Çarşamba, Kasım 27, 2024
Makaleler

İnsanın “Eşref-i Mahlûkât” Olması

Hemen makâlemizin başında, insanın durumunu, âyet-i kerîmeler muvâcehesinde, 4 madde hâlinde özetleyebiliriz:

1- İnsan, yeryüzünde “Allah’ın halîfesi” kılınan [Bakara, 30],

2- “Mükerrem bir varlık” [İsrâ, 70],

3- “Ahsen-i takvîm üzere yaratılan” [Tîn, 4],

4- Hem de “eşref-i mahlûkât” ve “zübde-i âlem” olan bir varlıktır.

Şimdi bu maddeleri kısa kısa ele alalım:

1- İnsanın, yeryüzünde Allah’ın halîfesi kılınmasıyla ilgili olarak şu âyet-i kerîmeyi zikredebiliriz:

“Hâtırla ki Rabbin meleklere: ‘Ben yeryüzünde bir halîfe yaratacağım’ dedi. Onlar: Bizler, seni hamdinle tesbîh ve takdîs edip dururken, yeryüzünde fesât çıkaracak, orada kan dökecek insanı mı halîfe kılıyorsun? dediler. Allah da onlara: Herhâlde ben, sizin bilemiyeceğinizi bilirim dedi.” (Bakara, 30)

Yüce Allah’ın, bütün insanlara ni’metleri pekçoktur. Bu konuda 2 âyet-i kerîme vardır. Ayrıca kâinâttaki her şeyi, insanların hizmetine vermiştir. Nitekim bir âyet-i kerîmede:

“Ey kâfirler! Siz ölü iken sizi dirilten (dünyâya getirip hayât veren) Allah’ı nasıl inkâr ediyorsunuz? Sonra sizi öldürecek, tekrâr sizi diriltecek ve sonunda O’na döndürüleceksiniz.

O, yerde ne varsa hepsini sizin için yarattı. Sonra (kendine hâs bir şekilde) semâya yöneldi, onu yedi kat olarak yaratıp düzenledi (tanzîm etti). O, her şeyi hakkıyla bilendir” (Bakara, 28-29) buyurulmuştur.

Yerde, gökte, yer altında, denizlerde, göllerde, nehirlerde; nebâtât, hayvânât ve cemâdât nev’inden ne varsa, yüce Rabbimiz, hepsini bizim hizmetimize vermiştir.

Tefsîrlerde belirtildiğine göre, Hazret-i Âdem’in yaratılışı, ona yapılan ikrâm [halîfe yapılması], meleklerden üstün kılınması [zîrâ meleklerin ona secde etmeleri emredilmiştir], onun bütün zürriyyetine de şâmil olmaktadır.

Bir âyet-i celîlede de şöyle buyurulmuştur: “Hani biz meleklere (tefsîrlerde ‘ve cinnîlere’ lafzı da ilâve olunmaktadır, çünkü İblîs melek değildir, cin tâifesindendir): ‘Âdem’e secde edin’ demiştik de; İblîs hâriç hepsi secde etmişlerdi. O, yüz çevirmiş ve büyüklük taslamış, böylece kâfirlerden olmuştu.”  (Bakara, 34)

Allah, Hazret-i Âdem’i, arzında “Halîfe” kıldığı gibi, bütün Peygamberleri de, arzın i’mârı, insanların idâresi, nefislerinin kemâle erdirilmesi ve aralarında emirlerinin tenfîzi husûslarında halîfe yapmıştır.

2- İnsanın mükerrem bir varlık kılınması hakkında da bir âyet-i kerîme zikredelim:

“Gerçekten biz, Âdem Oğullarını mükerrem kıldık, (diğer hayvanlar üzerine, ilim, nutk ve en güzel yaratılış gibi husûslarda) tafdîl ettik, üstün kıldık. Karada [hayvânlar üzerinde] ve denizde [gemilerde] taşıtlara yükledik ve onlara hoş rızıklar verdik.Kendilerini, yarattıklarımızdan çoğunun üzerine üstün kıldık.” [Hattâ Peygamberler, Meleklerden de üstün kılınmıştır.] [İsrâ, 17/70; Parantez içindeki açıklamalar, Celâleyn Tefsîrinden alınmıştır.]

