Salı, Kasım 26, 2024
Makaleler

İstikâmetin Ehemmiyeti

Önce, “istikâmeti” bir ta’rîf edelim: Kelime anlamı olarak “düzgün bir yolda olmak”, ya’nî “Hakk yolda olmak, Hakk yola girmek” gibi ma’nâlara gelen “İstikâmet”, bir ıstılâh (ta’bîr, terim)  olarak,Her işte i’tidâl üzere bulunma, her çeşit işte denge anlayışı üzerinde olma; doğruluk, dürüstlük, dürüst olma; adâlet ve doğruluktan ayrılmayıp dîn ve akıl dâiresinde yürüme, işlerde dîn ve aklın sınırları içerisinde hareket etme” demektir.

Yine bu kelimeye, “Verilen söze bağlılık, dînî ve dünyevî işlerde orta yolu takip etme” ma’nâları da verilmiştir.

“İstikâmet” masdarının ism-i fâili olan “müstekîm” de, “doğru olan, düzgün olan, eğrisi-büğrüsü olmayan, hakk olan” anlamında kullanılmaktadır.

“Sırât-ı müstekîm” ise, “Allah’ın dosdoğru yolu” anlamına gelir. Zâten İslâmın bir adı da, “Sırât-ı müstekîm”dir. Çünkü bu yol eğrisi-büğrüsü olmayan, sağlam olan, dosdoğru yoldur. [Şeytân, insanları doğru yoldan uzaklaştırmak için devâmlı çaba harcamakta, ön, arka, sağ ve sollarından girmeye çalışmaktadır (el-A’raf, 16-17). Bu durumda insan, doğruluk mücâdelesini, önce içindeki düşmânlara karşı verme durumundadır.]

Yüce Rabbimiz, bizlere hergün 5 vakit namazda, “sırât-ı müstekîm” üzere bulunmamız için duâ etmemizi emir buyurmaktadır. Hergün 17 defa “Farz”larda, 3 defa “Vitir”de, 20 defa da “Sünnet”lerde olmak üzere, toplam 40 defa okuduğumuz “Fâtiha-i şerîfe”de, Cenâb-ı Hakk’a, “Bizi, sırât-ı müstekîme hidâyetle, doğru yola ilet” diye duâ etmekteyiz. [İnşâallah bir makâlemizde, husûsen Fâtiha-i şerîfe tefsîri üzerinde durmak istiyoruz.]

“İstikâmet” çok mühim; çünkü insanlar için en zor işlerden birisi, “istikâmet” üzere olmak, “sırât-ı müstekîm”de bulunmaktır. Müslümânlar, her gün 5 vakit namazlarının her rek’atında, Fâtiha Sûresini okuyarak, “Allah’ım! Bizi sırât-ı müstekîme, doğru yola ilet” diye duâ ederler. Hak yola ulaşmak için “İstikâmet”ten başka bir yol yoktur. Dînde ihlâslı olmak “istikamet”le (doğrulukla) mümkün olabilir. Müslümân insan, istikâmet sâhibidir. Bu bakımdan “istikâmet” yüksek bir makâm; aynı zamanda zor bir görevdir. İnanan ve inancının gereğini yerine getiren kişi, doğru insandır. Takvâ üzere yaşayan kimseye, “istikâmeti doğru insan” derler. O, fikrinde, sözünde, işinde ve bütün davranışlarında doğrudur. Müslümân, Hazret-i Peygamberi kendisine örnek alır. Sevgili Peygamberimiz ise doğruluğun üsve-i hasenesi, nümûnesi, en güzel örneği idi. Dîn ve dünyâ ile ilgili vazîfelerini, emrolunduğu gibi yapmaya çalışan bir müslümân, dosdoğru bir insandır. Bu sıfatlara sâhip olan bir kimse, toplumun en değerli bir ferdidir.

