İslâm Dînindeki Ba’zı Husûsiyetler ve Güzellikler
“İslâm”, lüğatte, “sulh ve sükûnet, selâmet, barış ve tek olan Allah’a, kendini tamâmıyle teslîm etmek” demektir.
İlmî bir ıstılâh ya’nî bir terim olarak ise; “Allahü teâlânın, Cebrâil ismindeki melek vâsıtasıyle, sevgili Peygamberi Muhammed aleyhisselâma gönderdiği, insanların dünyâda ve âhirette râhat ve mes’ûd olmalarını sağlayan usûl ve kâideler” olarak ta’rîf edilir. İslâmiyet, mîlâdî 610 senesinde Mekke-i mükerreme’de Sevgili Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâma, Allahü teâlâ tarafından gönderilmeye başlanmış, bu vahiyler 23 sene sürmüştür.
İslâm dîni, Hazret-i Muhammed (aleyhisselâm), bu dîni bildirmeye başlayıncaya kadar gelmiş-geçmiş olan bütün Peygamberleri tanır. Bunların hepsinin sevilmesini, hürmetle anılmasını ve hepsine inanılmasını emreder.
Her asırda gönderilen Peygamberler, insanları doğru yola da’vet etmişlerdir. Peygamberlere uyanlar kurtulmuş, uymayanlar ise sapık yollara düşmüşlerdir. Çünkü rehbersiz doğruyu bulmak mümkün değildir. Bütün Peygamberler, aynı îmânı bildirmişler, tek olan Allah’a inanmayı, O’na ibâdet etmeyi ve O’nun mahlûklarına karşı nasıl davranılacağını göstermişlerdir. Esâsen eski dîn kitâplarında ve hakîkî İncîl’de, bir son Peygamberin geleceği yazılıdır. Hazret-i Muhammed (aleyhis-selâm), en son Peygamber’dir ve O’ndan sonra bir daha Peygamber gelmemiş ve gelmeyecektir.
İslâm Dînindeki Bazı Güzellikler
Son Peygamber Hazret-i Muhammed’e (aleyhis-selâm) gönderilen dîn (İslâmiyet), bütün hurâfelerden, efsânelerden temizlenmiş olan, insanları günahkâr değil, aksine Allah’ın kulu ve doğuştan günâhsız olarak kabûl eden, onlara hayâtta çalışma ve iyi yaşama imkânını veren, bedenin ve rûhun temizliğini emreden en son ve yegâne hak dîn, hiç bozulmamış İlâhî dîndir.
İslâm dîni, bütün zamanlara, mekânlara ve bütün insanlara gönderilmiştir. O, âlem-şümûl / cihân-şümûl (evrensel)dür. Bu durumda İslâmiyet, bir ırkın, bir sınıfın ve zümrenin dîni değildir. O, bütün milletlerin, cemiyetlerin (toplumların) ve sınıfların dînidir. Bu bakımdan yüce Allah, “Rabbül-âlemin”, ya’nî âlemlerin Rabbi’dir. Başka dînlerde olduğu gibi yalnız o dînin mensûplarının Allah’ı değildir. İslâm dîninde Peygamber, tıpkı bizim gibi bir insandır. Fakat vahiy alan, hiç kusûrsuz (ma’sûm) bir kimsedir. Allah O’nu, kendi emirlerini bütün insanlara bildirmek için seçmiştir.
Hazret-i Muhammed’in (aleyhis-selâm), Allah’ın Peygamberi olduğuna inanmak demek, O’nun bildirdiği Kur’ân-ı kerîmde yazılı olan emirlerin ve yasakların hepsinin Allah’ın emirleri ve yasakları olduğuna inanmak, hepsini kabûl etmek, beğenmek demektir. Böyle inanan bir kimse, bunlardan ba’zılarına uymazsa, îmânı bozulmaz; müslümânlıktan çıkmaz. Fakat bunlardan birine bile uymadığına üzülmez, hattâ bu hâli ile öğünürse, Peygambere inanmamış olur, îmânı bozulur, dînden çıkar. Uygunsuz hareketinden dolayı Allah’a karşı boynu bükük, kalbi üzüntülü olursa, îmânının mevcûd ve kuvvetli olduğu anlaşılır.
