Cuma, Kasım 15, 2024
Makaleler

İslâmiyette Amelî Mezheplerin Mâhiyeti

Bundan önceki makâlemizde, bir nebze, i’tikâdî mezheplerden bahsetmeye çalışmıştık; bugün de inşâallah, birazcık, amelî mezhepler üzerinde durmaya çalışacağız.

İslâmiyet, hayâtın bütün safhalarını içine alan bir dîndir. Bir insanın ömrü boyunca yapacağı iş ve hareketlerin İslâm dîninde mutlak sûrette bir hükmü vardır. Çünkü İslâmiyet, müslümânlardan her an ve her işlerinde Allahü teâlânın rızâsı üzere bulunmalarını istemektedir. Bu ise önce, îmânın ve i’tikâdın doğruluğu ile olur. Böyle doğru bir îmân ve i’tikâda sâhip olan bir müslümân, Ehl-i sünnet ve’l-cemâat yolundadır. Ancak sâlih ve kâmil bir müslümân olmak için amelde de, ya’nî her türlü iş ve harekette de, Allahü teâlânın rızâsını gözetmek şarttır. Amel; iş, hareket demektir. İslâm dînindeki ibâdetler ve yapılması emr edilen veya yasaklanan işler, davranışlar amel esâslarıdır.

AMELÎ MEZHEPLERİN LÜZÛMU

Amelî mezhepler, Ehl-i sünnet olan müslümânlara, fiil ve işlerinde Allahü teâlânın râzı olduğu usûl, yol ve şekli gösterirler.

Biliyoruz ki, Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîm’de insanlara îmân etmelerini emretmekte ve inananların da sâlih âmeller işleyerek rızâsını kazanmalarını istemektedir. Eshâb-ı kirâm (İlk müslümânlar) îmân ettikten sonra, her işlerinde çok büyük bir hassâsiyetle, Allahü teâlânın rızâsını aradılar. Kur’ân-ı kerîm’de açıkça bildirilen emirleri (farzları) eksiksiz olarak ve hulûs-i kalble yerine getirdiler. Açıkça bildirilen yasaklardan (harâmlardan) şiddetle kaçındılar.

Peygamber Efendimiz, Kur’ân-ı kerîm’i, hadîs-i şerîfleriyle açıklayarak Allahü teâlânın âyetlerinin doğru anlaşılmasını te’mîn etti. Eshâb-ı kirâm, Kur’ân-ı kerîm’den anlayamadıklarını, Peygamber Efendimize gelip sorar, öğrenir ve işlerini ona göre yaparlardı. Kur’ân-ı kerîm’de açıkça bildirilmeyen husûslarda, Peygamber Efendimiz nasıl yapıyorsa ve nasıl yapılmasını istiyorsa öylece tatbîk ederlerdi.

Resûlullah’a tâbi olmak, Eshâb-ı kirâmda öylesine yüksek bir seviyedeydi ki, Kur’ân-ı kerîm’e ve Resûlullah’ın sünnetine uymayan herhangi bir işi yapmaktan korkarlar, ürperirler ve şiddetle kaçınırlardı. Şâyet karşılarına, âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîfle açıkça bildirilmeyen bir iş çıkarsa, bu durumda kendileri ictihâd eder, bu işte Allahü teâlânın rızâsını araştırır ve bulduklarına göre amel ederlerdi.

Nitekim Peygamber Efendimiz, uzak yerlere vâlî ve kâdî (hâkim) olarak gönderdiği Eshâbına, Kur’ân-ı kerîm’de ve hadîs-i şerîfte hükmünü açıkça bulamadıkları herhangi bir mes’ele hakkında ictihâd etmelerini emir buyururdu.

ÜSVE-İ HASENE [NÜMÛNE-İ İMTİSÂL = EN GÜZEL ÖRNEK]

Muâz bin Cebel’i (radıyallahü anh), Yemen’e vâlî olarak gönderirken, aralarında geçen şu konuşma, buna en güzel bir misâl teşkîl ediyor:

Peygamber Efendimiz, Muâz bin Cebel’e şöyle buyurdu:

“Yâ Muâz! Karşına çıkan bir işte neye göre hüküm vereceksin?”