3- İnsanoğlunun ahsen-i takvîm üzere yaratılmasına gelince:

“Biz, gerçekten insanı [insan cinsini] en güzel bir biçimde [güzel bir boy, güzel bir sûret üzere, kâinât ve mümkinâttaki bütün husûsiyetleri cem eden bir özellikte] yarattık.

Sonra onu,  (küfre varınca) aşağıların aşağısına çevirdik, (cehennemlik yaptık).

Ancak îmân edip sâlih ameller işliyenler başka; onlar için kesilip tükenmez bir mükâfât vardır.” [Tîn, 95 / 4-6]

İNSANIN “ZÜBDE-İ ÂLEM” OLMASI

4- İnsanın eşref-i mahlûkât ve zübde-i âlem olması mefhûmuna dâir, Şeyh Gâlib‘in “müsemmen” (sekizleme) yaptığı beytini zikredebiliriz. Şiirinde bu beyti, beş def’a tekrârlamıştır. Bu kavramla ilgili, aşağı-yukarı en dikkate değer beyittir:

“Hoşça bak zâtına kim zübde-i âlemsin sen

   Merdüm-i dîde-i ekvân olan âdemsin sen”

Beytin kısa anlamı : “Kendine iyi bak ki, sen âlemin özüsün. Sen varlığın gözbebeği olan âdemsin” demektir.

Bildiğiniz gibi, “Zübde-i âlem” terkîbindeki “Zübde” kelimesi: “çekirdek, öz” anlamındadır. “Âlem” de bilindiği gibi “dünyâ, kâinât, evren” demektir. Bu tâmlama ise, “kâinâtın özü” anlamında kullanılmaktadır.

Tasavvufî anlamı olan bu terime göre, insan kâinâtın özüdür, kâinâtta ne varsa, aynı oranda insanda da vardır. Diğer bir ifâde ile insan, kâinâtla denk kabûl edilmektedir. Zâten kâinâtın varlık sebebi de insandır, bütün kâinât insan için yaratılmıştır. İnsan ise, Allah’a kulluk etmek için halkolunmuştur. [Zâriyât, 56]

SEVGİLİ PEYGAMBERİMİZ, KUR’ÂN-I KERÎMDE MEDH OLUNMUŞTUR?

Bütün insanların en şereflisi, Kâinâtın Efendisi, başlarımızın tâcı, gönüllerimizin ilâcı, iki cihânın güneşi Hazret-i Muhammed aleyhisselâmı, lâyıkı vechile, doğru bir şekilde beşeriyete tanıtmak, biz müslümânlar için bir insanlık, müslümânlık ve vefâ borcudur. Bu, O’nun ümmeti olmakla şereflenmiş bulunan kültürlü, münevver, imkânı olan ve gücü yeten her müslümânın işi olmalıdır.

Kesin bir husustur ki, Resûlullah Efendimizi, ilim, irfân ve asâlet sâhibi insanlar medhetmekte; amacâhil, ilim ve edepten mahrûm, nasîpsiz, dînsiz, îmânsız, bozuk kişiler de kötülemektedir. Tabîî ki bu, bir nasip işidir.

Bilindiği üzere, Asr-ı Seâdette, Resûl-i Ekrem’i müdâfaa eden kimseler vardı. Meselâ Peygamberimizin şâirlerinden Hassân bin Sâbit (radıyallahü anh) için, Mescid-i Nebevî’ye bir kürsü de konulmuştu. O, oradan müşriklere şiirle cevap verirdi. Peygamber Efendimiz de onun şiirlerini beğenirdi. Çünkü onu medhetmek dînen çok hayırlı bir iştir.