İslâm dîni, insanların dürüst ve nâmûslu yaşamalarını esâs tutmuştur. İbâdet için emrettiği zamanlar kısadır. İbâdet bir âdet olarak değil, Allahın huzûruna çıkıp O’na cân u gönülden şükretmek ve yine O’na yalvarmak için yapılmaktadır. Gösteriş olarak yapılan bir ibâdetin Allahü teâlâ tarafından kabûl edilmiyeceği Kur’ân-ı kerîmde “Mâûn” sûresinde ifâde buyurulmaktadır.
İslâm dîninin kitâbı, “Kur’ân-ı kerîm”dir. Son İlâhî kitâb olan Kur’ân-ı kerîm, son hak Peygamber olan Hazret-i Muhammed’e (aleyhis-salâtü ves-selâm), Allah tarafından indirilmiş ve O’nun tarafından insanlara teblîğ olunmuştur. Kur’ân-ı kerîmin âyetleri büyük bir dikkatle zaptedilmiş ve bir harfi bile değişmeden, bugüne kadar gelmiştir. Hiçbir dîni kitap, Kur’ân-ı kerîm kadar belîğ değildir. Aradan on dört asır geçmiş olmasına rağmen bugün de, o berrâklığını muhâfaza etmektedir.
İslâmiyette 6 (Altı) Îmân Esâsı
İslâmiyet, insanlardan ilk önce îmân etmelerini ister. İmân, Sevgili Peygamberimiz Hazret-i Muhammed’in (aleyhis-selâm), Allahü teâlâdan bildirdiklerini kalple kabûl etmek, dil ile söylemektir. İslâmiyete ilk giriş “Kelime-i şehâdet”i söylemek ve ma’nâsına inanmakla olur. Kelime-i şehâdet: “Eşhedü en lâ ilâhe illallâh ve eşhedü enne Muhammeden abduhû ve resûlüh” sözüdür. Ma’nâsı: “Ben şehâdet ederim ki, yerde ve gökte Allah’tan başka ibâdet edilmeye hakkı olan ve ibâdete, tapınılmaya lâyık hiçbir varlık yoktur. Hakîki ma’bûd (ibâdet edilmesi gereken) Allahü teâlâdır. Yine şâhidlik ederim ki, Muhammed, O’nun kulu ve resûlüdür” demektir. Böyle inanan kimse, mü’min ve müslümândır. Müslümân olmak için Kelime-i şehâdeti bir dîn görevlisinin yanına gidip söylemek şart değildir. Şimdi böyle bir uygulamanın bulunması, dîn görevlisinin müslümân olacak kimseye yardımcı olması içindir. Bir de resmî belge almak için Müftülüklere gidilmektedir.
Kelime-i şehâdeti söyleyip ma’nâsına inanan kimsenin, aslında Kelime-i şehâdetin ma’nâsı içerisinde mevcût olan şu altı esâsı da öğrenip inanması gerekir. Bunlar: Allahü teâlâya, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe, kazâ ve kadere (hayrın ve şerrin Allahü teâlâdan geldiğine) inanmaktır. Bunlara kısaca “Âmentü Esâsları” denilmektedir.
İslâmdaki 5 (Beş) Esâs Vazîfe
İslâm dînine girmiş olanlara, ya’nî müslümânlara farz olan, muhakkak yapılması gereken beş esâs vazîfe vardır: Bunlar, tek Allah’a ve O’nun Peygamberi ve kulu olan Hazret-i Muhammed’e inanmak, namaz kılmak, Ramazan ayında oruç tutmak, zekât vermek ve hacca gitmektir. Bu beş esâsa da, “İslâmın binâsı” (ya’nî şartları) denir.
İslâm dîninde, insana, gücü yetmeyeceği, altından kalkamıyacağı bir şey emredilmemiştir. Müslümânın sıhhatini fedâ ederek, hastalanarak ibâdet etmesini, Allahü teâlâ hiçbir zaman istememiştir. Allah, çok kerîm, gafûr ve rahîmdir. Tevbe edenleri affedici ve merhametlidir.
