Salı, Kasım 26, 2024
Gazete Makaleleri

İslamiyet Hangi Şartlarda Ortaya Çıktı ?

İnsâf sâhibi herkes bilir ve inanır ki, en son ve en mükemmel dîn olan İslâmiyet, bütün dünyanın üzerine, kıyâmete kadar batmayacak bir güneş olarak doğmuştur. Biraz sonra îzâh edeceğimiz gibi, İslâmiyetin doğmasına tekaddüm eden günlerde Avrupa, Asya, Afrika, hele Arabistân Yarımadası, velhâsıl bütün dünya büyük bir karanlık içerisindeydi. Bütün insanlığı yükselmeye, şeref ve îtibâr sâhibi olmaya, sevgi ve kardeşliğe, huzûra ve hürriyete dâvet eden İslâm güneşi; dünyâdaki âfâkî (objektif) ve enfüsî (sübjektif) bütün putların karanlığını ilk ışıklarıyla berâber boğmuş; beyâzı-siyâhı, kadını-erkeği, câhili-âlimi, fakîri-zengini, bir olan hakîkî mâbûda, yâni Allâhü teâlâ’ya kulluk yapmakta eşitliğe kavuşturmuştur.

İslâm dini, insanlar arasında kaba kuvvete, bâtıl inançlara, zulme, sahtekârlığa, soy-sop, mevki-makâm ve zenginliğe dayalı olarak kurulmuş bütün sahte otoritelerin zâlim ve sömürücü saltanatlarına son vermiş, hakîkî hâkim ve kudret sâhibi, âlemlerin Rabbi olan Allahü teâlâ’nın dîni içinde emniyet ve adâlet tesis etmiştir.

İslâmiyetin özü olan tevhîd inancı (Lâ ilâhe illallâh) ile, daha ilk kelimede halledilen bu fevkalâde büyük ve o derece yüksek işlerin kıymetini ve İslâm medeniyetinin mükemmelliğini anlamak için, İslâmiyetin doğduğu yıllarda bütün dünyânın içinde bulunduğu pek acıklı hâli hatırlamak lâzımdır.

O yıllarda (mîlâdî 6 ve 7. asırlarda), Avrupa, meşhûr ortaçağ karanlığının en zifiri günlerini yaşıyordu. Papazların elinde oyuncağa çevrilmiş ve def’alarca değiştirilmiş olan İncîl, kilisenin insanlığa tahakküm ve zulmünü devam ettirebilmek için bir kalkan hâline getirilmişti. Hıristiyanlık dininde olanlar uydurma “teslîs = üç tanrı” inancının saçmalığına kurban edilmekle kalmamış, ayrıca Allah’a ibâdet etmek, tövbe ve duâ etmek, O’ndan yardım dilemek için de Allah ile aralarına, “tanrının vekili ! ” denilerek papalar sokulmuş, kilise tarafından, önce îmân ve ibâdet noktasında, insanların vicdânları esîr alınmıştı.

Diğer taraftan derebeyler, krallar, diktatörler elinde köle gibi kullanılan halk; can, mâl, nâmûs, adâlet, hak, hukûk emniyetinden uzak ve boğaz tokluğuna çalıştırılıyor, sefîl bir hayât sürüyordu.

Fen bilgileriyle uğraşmak yasaklanmış, ilim-teknik ve san’atın izi yok olmuş, son derece iptidâî, temizlik mefhûmunun bulunmadığı, salgın hastalıkların arkasının kesilmediği hayât şartları içinde; Avrupa kavimleri boyunları bükük, gelecekten ümitsiz, o günlerinden endişeli bir hâlde, Doğu ve Batı (Bizans) Roma İmparatorlarının zâlim hâkimiyetlerine teslîm olmuşlardı.

Avrupa’yla beraber Anadolu ve Kuzey Afrika topraklarını da hükmü altında bulunduran bu mutaassıp kilise ve zâlim derebeylik idâresi işbirliği, medeniyetin yolunu tıkayan en büyük engellerden biriydi.

