Pazartesi, Kasım 18, 2024
Gazete Makaleleri

“İstanbul’un Fethi” Hadisesinin Ve Fatih’in Büyüklüğü

Makalemizin hemen başında ifade edelim ki, Türk târihi, sayılamayacak kadar çok kahraman ve cihângirlerle doludur. Fâtih Sultan Mehmed de bunların başında gelenlerdendir. Çünkü o, sadece Türkler ve Müslümanlar nezdinde değil, bütün insanlık nazarında bir çağ kapatıp, yeni bir çağ açmıştır. İstanbul’u bütün güzellikleriyle torunlarına bırakan Fatih’in hayatı, şahsiyeti, Garp’ta ve Şark’ta asırlar boyu her cephesiyle yazılmış, çizilmiştir. Daha önceki makalelerimizde, Fatih Sultan Mehmed Han üzerinde bir nebze durmuş olmamıza rağmen, burada birkaç hususu daha ilave etmek istiyoruz. Tetkîk edildikçe derinleşen, derinleştikçe deryâlaşan bu cihângirin sayısız vasıflarından bâzıları şunlardır:

Fâtih Sultan Mehmed, soğukkanlı ve cesurdu. Bu özelliğinin en güzel misâlini, Belgrad Muhâsarası sırasında, askerin gevşediğini gördüğü zaman, hemen onların önlerine geçip düşman hatlarına girerek göstermiştir. İstanbul Muhâsarasında da donanmanın başarısızlığı yüzünden atını denize sürmesi bu cesâretinin büyük örneğidir.

Ne istediğini, ne yapacağını, ne yapabileceğini bilen ve bu büyük işleri başarabilmek için gerekli tedbirleri, yorulmak bilmeyen bir azim, sabır ve sükûnetle hazırlayan bir insandı.

Askerî ve siyâsi sâhada eşsiz bir dehâ idi. Askerî alanda başarısının ilk özelliği kılıçla kalemin işbirliğidir. Ordunun disiplinine çok dikkat ederdi. En küçük itâatsizliği ve buna sebep olan subayları şiddetli bir şekilde cezâlandırırdı. Kendi devrine kadar olan atalarının kısmen yapmış oldukları akınlarını, plânlı bir fütûhât hâline getirdi ve devletini, sistemli bir idârecilik şuûruyla istikrarlı, yerleşmiş bir devlet yaptı. Otuz senelik saltanat devresinde düzenlediği küçük-büyük seferler, memleketin coğrafî işbirliğini sağlamaya dayanır. Bu gâyeye ulaşmak için de at geçmez kayalıklardan, geçit vermez nehirlerden geçerek durup dinlenmeden, yaz-kış demeden seferlere çıkmıştır. Bütün bu seferleri, bir plâna göre yaptığından nereye gitmesi, nerede durması lâzım geldiğini bilerek hareket ederdi. Yapacağı seferlerin muvaffakiyetle netîcelenmesini sağlamak için aylarca bu seferlerin bütün ön hazırlıklarını yapardı.

Kumandanlığı ile diplomatlığı dâimâ berâber yürütürdü. Hangi devlet üzerine sefer düzenleyecekse, o devletin iç ve dış münâsebetlerini, zaaflarını, kuvvetini, diğer devletlerle olan münâsebetlerini en ince noktasına kadar tetkik eder ve sefere, hasmının en zayıf ve kendisinin en kuvvetli zamânında çıkardı. Yapacağı seferlerden en yakınlarını bile haberdâr etmez ve bunların gizli kalmasına çok dikkat ederdi. “Sırrıma sakalımın bir tek telinin vâkıf olduğunu bilsem, onu yolar, atarım” sözü meşhurdur. Böyle hareket etmeyi muvaffakıyetlerinin başlıca sebeplerinden sayardı. Nitekim böyle hareket etmesinin netîcesinde İsfendiyâr Beyliği ve Trabzon Rum İmparatorluğunu kolayca ele geçirdi.