Namaz, günde beş def’a yapılan dînî bir vazîfedir. Namaza başlamadan evvel abdest almak, ya’nî elini, yüzünü, kollarını yıkamak, başını mesh etmek ve ayaklarını yıkamak lâzımdır. Günde beş def’a bu vazîfenin yapılması, normal çalışmaya mâni olmaz. Namaz, câmiye gitmeden de, her yerde, yalnız da kılınabilir. Su bulunamazsa ve hastalık özrü varsa, toprak ile “teyemmüm” adı verilen tarzda abdest almak mümkündür.
Ramazân Ayında Oruç Tutmak
“Oruç”, senede bir ay (mübârek Ramazân ayında), yalnız gündüzleri yemek-içmekten ve şehevî arzûlardan uzaklaşmak demektir. Bunun ma’nâsı, insanlara açlığın ve susuzluğun ne demek olduğunu da öğretmektir. Oruç, toklara, aç insanların neler çektiklerini hâtırlatır. Aynı zamanda nefse hâkim olmayı sağlar. Oruç tutma zamanı, Kamerî aylara göre ta’yîn edildiğinden, Ramazân ayı, her sene (şemsî sene hesâbıyla) evvelki seneye göre 10-11 gün evvel gelir. Bu sebepten, yaklaşık otuz üç sene içinde her mevsimde oruç tutmak mümkün olur.
“Zekât”, serveti yerinde ve fıkıh kitaplarında bildirilen ihtiyâcından fazla malı ve geliri olan müslümânın, elindeki toplu kazancın yüzde iki buçuğunu, ya’nî kırkta birini senede bir def’a, muhtâç olanlara vermesi demektir. Bu farz, varlıklı müslümânlar içindir. Kazancı ancak kendi geçimine yeten kimseler, ya’nî zengin olmıyanlar zekât vermezler.
“Hac” ise, hiçbir borcu bulunmayan ve seyâhatteyken âilesinin nafakasını (geçimini) onlara bırakabilen, fıkıh kitaplarında yazılı şartları taşıyan varlıklı kimselerin, ömründe bir kerre Mekke-i mükerreme şehrine gidip “Arafât meydanında vakfe yaparak” Allah’a duâ etmeleri ve “Ka’be-i şerîfe’yi tavâf (tavâf-ı ifâda veya ziyâret) etmeleri” demektir. Bu da, bu şartları hâiz olan müslümânlara farzdır.
İSLÂMİYETİN BAZI HUSÛSİYETLERİ (ÖZELLİKLERİ)
İslâm dîni, rûh ve beden temizliği esâsı üzerine kurulmuştur. İslâmiyet bu ikisini eşit tutar. Eski dînlerin görünür ve görünmez bütün iyilikleri İslâmiyette toplanmıştır. Bütün saâdetler, muvaffakiyetler ondadır. Yanılmayan, şaşırmayan akılların kabûl edecekleri îmân, ibâdet esâsları ve güzel ahlâktan ibârettir.
İslâmiyetin içinde hiçbir zarar yoktur. İslâmiyetin dışında hiçbir menfaat yoktur ve olamaz. İslâmiyet insanların sevişmelerini, yardımlaşmalarını, kardeşçe yaşamalarını, memleketleri i’mâr ve insanları ma’nevî ve mâddî olarak yükseltmeyi emretmekte, Allahü teâlânın emirlerini büyük bilip saygı göstermeyi ve mahlûkâta da merhameti istemektedir. Herkese karşı edepli, saygılı olmayı, ana-babaya, akrabâya, arkadaşlara, muhtâçlara dâimâ müşfik, merhametli, iyilik edici olmayı, hayvânların dahî haklarını gözetmeyi, cömert olmayı, isrâftan sakınmayı emretmektedir. Tembellik ve boşa vakit geçirmeyi yasaklamıştır.
İslâm, nefsin temizlenmesini te’mîn etmekte, kötü huyları iyi huylardan ayırarak iyi huyları emretmekte, kötü huyları ise şiddetle yasak etmektedir. Gayr-i müslim vatandaşlarla ve iyi-kötü herkesle iyi geçinmeyi, her bakımdan iffet ve hayâyı, tam sıhhatli olmayı istemektedir. Müslümânların, başkalarının mâlına, cânına, nâmûsuna, şeref ve i’tibârına el, dil, fiil, resim ve yazı ile saldırmaları kesinlikle yasaktır. Yalan, iftirâ, gıybet, hased, düşmânlık reddedilmiştir.
