İlme Kıymet Vermek, Medenî Yaşamak İçin Bir Mecbûriyettir
“İlim” nedir? İlmin mâhiyeti nedir? İlmin kaynağı nedir? İlimden maksad nedir? gibi bir nev’i ilmin kritiğine yönelmiş suâller ve cevâpları, ilk çağlardan beri tartışma konusu olagelmiştir. Bugün de, Batı dünyasında, bu münâkaşalar/tartışmalar hâlen devâm etmektedir.
İlim, insanın sonradan elde ettiği bir sıfatıdır. Bu bilgiyi, ya kendi tecrübesiyle veya güvenilir bir kaynaktan öğrenerek elde etmektedir.
İlimler/bilimler çeşitli kısımlara ayrılır. Osmânlı’da klasik dönemde bilim, “Naklî” ve “Aklî” diye iki kısımda düşünülmüştür. Naklî bilimlere, “İslâmî İlimler” de denilmiştir. Dolayısıyla İslâm dîni ile ilgili bütün çalışmalar bu kategoriye yerleştirilmiştir.
Aklî bilimler ise, insanın aklıyla, araştırarak, deneyerek, gözleyerek ulaşılan bilgilerdir. Medreselerde, her iki dalda da sistematik ve yoğun öğretim ve eğitim yapılmıştır.
Bilindiği gibi aklın, düşünmeksizin elde ettiği bilgilere “Bedîhî İlim” denilmektedir. Hesâba, tecrübeye (deneye) dayanan bilgilere ise “İstidlâlî İlim” denir; meselâ fen bilgileri böyledir. Duygu/duyu organlarıyla elde edilen bilgilere de “Zarûrî İlim” denmektedir ki; görmek, işitmek, tatmak, dokunmak ve duymakla elde edilen bilgiler böyledir.
KöküArapça olan “İlim”, “Ma’rifet” ve “Şuûr” kelimelerinin ma’nâ bakımından birbirine yakınlıkları vardır. İlim bilmek; ma’rifet tanımak, şuûr ise idrâk etmek, akılla kavramak demektir.
“İlim” kesbîdir, ya’nî sebeplere yapışılarak, çalışılarak sonradan elde edilir. “Ma’rifet” ise, keşif ve ilhâm ile hâsıl olur. Ma’rifet, kalbe doğan bir nûrdur, çalışmadan ele geçen ilâhî ihsânlar, lutuflardır. Bunlara “vehbî ilimler” veya “meârif-i İlâhiyye, meârif-i ledünniyye ve hakâyık-ı Rabbâniyye” de denir.
İlim; hocadan, üstâddan, rehberden ya’nî bir bilenden öğrenilir. İlâhî ma’rifetler, ya’nî Allahü teâlâyı tanımaya yarayan bilgiler, keşif ve ilhâm ile hâsıl olur. Bunlara, kâmil ve mükemmil (ya’nî kendisi yetişmiş ve başkalarını da yetiştirebilen) bir rehberin yetiştirmesiyle kavuşulabilir.
Dînde ibâdetler, diğer işlerle ilgili bilgiler ve fen bilgileri âlimlerden (hocalardan veya onların yazdıkları kıymetli eserlerden) öğrenmekle elde edilir. Tasavvuf bilgileri ise, keşif ve ilhâm ile hâsıl olan ma’rifetlerdir.
Burada, şunu da belirtelim ki, ilme kıymet vermek; medenî yaşamak için bir mecbûriyettir. İnsan, bilmediğinin yalnız câhili değil, aynı zamanda esîri, âcizi ve düşmânıdır. Bizim harsımızda/kültürümüzde, hem ilim, hem de ilim sâhipleri çok övülmüş, cehâlet ise kötülenmiş olmasına rağmen; ilim bir maksat değil, bir vâsıta sayılmıştır. İlim, insana Rabbini tanıtan ve onu kulluğa sevkeden bir merhale kabûl edilmiştir.
Yunus Emre’nin “İlim ilim bilmektir; ilim kendin bilmektir. Sen kendini bilmezsin, ya nice okumaktır” sözü ilmin hedefine işâret etmektedir.