Pâdişâhın yaşı henüz 19 iken, gece-gündüz uykusu ve huzûru kaçmıştı. Yatağına girer kalkarken, sarayında ve dışarıda gezinirken, kafası hep İstanbul’un fethi ile meşguldü. Yalnız veya maiyetiyle gezintiye çıktığında da yine fethi düşünür, istirâhat ve uyku bilmezdi. Elinde kalem ve kâğıt dâimâ İstanbul’un haritası ile uğraşırdı. Yine bir gece aynı düşünceyle uykusu kaçmış, veziri Çandarlı Halil Paşayı, gece yarısından sonra, konağından sarayına çağırtmıştı. Böyle gece yarısı vakitsiz çağrılmaktan korkan yaşlı vezir, pâdişâhtan özürler dilemiş, pâdişâh da korku ve telaşının yersiz olduğunu belirterek, İstanbul’un alınması için oturup konuşmaya çağırdığını bildirmişti.

Fâtih, ordu ve donanmasını iyi bir şekilde tekâmül ettirmişti. Ordunun silâhları birkaç senede yenilenir ve daha geliştirilmiş olanları eskilerinin yerine konurdu. Rahatlıkla söylenebilir ki, Osmanlı donanmasının tekâmül etmiş şekilde kurucusu Fâtih’tir. Topçuluğa gerekli ehemmiyeti veren ilk padişâhtır. Fâtih’ten önce top, bütün dünyâda, daha çok sesi ile düşmanı ürkütmek için kullanılırdı. Büyük kaleleri yerle bir edebileceği ve meydan muhârebelerinde rol oynayacağı hiç düşünülmemişti. Fâtih, bütün bunları akıl ederek, o târihe kadar görülmeyen sayı ve çapta top yapılmasına yöneldi. Topların balistik ve mukâvemet hesaplarını bizzat kendisi yaptı. Piyâdeye de, öncesine nisbetle, büyük önem verdi. Osmanlı ordusu esas bakımından bir süvârî ordusu olmaya devâm etmişse de, yeniçeri ve azab gibi piyâde sınıfları, Fâtih devrinde önem kazandı.

Nihayet İkinci Mehmed, 23 Martta ordusuyla Edirne’den hareket etti. Kuşatma 6 Nisanda başladı. 18 Nisanda İstanbul adaları alındı. 22 Nisan gecesi Türk donanması karadan Haliç’e indirildi. 23 Nisanda sulh teklifine gelen Bizans elçisine genç Pâdişah; “ Ya ben şehri alırım, ya şehir beni ! ” cevâbını verdi. 29 Mayıs sabahı yapılan son taarruzda İstanbul düştü.

Bu şekilde ortaçağ sona erdi, yeniçağ başladı. İstanbul’un fethi, Türk târihinin en müstesnâ olayı sayılarak ona “Feth-i Mübîn” denildi. Dünyânın en büyük kilisesi (Sainte-Sophie) ve bütün Avrupa’nın ayakta kalan en eski yapısı olan Ayasofya câmiye çevrildi. Fâtih bu mabedin kıyâmete kadar câmi kalmasını yazılı olarak vasiyet ve vakfeyledi.

İstanbul fâtihi isteseydi, bütün Ortodoks Hıristiyanların başı olan patrikliği ortadan kaldırabilecek güçte olmasına rağmen kaldırmadı. İstanbul’un düşmesinden sonra, surlarda Ceneviz kumandan ve askerlerinin ölülerine rastlandı. Hâlbuki Cenevizliler Türklerle dostluk anlaşması imzâlamışlardı. Bu ihânetleri ortaya çıkınca çok korkan ve kendilerine çok ağır cezâlar verileceğini bekleyen Cenevizlilere bir şey yapmadı. Fâtih Sultan Mehmed, Ceneviz vâlisi ve papazını çağırtarak sadece üzüntülerini bildirdi ve Galata’da oturan bu Cenevizliler için bir ferman çıkarttı; “Evvelden olduğu gibi herkes sanat ve ticâretinde, ibâdetinde serbesttir. Kiliseler açık bulunacak, ancak çan çalınmayacaktır” şeklindeki emriyle ölüm bekleyen insanları sevindirdi.