Aynı asırlarda Asya kavimleri de Brehmenizm(Brahmanizm), Budizm, Konfüçyüsizm gibi felsefeye dayalı putperestliklerin yanısıra, bunların ve târîhin derinliklerinden gelen eski inançların karışımlarından müteşekkil “Şâmânizm” gibi isimlerle anılan inanç sistemlerinin hâkimiyeti altındaydı. Bu kavimler bâzı hayvanlardan, güneşe, yıldızlara, hattâ ırmak ve göllere kadar birçok tanrı çeşidi karşısında bunalıyor, bocalıyor ve çâresizlik içinde kıvranıyordu.

İran’da yerleşmiş olan Mecûsîlik, ateşi tanrı tanıyor, çeşitli hayvanlara ve hayâlî varlıklara kutsallık izâfe ediyordu. Buralarda da din adamı denilen büyücü ve kâhinlerin insanlık üzerindeki tahakkümlerinin yanı sıra, bilhâssa Güney Asya’da çeşitli sınıflara bölünen insanlar racaların, asillerin, varlıklı olanların boyunduruğu altında köle gibi kullanılıyordu. Kadınlar orta malı yapılmıştı. Sosyal hayâtta adâlete, hukûka yer verilmiyor, îtirâza tahammülü olmayan otoriteler cemiyeti eziyor, sömürüyordu.

Afrika kavimleri ise tamâmen iptidâî, vahşî bir hayat sürüyor, türlü-çeşitli totemlere dayalı gülünç inançlar içinde medeniyetten habersiz, dünyâdan göçüp gidiyorlardı.

Çeşitli yerlere dağıtılmış bulunan Yahûdîler, İsâ aleyhisselâm vâsıtasıyla Allahü teâlâ’nın yürürlükten kaldırdığı muharref Tevrât’a inât ve ısrârla bağlılıklarını sürdürüyor, gittikleri her yere kin, hased ve düşmanlık tohumları ekiyorlardı. İncil’i tahrif etmişler, Hıristiyanlığı bozmuşlar, insanlık arasına türlü fitne ve fesatlar sokmuşlardı. Devlet hâline gelemedikleri için, toplu hâlde yaşadıkları yerlerde, kendi cemiyetlerinde ekalliyet (azınlık) psikolojisi ve diğer kavimlere duydukları düşmanlık ateşi içinde yaşıyorlar, bütün insanlığı köle gibi kullanacakları günün hasreti ile yanıyorlardı. Mûsevîlik, tamamen bozulmuş, yalnız Yahûdî ırkından olanların girebildikleri millî bir dîn hâline sokulmuştu.

Arabistan kavimlerinin durumu da içler acısıydı. Bundan, daha sonraki makalemizde biraz genişçe bahsedelim inşâallâh.

İslâmiyet, böylesine karanlığa gömülmüş bir dünyâ ve yolunu şaşırmış insanlığa tebliğ ettiği tevhîd inancı ile yalnız Kâbe’deki 360 putu değil, bütün dünyâda çeşitli inanç, felsefe ve tanrı isimleriyle insanların inanmaya ve tapınmaya zorlandıkları her çeşit putu devirmiştir.

Yaratılmışların en şereflisi olan insana, Yaratan’ından (Allahü teâlâ’dan) en son, en açık ve en kesin bir şekilde, son Peygamber Hazret-i Muhammed vâsıtasıyla gelen bu dâvete koşanlar, kendileri gibi birer mahlûk olan nesnelere esîr olmaktan kurtulup hakîkî Hâlık’a (yaratana) kul olmak şeref ve hürriyetine kavuşmuşlardır.

İslâm medeniyetinin zirvesini teşkil eden bu îmânla, Hâlık (yaratıcı) ve mahlûk (yaratılmış) kesin olarak birbirinden ayrılmış, müslüman olanların gönülleriyle beraber zihinleri de her türlü karışıklık, bulanıklık ve istifhâmdan kurtarılarak sâfiyet ve berrâklığa kavuşturulmuştur.