Muâz bin Cebel: “Allah’ın kitabı (Kur’ân-ı kerîm) ile, yâ Resûlallah!” diye cevâb verdi.

“Ya Kur’ân-ı kerîmde açıkça bulamazsan?” diye tekrar sorunca: “Resûlullah’ın sünneti ile” diye cevap verdi.

Tekrar: “Ya Resûlullah’ın sünnetinde de açıkça bulamazsan?” diye sorunca, Mûaz (r.a.): “O zaman ictihâd ederim yâ Resûlallah!” diye cevap verdi.

Bunun üzerine Peygamberimiz: “Resûlünün elçisini, kendi râzî olduğuna ve Resûlünün râzî olduğuna [isâbet ettiren, bunda] muvaffak kılan Allah’a hamdolsun” buyurdu.

SAHÂBENİN YÜKSEKLİĞİ

Vahiyle bildirilmeyen işlerde, bizzat Resûlullah ve Eshâb-ı kirâmı ictihâd ediyorlar, Sahâbenin ictihâdının bazan Resûlullahın ictihâdına uymadığı da oluyordu.
Eshâb-ı kirâmın hepsi müctehid idiler. Onlar dîn bilgilerini bizzât Resûlullah’tan aldılar. O’nu görmenin, onun sohbetinde bulunmanın kazandırdığı çok yüksek ma’nevî kemâllere (olgunluklara, üstünlüklere) erdiler. Nefisleri mutmeinne olup, herbiri ihlâs, edeb, ilim ve irfânda, Eshâbdan olmayan hiçbir âlimin ve evliyânın sâhip olamayacağı üstünlüklere kavuştular. Her birinin hidâyet yıldızları olduğu hadîs-i şerîfle bildirildi. Hepsinin îmânı, i’tikâdı birdi. Haklarında nass (âyet ve hadîs) bulunmayan mes’elelerde ictihâd ettiler. Her biri, amelde mezhep sâhibiydiler. Çoğunun ictihâdlarından çıkardıkları hükümler birbirine benzerdi. İctihâdları toplanıp, kitaplara geçirilmediği için mezhepleri unutuldu. Bunun için bugün Eshâb-ı kirâmdan herhangi birinin mezhebine uymak mümkün değildir.

İslâmiyeti Eshâb-ı kirâmdan öğrenen Tâbiîn ve bunlardan öğrenen Tebe-i tâbiînden de din bilgilerinde yükselip, mutlak müctehidlik derecesine ulaşan büyük imâmlar yetişti. Bunlar da amelde mezhep sâhibiydiler ve her birinin ictihâdlarından meydana gelen hükümlere, o âlimin mezhebi denildi. Bu âlimlerden de çoğunun mezhebi kitaplara geçirilmediği için unutuldu. Yalnız dört büyük imâmın ictihâdları, talebeleri tarafından kitaplara geçirilerek muhâfaza edildi ve müslümânlar arasında yayıldı.

Yeryüzünde bulunan bütün müslümânlara doğru yolu gösteren ve İslâm dînini değişmekten, bozulmaktan koruyan bu dört imâmın birincisi İmâm-ı A’zam Ebû Hanîfe, ikincisi İmâm Mâlik bin Enes’tir. Üçüncüsü İmâm Muhammed bin İdris Şâfiî, dördüncüsü Ahmed bin Hanbel’dir.

DÖRT İMÂMIN YOLU

Ehl-i sünnet i’tikâdında olan bu dört imâmdan İmâm-ı A’zam’ın yoluna “Hanefî mezhebi”, İmâm Mâlik’in yoluna “Mâlikî mezhebi”, İmâm-ı Şâfiî’nin yoluna “Şâfiî mezhebi”, İmâm Ahmed bin Hanbel’in yoluna da “Hanbelî mezhebi” denilmiştir. Bugün bir müslümânın, Allahü teâlânın rızâsına uygun ibâdet-iş yapabilmesi, ancak bu dört mezhepten birine uyması ile mümkündür.

