlem Efendimiz, Ka’be’nin çevresine taştan ve tahtadan yapılmış bütün putların yıkılmasını murâd ettiler.
“Hak gelince bâtıl gider”
İsra suresinin mealen; “Hak gelince batıl gider, batıl her zaman gidicidir” 81. âyet-i kerimesini okuyarak, mübarek elindeki asayı putlara doğru uzattılar. Asanın değdiği her put, birer birer yüzü üzere yıkılıverdi. Üç yüz altmış put yerle bir edildi. Öğle vakti girdiğinde, Resûl-i Ekrem Efendimiz Hazret-i Bilal’e, Kabe’de ezan-ı şerifi okumasını emir buyurdu.
O da, derhal bu mukaddes vazifeyi ifa eyledi. Ezan okunurken, mü’minlerin kalbinde engin bir sürur meydana geliyor, müşrikler ise ziyadesiyle elem ve üzüntü içinde kahroluyorlardı.
Sevgili Peygamberimiz, içerdeki resimleri ve yıkılan bütün putları temizlettikten sonra, yanında Hazret-i Üsame bin Zeyd, Hazret-i Bilal, Hazret-i Osman bin Talha olduğu halde, Kabe’ye girdiler.
Peygamber Efendimiz, içeride kapıyı arkasına alarak iki rekat namaz kıldı. Her köşede tekbir getirip dua eyledi. Halid bin Velid Hazretleri kapının önünde duruyor, halkın oraya yığılmasına mani olmaya çalışıyordu.
Peygamberimiz daha sonra Kâbe’nin anahtarını isteyip kapısını açtırdı. Hazret-i Ömer ile Osman bin Talha’ya Kâbe’nin içine girip oradaki putları devirmelerini ve putlardan temizlemelerini emretti. Onlar da girip buradaki putları kırıp parçaladılar. Böylece Kâbe’nin içi putlardan temizlendi. Sonra Peygamberimiz, Ömer, Bilal-i Habeşi, Üsâmetü’bnü Zeyd ve Osman bin Talha (radıyallahü anhüm) ile birlikte Kâbe’nin içine girdi. İki rek’at namaz kıldı ve Beyt-i şerîfin içini dolaşıp her tarafında tekbîr getirdi ve bir müddet Kâbe’nin içinde kaldı.
Bu sırada Mekkeli Kureyş müşrikleri de, Mescid-i Harâm’a toplanıp, Kâbe’nin etrâfını sararak, korku ile karışık ümitle, sevgili Peygamberimize bakıyorlar, haklarında verilecek karârı heyecânla bekliyorlardı. Zira onlar, Peygamber Efendimize ve Eshâbına her türlü işkenceyi yapmışlardı. Boyunlarına ip bağlayıp, sürümüşlerdi!.. Ateşe atıp, yakmaya çalışmışlardı!.. Kızgın kayaları göğüslerine koyup, bayılıncaya kadar işkence yapmışlardı!.. Ateşte kızartılmış şişleri vücutlarına sokmuşlardı!.. Üç sene aç susuz bir mahalleye hapsedip, her şeyden mahrum bırakmışlardı! Ayaklarından develere bağlayıp, ayrı yönlere çekmek suretiyle parçalamışlardı. Hepsinden öte yurtlarından çıkarmışlardı… Bu yetmiyormuş gibi, tamamen ortadan kaldırmak için kaç defa harb etmişlerdi… Fakat bütün bunlara rağmen ümîtli idiler. Çünkü karşılarında, âlemlere rahmet olarak gönderilen merhamet deryâsı vardı.
“Senden sadece iyilik bekleriz”
Peygamberimiz, Kâbe’nin kapısının eşiğinde durup, vereceği hükmü sabırsızlıkla bekleyenlere karşı şöyle buyurdu:
“Allah’dan başka ilâh yoktur. Yalnız Allah vardır. O’nun eşi ve ortağı yoktur. O va’dini yerine getirdi. Kuluna yardım etti. Bütün düşmânlarımızı dağıttı. İyi biliniz ki câhiliyye devrine âit olan eski görenekler, kan ve mal dâvâları artık şu iki ayağımın altındadır, ortadan kaldırılmıştır. Yalnız Kâbe hizmetiyle hacılara su dağıtma işi bırakıldı.