“Gerçekten sen, büyük bir ahlâk üzeresin” (Kalem, 4) âyet-i kerîmesinde, Yüce Allah’ın büyük iltifâtına mazhar olan Sevgili Peygamberimiz, Kur’ân’dan ibâret olan güzel ahlâkını, hayâtında sergilediği tatbîkâtı, emir ve tavsiyeleri ile ümmetine teblîğ etmiştir.

“Onun şahsında, Allah’ı ve âhiret gününü umanlar ve Allah’ı çokça hâtırlayanlar için güzel edeb ve ahlâk nümûneleri vardır ” (Ahzâb, 21) âyet-i celîlesi, O’nun “üsve-i hasene” [nümûne-i imtisâl = en güzel örnek] olduğunu ne güzel ifâde etmektedir?

Yine Cenâb-ı Hak, O’nun hakkında şöyle buyurmaktadır:

 “(Ey inananlar!) Andolsun ki, size içinizden, kendinizden öyle bir Peygamber gelmiştir ki, sizin sıkıntıya uğramanız, ona çok ağır gelir. O, size çok düşkün [üstünüze çokça titreyen], mü’minlere karşı çok şefkatli ve gâyet merhametlidir.” (Tevbe, 128)

Kezâ Yüce Rabbimiz: “Peygamber, mü’minlere cânlarından evlâdır, ileridir, daha yakındır; [O, mü’minler nazarında kendi nefislerinden, cânlarından daha önce gelir; Mü’minlerin, Peygamber’i kendi nefislerinden çok sevmeleri gerekir.] O’nun hanımları da onların anneleridir…..”[Ahzâb, 6] buyurmuştur.

[Bu konuda, daha birçok âyet-i kerîmeyi zikredebiliriz. Ama “zikr-i cüz’ irâde-i kül” kâidesince, bu kadarcıkla iktifâ edelim.]

TÂRİH BOYUNCA GELİP-GEÇMİŞ BULUNAN BÜTÜN AKLIBAŞINDA İNSANLAR, RESÛL-İ EKREM’İ MEDHETMİŞLERDİR

İslâm dünyâsında, Peygamber Efendimizi medheden on binlerce kitap, kasîde ve diğer eserler yazılmıştır. Arap, Fars ve Türk edebiyâtında görülen “Na’tlar”, hep O’nun için yazılmıştır.

Ama bunları yazanlar içinde, şöhretleri ve san’atları bütün dünyâyı ve asırları kaplamış olanları dahî, O’nu methetmekten âciz olduklarını beyân etmişlerdir.

Resûlullah Efendimiz, günümüzde de bütün dünyâ milletlerinin, ilim adamlarının, devlet, siyâset ve fikir adamlarının, edîplerin, târihçi ve askerî şahsiyetlerin alâkasını çekmekte, bunların herbiri O’nu biraz inceledikten sonra hayrânlık ve şaşkınlıklarını dile getirmektedirler.

Ne var ki, müslümân olmayanlar, Habîb-i Ekrem Efendimizin sâdece idâreciliği, dehâsı, askerî, sosyal ve diğer taraflarını görmekte, yalnız bunlara bakarak O’nu tanımaya çalışmaktadırlar. Gördükleri fevkalâde ve hiçbir insanda görülmemiş üstünlükler karşısında acze düşmekle berâber, O’na Peygamber gözüyle bakmadıkları için, O’nu tanımaktan ve anlamaktan çok uzak kalmaktadırlar.

Müslümânlar da, Peygamber Efendimizin güzellik ve üstünlüklerini ilimleri, ihlâsları ve O’na olan muhabbetleri kadar, derece derece görmekte ve anlayabilmektedirler. Bunlardan zâhir âlimleri O’nun zâhirî vasıflarını, bâtın âlimleri de bâtınî güzelliklerini görebildikleri kadar dile getirmişlerdir.