İslâm dîni, zirâate, ticârete, sanâyiye, san’ata, ilme, fenne, tekniğe, endüstriye lâyık olduğu üzere ehemmiyet verir. İnsanların yardımlaşmalarını, birbirlerine hizmet etmelerini istemekte; dîni, vatanı, inanışı başka olanların da cânlarını, mâllarını ve nâmûslarını korumayı emr edip, bunlara saldırmayı kesinlikle yasaklamaktadır. Fertlerin, evlâdın, âilelerin ve milletlerin haklarını ve vazîfelerini öğretmekte, dirilere, geçmişlere, geleceklere, herkese karşı bir hak ve mes’ûliyet yüklemektedir. Bir hadîs-i şerîfte buyuruldu ki: “İslâmiyet, Allahü teâlânın emirlerini ta’zîm etmek, büyük bilmek ve O’nun yaratıklarına da merhâmet etmek, acımaktır.”
İslâmiyet; insanın hem rûhî, hem de maddî refâhını te’mîn edecek bir ahlâk getirmiştir. Bu mukaddes dîn, sâdece fert ile Allah arasında râbıta kurmakla kalmayıp, fertlerin birbirlerine, hattâ insanlık câmiasına karşı haklarını ve vazîfelerini de tanzim eder, hep ileriyi gösterir. İlericiliğin ve dinamizmin mümessilidir. Bu dîn, bütün insanlığı saâdete kavuşturacak prensiplerden ibârettir. Sosyal adâlet esâsları üzerine kurulmuştur. İslâmiyette sınıflaşma yoktur. Müslümân olan herkes aynı haklara, aynı i’tibâra sâhiptir. Adâlet karşısında devlet reîsi de, çoban da eşit haklara mâlik olup eşit mes’ûliyetler taşırlar. Bir kişinin veya belli bir cemiyetin değil, bütün insanlığın hür ve medenî bir hayât seviyesine ulaşmasını emretmekte, bunun için de ictimâî (sosyal) adâleti esâs tutmaktadır. İslâmiyet insanların mukadderâtını, muayyen, müstekâr, hiç değişmeyecek olan sağlam bir adâlet temeline bağlamıştır. Halkın mukadderâtını tesâdüfe, şansa değil, beyâza-siyâha ve doğuya-batıya yayılan eşit haklara, âdil hükümlere bağlamıştır. Ancak İslâmiyetin bildirdiği sosyal adâletin, sosyalizm ve komünizmle hiçbir alâkası yoktur.
İslâmiyet, komünist ve kapitalist düşüncelerin tam ortasını bildirmiş, bir yandan zenginlerin fakîrlere yardımını emretmiş (zekât gibi), bir yandan da bütün insanları biraraya getirerek (hac gibi), fakat aynı zamanda onların dürüst olmalarını sağlayacak, ya’nî disiplini de koruyacak dünyâda düşünülebilecek en mükemmel sosyal hayâtı ta’yîn etmiştir.
Allahü teâlâ, İslâm dînini hayâtın yürümesini, ihtiyâçların değişmesini karşılayacak, terakkîleri sağlayacak esâslar üzerine kurmuştur. İslâmda, modern ilimlerle tezata düşen (zıt gelen) hiçbir nokta yoktur. Emir ve telkîn ettiği bütün husûslar, tamâmıyle mantıkî ve akla uygundur. Fen adamlarının hayâtları boyu uğraşmalarının sonucunda elde ettikleri ilmî gerçekler, İslâmiyete tam uygun çıkmakta, diğer dînler ise bu hakîkatlere ters düşmektedir.
Bozulmuş olan diğer dînler, yalnız ma’neviyâta hitâp eden bir takım mistik ideallerle doludur. Bunların hakîkî hayât ile hiçbir alâkası, ilgisi yok gibidir. Hâlbuki İslâm dîni, insanın hayâtta ne yapması gerektiğini de öğretir. İslâm dîninin emirleri, insana yalnız âhiretle ilgili değil, aynı zamanda dünyâda da hayâtın her safhasında doğru yolu gösterir. İslâm, tamâmiyle tarafsız ve ancak insanların iyiliğini isteyen, yüce Allah’a kul olmayı emreden bir dîndir.