BÜTÜN FAYDALI ŞEYLER İSLÂMİYETİN İÇİNDEDİR

İslâmiyyet, fâideli olan her ilmi, her fenni ve her tecrübeyi emreden bir dîndir. Dâru’l-Fünûn [eski İstanbul Üniversitesi] müderrislerinden [profesörlerinden] Seyyid Abdülhakîm Efendi (rahmetullahi aleyh), “İslâm dîni, Allahü teâlânın, Cebrâîl ismindeki melek vâsıtası ile, sevgili Peygamberi Muhammed aleyhisselâma gönderdiği, insanların, dünyâda ve âhirette râhat ve mes’ûd olmalarını sağlayan, usûl ve kâidelerdir. Bütün üstünlükler, faydalı şeyler, İslâmiyetin içindedir. İslâmiyet, eski dînlerin görünür-görünmez bütün iyiliklerini kendinde toplamıştır. Bütün saâdetler, muvaffakiyetler ondadır. Yanılmayan, şaşırmayan, akılların kabûl edeceği esâslardan ve ahlâktan ibârettir. Yaradılışında kusûrsuz olanlar onu reddetmez ve nefret etmez; İslâmiyetin içinde hiçbir zarar yoktur. İslâmiyetin dışında hiçbir menfaat yoktur ve olamaz” buyurmuştur.

[Seyyid Abdülhakîm Efendi hazretlerinin her hâli istikâmet üzere idi. “İstikâmet yâni Allahü teâlânın beğendiği doğru yol üzere olmak kerâmetin üstündedir” sözünü sık sık tekrâr ederdi.]

Allahü teâlâ, Fahr-i kâinât Efendimiz, bütün İslâm âlimleri ve Evliyâ-yı kirâm, dünyâda ve âhırette saâdete kavuşmak, râhat, huzûr içinde ve neş’eli yaşamak için müslümân olmak lâzım geldiğini bildirmektedirler. Îmânı olan ve ahkâm-ı İslâmiyyeye uyan, ya’nî harâmlardan sakınıp ibâdetlerini yapan kimseye, “Müslümân” denir. Îmân, belli altı şeye, bütün emirlere ve yasakların hepsine inanmak demektir.

Allahü teâlâ, hakîkî müslümândan râzî olur; onu sever. Hakîkî müslümân olmak için, Ehl-i Sünnet âlimlerinin bildirdikleri gibi îmân etmek ve ibâdetlerini doğru ve “İhlâs” ile yapmak lâzımdır. “İhlâs”, gerek beden ile, gerek mal ile yapılan farz veyâ nâfile bütün ibâdetleri [meselâ zikri, istiğfârı, hayrât ve hasenâtı, müslümânları sevindirmeyi, onları
sıkıntıdan kurtarmayı] Allah rızâsı için yapmaktır. Mal, mevkı’, hürmet ve şöhret kazanmak için yapılan ibâdette ihlâs olmaz, riyâ olur. Böyle ibâdete sevâb verilmez; günâh olur, karşılığında da azâb yapılır.

Allahü teâlâ, doğru ve ihlâs ile ibâdet yapanları seveceğini, bunların kalplerine dünyâda feyzler, nûrlar vereceğini, âhırette de “Sevâb”, ya’nî iyilik vereceğini va’d etmiştir. “İbâdet”, emirleri yapmak, “Takvâ” harâmlardan, yasak edilmiş olanlardan sakınmak demektir. İbâdetlerin doğru olması için, nasıl yapılacaklarını öğrenmek ve öğrendiklerine uygun olarak yapmak lâzımdır.

Büyük âlim ve velî İmâm-ı Rabbânî (rahmetullahi aleyh), “Mektûbât”ında buyuruyor ki:

Bütün mü’minler ibâdet yaparken, Allahü teâlâ emrettiği ve beğendiği için yapmaya niyyet ederler. Böylece ihlâs ile yaparlar. Fakat bütün işlerin, iyiliklerin hep ihlâs ile yapılması ve bu ihlâsın kalbe hemen gelmesi lâzımdır. Ba’zı kimselerde, ibâdetlere başlarken yapılan niyyet, ihlâs; zahmet çekerek, kendini zorlıyarak hâsıl oluyor ve kısa bir zamân devâm ediyor. Sonra kalbe nefsin arzûları geliyor. Devâmlı ihlâs sâhiblerine “Muhlas” denir. Zahmet çekerek elde edilen, devâmsız ihlâsın sâhiblerine “Muhlis” denir. “Muhlas” olana, ibâdet yapmak, tatlı ve kolay olur. Çünki bunlarda, nefislerinin arzûları ve şeytânların vesveseleri kalmamıştır. Böyle ihlâs, insanın kalbine ancak bir Velînin kalbinden gelir. [C. I, 59. mektûb]

[İbâdete başlarken, nefis ve şeytân ile mücâdele ederek, devâmsız olan (ya’nî devâmlı olmayan) ihlâs elde edilebilirse, böyle ihlâs ile yapılan ibâdetler de, zamânla nefsi zayıflatır, devâmlı ihlâsı elde etmeye sebeb olur. Fakat buna kavuşmak da senelerce sürer.]