Ulemâ-i râsihîn denilen hem zâhir ve hem de bâtın bilgilerinde üstâd ve Peygamber Efendimize vâris olan yüksek İslâm âlimleri ise, O’nu bütün güzellikleriyle görmüş ve âşık olmuşlardır. Bunların en başında Ebû Bekr-i Sıddîk (radıyallahü anh) gelmektedir. O, Resûlullah Efendimizdeki nübüvvet nûrunu görmekte, O’nun üstünlük, güzellik ve yüksekliklerini idrâk ederek, O’na âşık olmakta, O’nu sevmekte, O’na tâbi’ ve teslîm olmakta, mâlını ve cânını O’nun uğrunda fedâ etmekte öyle ileri gitmiştir ki, başka hiçbir kimse Ebû Bekr-i Sıddîk (radıyallahü anh) gibi olamamıştır, onun mertebesine ulaşamamıştır.

MUHAMMED ALEYHİSSELÂMA TÂBİ’ OLMAK BÜTÜN SAÂDETLERİN BAŞIDIR

Cenâb-ı Hak, dünyâya gönderdiği ilk insan ve ilk Peygamber olan Âdem aleyhisselâmdan i’tibâren, Sevgili Peygamberimize gelinceye kadar bütün “Peygamber”leri vâsıtasıyla, kullarına, dünyâ ve âhirette râhat etmeleri, huzûr içerisinde, iyi bir şekilde, şerefle/onurla yaşamaları için, emir ve yasaklarını, ya’nî ne yapmaları ve nelerden sakınmaları lâzım olduğunu, beğendiği ve beğenmediği bütün işleri bildirmiştir.

Peygamberlerin insanlığa yaptıkları çok önemli hizmetler vardır. Bütün Ülü’l-azim Peygamberler, Resûller ve Nebîler (aleyhimüsselâm), insanlığı kendileri gibi birer mahlûk olan varlıklara tapınma karanlığından kurtararak, bütün varlıkların yaratanı ve hakîkî sâhibi olan Allahü teâlâya ibâdet etmenin şeref ve üstünlüğüne, insanlık şerefine/onuruna çağırmışlardır.

Şek-şüphe yoktur ki, insanın insana kulluk etmesi, kölelik yapması son derece onur kırıcı bir durumdur. Onun için İslâmiyet, târihten gelen köleliği ortadan kaldıracak birtakım tedbîrler almıştır. Yemîn keffâreti, oruç keffâreti, zıhâr keffâreti gibi cezâlarda birinci madde bir köle âzâd edilmesidir.

Şu bir vâkıadır ki, insanlar, Allah’ın Peygamberlerine tâbi’ olup, emir ve yasaklarına uydukları müddetçe, şerefli/onurlu, huzûrlu ve râhat birer hayât yaşamışlar, birbirlerini sevip-saymışlardır. Emirlere ve yasaklara uymadıklarında ise, huzûrsuz olmuşlar, râhatları bozulmuş; ahlâksızlık, zulüm ve haksızlık bütün cemiyeti sarmıştır. Öyle ki, bu zulümlerden kadınlar, çocuklar, insanlar ve hayvanlar dâhil, bütün mahlûkât nasîbini almıştır.

ALLAHÜ TEÂLÂ, YARATTIĞI KULLARINDAN NE İSTEMEKTEDİR?

Allahü teâlâ, yarattığı kullarından ne istemektedir?

 Hepimiz biliyoruz ki, Allahü teâlâ, kullarının îmân etmelerini, verdiği nimetlere şükretmelerini, ibâdet yapmalarını, güzel ahlâka sâhip olmalarını, kendi aralarında, şerefli/onurlu bir şekilde, kardeşçe yaşamalarını, sevişmelerini, birbirlerine yardımcı olmalarını istemekte ve bunları da emretmektedir.