Her müslümânın, ictihâd yaparak Kur’ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîflerden hüküm çıkaracak büyük bir İslâm âlimi, yâni mutlak müctehid olması hem mümkün değildir, hem de hicrî dördüncü asırdan sonra böyle bir âlim yetişmemiştir. İnşâallah bundan sonraki makalemizde de bu konu üzerinde durmak istiyoruz.

DÎNÎ HÜKÜMLER HAKKINDA BİRKAÇ KELİME

Bir işin yapılması veya yapılmaması gerektiğini bildiren İlâhî hükümlere “ahkâm-ı İlâhiyye veya şer’iyye (ya’nî dînî hükümler)” denilir. Ahkâm-ı şer’iyyeye “ahkâm-ı İslâmiyye” de denilmektedir. Bu hükümler, Allahü teâlânın, insanların dünyâ ve âhirette mes’ûd olmaları için, Peygamberleri vâsıtasıyla gönderdiği emir ve yasakların bütününü ifâde eder.

Bütün insanlara her şeyden önce lâzım olan; i’tikâdı (îmânı)  düzeltmektir. Ya’nî doğru bir îmân sâhibi olmaktır. İnanılacak şeylerle ilgili hükümlere “ahkâm-ı i’tikâdiyye” denilmektedir ki bunlar; ahkâm-ı şer’iyyenin temelini teşkil eder.

İslâm dininde îmân, muma benzer; ahkâm-ı şer’iyye, mum etrâfındaki fener gibidir. Mum ile birlikte fener de İslâmiyettir. Fenersiz mum çabuk söner. Îmânsız İslâm olmaz. İslâm olmayınca da îmân yoktur.

Ahkâm-ı şer’iyye, kişinin vazîfelerini belirtmesi bakımından “ahkâm-ı teklîfiyye” veya “ef’âl-i mükellefîn” adını da alır. Bunlar sekizdir: “Farz”, “vâcib”, “sünnet”, “müstehab”, “mübâh”, “harâm”, “mekrûh”, “müfsid”.

Bu ahkâm-ı şer’iyyeyi bildiren ilmin diğer bir adı da “fıkıh ilmi”dir. Fıkıh ilmi, bu konuyla ilgilenenlerin  bildikleri gibi, dört ana bölüme ayrılır:

1- İbâdât: İbadetler olup, bu da beşe ayrılır: Namaz, oruç, zekât, hac ve cihâd.

2- Münâkehât olup evlenme, boşanma, nafaka ve birçok dalları vardır.

3- Muâmelât olup, alış-veriş, kirâ, şirketler, fâiz, mîrâs gibi birçok dalları mevcûttur.

4- Ukûbât, ya’nî had cezâları denilen grup olup, başlıca altı kısma ayrılır: Kısâs; sarhoşluk haddi, sirkat (hırsızlık) haddi, zinâ haddi, kazf (iftirâ) haddi, mürted olmak (dînden çıkmak) cezâlarıdır.

Ahkâm-ı İslâmiyyenin (fıkıh bilgilerinin) ibâdât (ibâdetler) kısmını her müslümânın öğrenmesi ve diğerlerini de başına geldiği zaman okuyup öğrenmesi şarttır. Bunlar “zarûriyyât-ı dîniyye” denilen, âlim ve câhil herkesin bilmesi lâzım gelen bilgilerdir.

Ahkâm-ı İslâmiyyenin kaynakları dörttür: “Kitap (Kur’ân-ı kerîm)”; Peygamber Efendimizin mübârek sözleri, işleri ve hâlleri demek olan “sünnet”; âlimlerin bir mes’eledeki ittifâkları olan “icmâ” ve müctehid âlimlerin dînî delîllerden hüküm çıkarması demek olan “kıyâs”tır.

Harâm işlememek ve bütün ahkâm-ı şer’iyyeyi yerine getirmek kolaydır; kalbi bozuk olana güç gelir. Nitekim birçok iş vardır ki, sağlam insanlara kolaydır, hastalara ise güçtür.