İlim, insanı önce kendini bilmeye, sonra da Rabbini bilmeye götürmektedir. İlmi arttıkça tevâzuu artmayan, amelleri ve ahlâkı olgunlaşmayan, kibir ve gurûra kapılanlara, aslında hakîkî âlim denmez.Onların ilimlerine de “faydasız ilim” denilmiştir.
Bilindiği gibi, iyi insanların hayatları öğrenildikçe, iyilerin adedi artacaktır. Mâzîsini, büyüklerini tanıyamayan çocuklar, gençler ve olgunlar, büyüklüklere tâlip olamazlar.
İnsanların çeşitli buhrânlara, rûhî sıkıntılara ma’rûz kaldıkları asrımızda, büyük insanların yaşayış tarzları, tavsiye ve nasîhatleri, hâl ve hareketlerini öğrenmek, hem ibret almaya, hem de uyanmaya sebep olacaktır. Şüphesiz ki, o büyüklerin başı Sevgili Peygamberimizdir.
İYİ VEYA KÖTÜ ÇIĞIR AÇMAK
Bir hadîs-i şerîfte, “Hiç kimse, diğerinin günâhını çekmez” buyuruldu. (Hâkim) Kur’ân-ı kerîmde aynı ma’nâda birkaç âyet-i kerîme vardır: Meselâ: “Hiçbir günâhkâr, diğerinin günâhını çekmez.” [En’âm, 164]
Ama insanları saptıranlar, sapıklıkta önder olanlar, kendi günâhlarını yüklendikleri gibi, o kimselerin günâhlarını da yüklenirler. (Nahl, 25; Kâdî Beydâvî Tefsîri)
Bir kimse, bir iyiliği yapmaya gücü yetmiyorsa, o iyiliğin yapılmasına sebep olursa, o iyiliği yapmış gibi sevâp kazanır: “Hayra delâlet eden [yol gösteren, sebep olan, önderlik eden], onu yapan gibidir, o hayrı yapan gibi sevâba kavuşur”hadîs-i şerîfi bu konuda bir delîldir. [Ebu Ya’lâ, Beyhekî]
Bir kimsenin iyi veya kötü olduğu, yaptığı işlerden anlaşılır. Bir kimse, kötülüklerden kaçıyor, iyi işler yapıyorsa, o kişinin Cennete gitme ihtimâli çoktur. Onun için iyi kimselerle beraber olmaya çalışmalıdır.
Hepimizin bildiği gibi, insanlar ölünce amel defterleri kapanır. Fakat iyi veya kötü işlerde önderlik edenlerin, çığır açanların amel defterleri kapanmaz.
Nitekim hadîs-i şerîflerde buyuruldu ki:
“Bir mü’min vefât edince, her ameli kesilir. Yalnız üç amelinin sevâbı, amel defterine yazılmaya devâm eder. Bunlar, sadaka-i câriyelerinin [ya’nî câmi, çeşme, yol gibi insanlara faydası dokunan faydalı işlerinin], faydalı ilimlerinin, kitaplarının ve sâlih çocuklarının kendisi için ettikleri duâ ve istiğfârların sevâplarıdır.” [Ebu’ş-şeyh]
“Dinimizde iyi bir çığır açana, bunun sevâbı ile bununla amel edenlerin sevâbı verilir; o çığırda [o yolda] gidenlerin sevâbından da hiçbir şey eksilmez.
Dinimizde kötü bir çığır açana da, bunun günâhı ile, bununla amel edenlerin günâhı verilir, o kötü yolda gidenlerin günâhından da hiçbir şey eksilmez.” [Müslim]
“İyi işe vesîle olan, hayâtında ve öldükten sonra da o işi yapanlar kadar sevâp kazanır. Kötü işe ön ayak olana da, bu iş terk edilinceye kadar, bunun günâhı yazılır.” [Taberânî]
Şu hâlde, insanlığın dünyâ ve âhiret saâdeti için çalışanlara yardımcı olmak, onların sevâplarına ortak olmak demektir. Günâh olan işlere yardımcı olmak ise, o günâha ortak olmak demektir.