İSTİKÂMETTE OLMANIN (DOĞRULUĞUN-DOĞRU YOLDA OLMANIN) EHEMMİYETİ

“Sıdk” ve “İstikâmet” kelimelerinin karşılığı olan doğruluk, ahlâkî vasıfların hepsinin kendisinde toplandığı bir rûh hâlidir. Kur’an-ı Kerîm’de doğruluk, en geniş şekilde fayda ve hikmetleriyle açıklanmıştır. Allah’a, âhirete, meleklere ve kitaplara îmân edenler; mallarını akrabâya, yetîmlere, yoksullara, yolda kalmışlara, dilenenlere, esîrlere harcayanlar; namazı kılan, zekâtı veren, sözünde duran ve sabredenler “doğrular” ve “takvâ sâhibi kişiler” olarak nitelendirilmişlerdir. Ayrıca istikâmet (doğruluk), müslümânların ortak vasfı olarak tanımlanmıştır (el-Bakara, 177; el-Ahzâb, 35; el-Fâtiha, 6).

Bilindiği üzere doğruluk; düşüncede, sözde ve davranışta gerçekleşir. İyi insanın vasıfları arasında en başta doğruluk yer almış ve müslümânların temel prensiplerinden olmuştur. Allah’tan gerçek ma’nâda korkmak, iyiliğe yönelmek, râhatlık ve gönül huzûru duymak, ancak doğrulukla mümkündür.

Allahü teâlâ, “Ey îmân edenler! Allah’tan korkun ve doğrularla berâber olun” (et-Tevbe, 119) ve “Ey inananlar, Allah’tan korkun ve doğru söz söyleyin” (el-Ahzâb, 70) buyurmaktadır.

Doğruluk (istikâmet), insanın Allah’a karşı yerine getirmek için önceden verdiği bir mîsâk, bir ahid, bir sözdür. İnsan, bu yaratılış ahdine vefâ gösterdiği ölçüde sâdıktır; sadâkatın mükâfâtı da verilecektir (el-Ahzâb, 23-24).

Yüce Allah, Peygamberlerini doğruluk örneği olarak takdîm etmiştir. Meselâ Hazret-i İbrâhîm, Hazret-i İsmâîl, Hazret-i İdrîs, doğruluk ve sözlerindeki sâdakatlarıyla tavsîf edilen, nitelendirilen Peygamberlerdir  (Meryem, 41, 54-55, 56-57).

İstikâmetin karşıtları; “hıyânet” [doğruluğu bırakıp, başkalarının hukûkuna tecavüz etme, verilen sözde durmama ve ahde riâyet etmeme], “sahtekârlık”, “yalancılık” ve “sapıklık” gibi vasıflardır.

Allahü teâlâ, Sevgili Peygamberi Muhammed aleyhisselâma da şöyle emir buyurmaktadır: “Bundan dolayı emrolunduğun gibi dosdoğru ol. Beraberindeki tevbe edenler de (doğru olsunlar). Aşırı gitmeyin. Muhakkak ki O, bütün yaptıklarınızı görüp durmaktadır.” (Hûd, 112)

[Ma’lûm olduğu üzere, Sevgili Peygamberimiz, bu âyet-i kerîmeden dolayı, “Hûd sûresi beni ihtiyârlattı (saçıma-sakalıma ak düşürdü) buyurmuştur. (Tirmizî, Tefsîru Sûreti Hûd, 6; Hadîs no: 3297).]

Diğer bir âyet-i kerîmede de şöyle buyurulmuştur: “Şu hâlde, sen bundan dolayı (insanları, İslâma) da’vet et ve emrolunduğun gibi dosdoğru bir istikâmet üzere ol. Onların hevâ(ve heveslerine, istek ve tutku)larına uyma. De ki: ‘Ben Allah’ın indirdiği Kitâba inandım ve aranızda adâlet yapmakla emrolundum’…”  (eş-Şûrâ, 15)

Yine başka bir âyet-i kerîmede, “İşte bu benim dosdoğru yolumdur, ona uyun. Başka yollara uymayın ki, sizi O’nun yolundan ayırmasın. (Allah,azâbından) korkarsınız diye size böyle tavsiye etmektedir” (el-En’âm, 153) buyurulmuştur.

[Allahü teâlâ, bütün âile efrâdımızla birlikte bizleri, azîz milletimizi ve müslümânların kâffesini, istikâmet üzere eylesin diye duâ ediyoruz.]