Burada, münâsebet düşmüşken, birazcık harâm ve helâl terimleri üzerinde durmak istiyoruz:

Bilindiği gibi, Allahü teâlânın açıkça yasak ettiği, kullanmamıza izin vermediği zararlı, çirkin iş veya davranışlar “harâm”; izin verdiği şeyler ise “helâl” ismiyle anılır. Her şeyi yaratan ve her şeyin sâhibi, mâliki olan Allahü teâlâdır. O, çeşitli hikmetlerle, yarattığı bâzı şeyleri kullarına yasak etmiştir. Bu yasakların her birinin ayrı bir hikmeti ve sebebi vardır. Mülk sâhibi o olduğu için, dilediği gibi tasarruf etmektedir. Kul, bu yasaklarla imtihân edilir, denenir. Harâmlar çok azdır; helâller ise pek çoktur. Her dînde îmân bilgileri aynı ise de, emir ve yasaklar, harâm ve helâller başka başka olmuştur. Kıyâmete kadar değişmeyecek en son dîn olarak gelen İslâmiyette harâmlar, Kur’ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîflerle açıkça bildirilmiştir.

İslâmiyetin harâm ettiği şeylerden kaçınmak, her müslümân için lâzımdır. Harâmlar, herkes tarafından kullanılıp, âdet hâline gelse de helâl olmaz. Allahü teâlâ harâmları işleyenleri sevmez. İslâm dîninde harâmlardan kaçınmak, farzları yapmakdan daha sevâptır; îmândan sonra en mühim emirdir. İslâmiyette harâmı helâl, helâlı harâm kabûl eden dînden çıkar. Herkesin bilmesi mecbûrî olan harâmları öğrenmemek, bilmemek İslâm dîninde özür kabûl edilmemektedir.

Harâmları terk etmekte birçok fayda vardır. İnsanların sıhhati, cemiyetlerin nizâm ve intizâmı, kardeşlik bağlarının kuvvetlenmesi, harâmları işlememeye bağlıdır.

Doğru olarak yazılan ilmihâl kitapları, insanlara îmânı, i’tikâdı, ibâdet ve diğer lüzûmlu olan bilgileri verdikleri gibi, helâl ve harâmları da geniş olarak îzâh etmektedirler. Kitaplarda yazıldığı üzere, Allaha şirk (ortak) koşmak, haksız yere adam öldürmek, alkollü olan içki içmek, kumar oynamak, zinâ etmek, İslâmın emrettiği şekilde giyinmeyip açık-saçık gezmek, fâiz vermek ve almak, yalan söylemek, iftirâ ve gıybet etmek, alışverişte hîle yapmak, herkesin bildiği meşhûr olmuş harâmların bâzılarıdır.

Harâmlar, mecbûriyet hâlinde ya’nî başka çâre bulunmaması durumunda işlendiğinde suç kabûl edilmemektedir. Ancak bu mecbûriyet veya zarûret, herkesin kendi anlayışına göre olmayıp, İslâm dîninin bildirdiklerine uygun olunca, kabûl edilir. Meselâ yalan söylemek harâm olduğu hâlde, düşmân karşısında ve dargın olan iki müslümânın barıştırılmasında söylenilen yalana izin verilmiştir. Ayrıca, kesin olarak yasak olan şarâbı ve her türlü alkollü içkiyi, susuzluktan ölecek bir kimsenin son çâre olarak ve ölmeyecek kadar içmesine izin verilmektedir. Bunun gibi, dîn kitaplarında sayılan başka zarûret ve mecbûriyetler de bâzı harâmları, helâl hâle getirmektedir.

Harâmlar ikiye ayrılır:

1. Harâm li-aynihî: Bizzât kendisi harâm edilen şeylerdir. Meselâ şarâp, domuz eti, besmelesiz kesilen veya kendiliğinden ölen ve böylece leş olan hayvânların eti gibi harâmlar böyledir.

2. Harâm li-gayrihî: Bizzât ve mutlak olarak kendisi yasaklanmayıp başka bir sebepten dolayı harâm olan şeylerdir. Meselâ başkasının malının, sâhibinin izni olmaksızın yenmesi, yetîm malını yemek ve kullanmak böyle olan harâmlardandır.