İNSANLARA HİZMET ETMENİN EHEMMİYETİ
Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı kerîminde buyuruyor ki:
“Siz, insanlar için, [ya’nî insanların iyiliği için] ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz; [ya’nî ümmetlerin en hayırlısı olmak üzere yaratıldınız.] Ma’rûfu [iyiliği, doğruluğu] emreder; münkerden [kötülükten, fenâlıktan] men’eder ve Allah’a inanırsınız…” (Âl-i İmrân, 110 )
Kâinâtın Efendisi SevgiliPeygamberimiz de hadîs-i şerîflerinde buyurmuşlardır ki:
“İnsanların hayırlısı [en iyisi], insanlara faydalı olandır.”
“Kavmin efendisi, onlara hizmet edendir.”
“İnsanların arasına karışan, onların ezâ ve cefâsına katlanan mü’min, insanların arasına girmeyen ve onların baskılarına katlanmayan mü’minden daha fazîletlidir.” (Suyûtî, el-Câmiu’s-Sağîr, II, 282)
İşte bu âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîfler muvâcehesinde, âlimler emr-i ma’rûf ve nehy-i münker yaparak İslâmiyete, müslümânlara ve bütün insanlara hizmeti şiâr edinmiş kimselerdir.
Çünkü hadîs-i şerîflerde: “Âlimler, Peygamberlerin vârisleridirler” ve “Peygamberler ne bir dînâr, ne bir dirhem mîrâs bırakmışlardır. Onlar ancak ilmi mîrâs bırakmışlardır. İlmi alan, mîrâs-ı Peygamberî’den büyük bir pay almış olur” buyurulmuştur.
Burada şunu da belirtelim ki, onbeş asırdır müslümânlara rehberlik etmiş, onlara doğruları öğretmiş, kendileri de eksiksiz İslâmî birer hayât yaşamış bulunan Ulemâ ve Evliyâ-yı kirâmın hâl tercümeleri ya’nî biyoğrafileri muhtelif kitaplarda genişçe anlatılmaktadır. Bu büyük âlim ve velîler, kendi asırlarında olduğu gibi, zamanlarından sonra da dâimâ sevilen ve sayılan, hayâtları örnek alınan kimseler olmuşlardır. Şüphesiz ki, iyi insanların hayâtları öğrenildikçe, iyilerin adedi artacaktır.
Burada, kendi insanımızın dîni, dili, vatanı, coğrafyası, târihi, ilmi, irfânı, edebiyâtı, zevk ve güzel ahlâkına ağırlık verilmesini, bunları yeni nesillerimize, çocuklarımıza ve torunlarımıza aktarmak mecbûriyetinde olduğumuzu ifâde etmek istiyoruz.
Bütün insanlara doğruları öğreten, onları şaşırtmayan ve yanıltmayan, genel kültürlerini arttıran kitap, dergi, gazete, ansiklopedi, takvîm, CD ve DVD’lere, radyo ve televizyon programlarına, internet sitelerine velhâsıl doğru ilmî eserlere, her ülkede, her zamanda ve hele günümüzde büyük ihtiyaç olduğunda şek ve şüphe yoktur. Millî kültürümüzü yüceltecek bilgileri ihtivâ eden ölmez eserlerin, temel kaynaklarımızın yayınlanması, onlardan nakiller yapılması, milletimizin ve memleketimizin istikbâli açısından çok önemlidir.
Yukarıda da söylediğimiz gibi, mâzîlerini, büyüklerini tanıyamayan çocuklar, gençler ve yaşları ilerlemiş insanlar, büyüklüklere tâlip olamazlar. İnsanların çeşitli buhrânlara, bunalımlara, rûhî sıkıntılara marûz kaldıkları asrımızda, büyük insanların yaşayış tarzları, tavsiye ve nasîhatları, hâl ve hareketleri, kerâmetleri, hem zevk ve ibret almaya, hem de intibâha, uyanmaya sebeb olacaktır.