İslâm âlimlerinin buyurdukları gibi, bütün saâdetlerin başı, Sevgili Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâmı tanımak, sevmek, O’na îmân etmek, tâbi’ ve teslîm olmaktır. İki cihân saâdetine kavuşmak, ancak ve yalnız, dünyâ ve âhıretin Efendisi olan Muhammed aleyhisselâma tâbi’ olmaya bağlıdır.

Ona tâbi’ olmak demek, onun ta’rîf ettiği şekilde îmân etmek ve onun getirdiği ahkâm-ı İslâmiyyeyi öğrenmek ve yapmak demektir. [Şüphe yok ki, onun getirdiği ahkâm-ı İslâmiyyenin başında mukaddes kitâbımız Kur’ân-ı kerîm gelmektedir. Kur’ân-ı kerîm, ona verilen mu’cizelerin en büyüğüdür. Kur’ân’dan başka bütün İlâhî kitaplar, maalesef tahrîf edilmişlerdir. Şimdi yegâne hak semâvî kitap Kur’ân-ı kerîmdir.]

Kur’ân-ı kerîm’de: “Kim, İslâm’dan başka bir dîn ararsa, bilsin ki kendisinden (böyle bir dîn) aslâ kabûl edilmeyecek ve o, âhirette ziyân edenlerden olacaktır” (Âl-i İmrân, 85) buyurulmaktadır.

Hakîkatte, bütün insanların yaratılmalarındaki maksat, Allahü teâlâya ibâdet etmeleridir. Nitekim Yüce Allah, Kur’ân-ı kerîm’inde [Zâriyât sûresinin 56. âyetinde] meâlen: “Cinnîleri ve insanları, ancak (beni bilmeleri, tanımaları) bana ibâdet etmeleri için yarattım” buyurmuştur.

Yüce Allah, meâlen: “Ey insanlar! Sizi ve sizden öncekileri yaratan Rabbinize kulluk ediniz. Umulur ki, böylece korunmuş (Allah’ın azâbından kendinizi kurtarmış) olursunuz” (Bakara, 21) buyurmuştur.

Allahü teâlâ, Bakara sûresinin 152. âyetinde de şöyle buyurmaktadır:

“O hâlde siz, (bana itâat ve ibâdet ederek) beni anın ki, ben de sizi (mağfiretimle) anayım. Ni’metlerime şükredin de nankörlük yaparak küfre varmayın (beni ve ni’metlerimi inkâr etmeyin).”

Bu konuda, İbrâhîm sûresinin 7. âyet-i kerîmesi de çok dikkat çekicidir:

“Düşünün ki, Rabbiniz şunu bildirdi: Andolsun, eğer siz şükrederseniz, ben de elbette size [ni’met(ler)imi] artırırım ve eğer küfrân-ı ni’mette bulunur, nankörlük ederseniz, haberiniz olsun ki, gerçekten azâbım çok şiddetlidir.”

Nisâ sûresinin 147. âyetinde ise, meâlen şöyle buyurulmuştur:

“Eğer siz, Allah’ın ni’metlerine şükreder ve îmân ederseniz, Allah size niye azâb etsin? Allah, şükredenlerin mükâfâtını verici, yaptıklarını bilicidir.”

Dünyâda yapılan imtihânlarda [meselâ öğrenciler için yapılan vize ve final imtihânlarında] muvaffak olmak için, nasıl gerekli çalışmaları yapmak lâzım ise, âhıretteki imtihânda başarılı olabilmek için de, İslâmiyetin emrettiği gibi inanmak ve farz kılınan ibâdetleri yapmak, yasaklanan şeylerden de kaçınmak lâzım geldiği bedîhidir, açıktır.

Tekâsür sûresinin 8. âyet-i kerîmesinde de, âhırette, kullara bu dünyâda iken ihsân edilen ni’metlerin hesâbının sorulacağı şu şekilde açıklanmaktadır: “Sonra andolsun, o gün (kıyâmette) ni’metin şükründen muhakkak sorulacaksınız.