Ey Kureyş cemâati! Allah sizden eskiden kalma gurûru, babalarla, soylarla övünmeyi giderdi. Bütün insanlar Âdem’den, Âdem de topraktan yaratılmıştır.” Peygamberimiz devam ederek; “Ey insanlar! Biz sizi bir erkekle bir kadından yarattık ve sizi milletlere, kabîlelere ayırdık ki, birbirinizi tanıyasınız (öğünesiniz diye değil.) Allah katında en iyiniz takvâsı en çok olanınızdır. Şüphesiz ki, Allah her şeyi bilir, her şeyden haberdârdır” meâlindeki âyet-i kerîmeyi okudu (Hucurât sûresi: 13).
Sonra da Sevgili Peygamberimiz, korku içinde ne yapacaklarını şaşırmış haldeki müşriklere bir müddet baktı; “Ey Kureyş topluluğu! Şimdi size nasıl muâmele edeceğimi sanıyorsunuz?” diye sordu. Kureyşliler: “Biz, senden hayır umarız, sen kerem ve iyilik sâhibi bir kardeşsin! Kerem ve iyilik sâhibi bir kardeş oğlusun! Ancak bize hayır ve iyilik yapacağına inanırız.” dediler. Peygamberimiz onlara tebessüm buyurdu ve “Benim hâlimle sizin hâliniz, Yûsuf’un (aleyhisselâm) kardeşlerine söylediği gibi olacaktır. Yûsuf’un kardeşlerine dediği gibi ben de size: “Bugün artık size geçmişten sorumluluk yoktur, günâhınızı yüzlerinize vurmak sûretiyle benim tarafımdan size, bir kınama ve ayıplama yoktur; Allahü teâlâ, sizi mağfiret buyursun” (Yûsuf suresi, 92) derim. Haydi gidiniz, serbestsiniz” buyurdu. O gün öğle namazı vaktinde Bilâl-i Habeşî Sevgili Peygamberimizin emriyle ezan okudu.
Mekke’nin fethinin ikinci günü, Peygamberimiz bir hutbe daha okudu. Bu hutbesinde, müslümanların kardeş olduklarını ve karşılıklı haklarını ve daha birçok hususu bildirdi. Peygamberimiz umumî af îlân ettikten sonra, Kureyşliler müslüman oldular. Seneler önce kendilerini îmâna dâvet ettiğinde inanmayanlar, o gün Safâ Tepesinde Peygamberimize bîat ettiler. Erkekler, Allahü teâlâdan başka ilâh olmadığına, Muhammed aleyhisselâmın Allahü teâlânın kulu ve Resûlü olduğuna şehâdet ederek İslâmiyet ve cihâd üzerine; Kadınlar, îmândan sonra Allahü teâlâya şirk koşmamak, hırsızlık ve zinâ yapmamak, çocuklarını öldürmemek ve âsi olmamak üzere biat ettiler.
Mekkeli müşrikler içinden bâzı azılı kimseler umûmî aftan hâriç tutulmuştu. Bunlardan Mekke’nin fethi sırasında kaçanların bâzısı yakalandıkları yerde öldürüldü. Fakat pek çoğu yine affedildi. Bunlardan affa uğrayıp, müslüman olanlardan Ebû Cehil’in oğlu İkrime, Abdullah bin Sa’d, Vahşi ve Ebû Süfyân’ın hanımı Hind, Safvan, Ka’b ibni Züheyr ve Habban (radıyallahü anhüm) gibi kimseler vardı.
Bu muazzam merhamet, katı kalbleri yumuşatmış,
nefret halini muhabbete çevirmişti. Alemlerin efendisi, onları İslâm’a davet
edince, Müslümân olmak için toplandılar.
Sevgili Peygamberimiz, peygamberliğini, Kureyşlilere bildirip ilk İslâm’a
davet ettiği Safa tepesine çıktı. Yine orada, büyük-küçük, kadın-erkek bütün
Mekkelilerin bi’atını kabul etti. Böylece Kureyşliler Müslümân olarak, Eshâb-ı
kirâm arasına katılmakla şereflendiler.
Efendimiz, erkeklerle sözleştikten sonra, kadınlardan da bazı konularda söz aldı. Peygamberimiz Efendimizin huzurunda bulunan kadınlar, bunların hepsini kabul etti ve yalnız söz ile ahd ettiler.
Resûlullah bunlara hayır dua etti ve afflarını diledi. Hz. Ebû Süfyânın hanımı ve Hz. Muaviyenin annesi olan Hz. Hind bunların arasında ve hatta başları idi. Kadınlar namına o konuşmuştu. Kadınların, Resûlullaha söz verdiklerini bildiren Mümtehine suresindeki ayet-i kerime, Mekke şehrinin alındığı gün inmiştir. Kadınlarla ahdi yalnız söz ile olup, mübarek eli, kadınların ellerine dokunmadı.
Kötü huylar, kadınlarda, erkeklerden daha çok olduğundan, kadınlarla sözleşirken, erkeklerden daha fazla şart, araya kondu. Allahü teâlânın emirlerini yapmış olmak için, bunlardan kaçınmak lazım geldiği bildirildi.
Allahü teâlâya şirk koşmamak, Peygamber Efendimize isyan etmemek, hırsızlık yapmamak, iffet ve namusunu korumak, kız çocuklarını öldürmemek…..bunlardandı. Müslümân olan kadınların içinde, öldürülecek kimselerin listesinde ismi bulunan Hazret-i Ebû Süfyân’ın hanımı Hind de vardı. Fakat alemlere rahmet olan sevgili Peygamberimiz onu da bağışlamıştı.
Müslümân olan herkes, evlerindeki bütün putları kırdılar. Çevre kabilelere askeri birlikler gönderilerek, oralardaki putlar da yerle bir edildi.
Böylece hakkın gelmesi ile batılın kökü kazındı. Merhamete kavuşanlar arasında, Ebû Cehl’in oğlu İkrime, Hazret-i Hamza’yı şehid eden Hz. Vahşi gibi kimseler de vardı. (Bunlardan Hz. İkrime, Yermük muharebesinde şehid düşmüş; Hz. Vahşi de, Yemame savaşında Müseylemetü’l-Kezzab’ı öldürmüştü.)
Peygamberimiz fetihten sonra on beş gün Mekke’de kaldı. Bu sırada Mekke çevresindeki yerlerde bulunan putlar da kırıldı. Böylece Mekke ve çevresi putlardan temizlendi. Orada bulunanlar Müslüman olmakla şereflenerek dünyâ ve âhiret saâdetine kavuştular.
Mekke’nin fethi İslâm târihinde değil, bütün cihân târihinde benzeri bulunmayan bir hâdisedir. İmânları-İslâmlıkları sebebiyle yurtlarından ayrılan Sevgili Peygamberimiz ve Eshâb-ı kirâma, Allahü teâlânın en büyük lütuflarından biridir. Bu fetihle Arabistan Yarımadasında şirkin (Allah’a ortak koşmak) cemiyet ve güç hâlindeki varlığı sona ermiş, Kâbe ve civârı putlardan temizlenmiş, tevhid inancı kesin hâkimiyetini îlân etmiştir. Mekke’nin fethi ile Arabistan Yarımadasında ilk İslâm Devleti de kuruluşunu tamamlamış, bundan sonra İslâmiyet üç kıtaya hızla yayılmaya başlamıştır. Mekke’nin fethi, İslâmiyette öylesine derin mânâ ve hikmetlerle doludur ki, daha sonraki asırlarda yaşamış İslâm âlim, evliyâ ve kumandanları da çeşitli vesilelerle bu fethi kendilerine örnek alıp, hal ve işlerinde de ölçü kabûl etmişlerdir.