İlâhiyatçı Öğrencilere Seminer
[Emîr Sultân Yurdu Mezûnu 20-25 kadar Öğrenci]
[2 – 3 – 4 – 5 Şubat 2019 Cumartesi – Pazar – Pazartesi – Salı]
[Sabahları 1 oturum ve Öğleden sonra 2 oturum: Her bir oturum: 1,5 sâat]
I- İSLÂMİYETİN DOĞUŞU
88- İSLÂMİYETİN DOĞUŞU [YOUTUBE ÇEKİMİ – 19. 01. 2019 Cumartesi]
– Peygamber Efendimizin, 37-38 yaşlarında Nûr Dağındaki Hırâ Mağarasında yalnız kalıp tâât u ibâdât ile meşgûl olması, bazan günlerce orada kalması, zaman zaman Hadîce annemizin kendisine yemek götürmesi, bazan da kendisinin aşağıya inip yiyecek ve içecek alıp tekrâr dağa çıkması
– 40 yaşında iken, Hırâ Mağarasına, Cebrâîl aleyhisselâmın gelmesi ve ilk Vahyi getirmesi
– Alak sûresinin ilk 5 âyet-i kerîmesi
– “Yakın akrabânı inzâr et” âyet-i kerîmesi gelince, Hazret-i Alî vâsıtasıyla, akrabâsını / yakınlarını, amcası Ebû Tâlib‘in evinde toplaması
– “Emrolunanı açıkça teblîğ et…..” âyet-i kerîmesi gelince, Safâ Tepesine çıkıp insanları (Hâşim oğulları, Fihr oğulları, Adiyy oğulları…..) oraya çağırması
– Parlak İslâm güneşi böyle doğmuş, Peygamberimizin teblîği 23 sene devâm etmiş, Hulefâ-i Râşidîn zamanında (30 sene zarfında), bu güneş bütün dünyâyı aydınlatmıştır.
– 150.000 Sahâbe-i kirâmın meydâna gelmesi, bunların 100’den fazla muhârebeye girmeleri ve hep gâlip gelmeleri
– Dünyânın en mühim hâdisesi konusunda Amerikalı yazar Stüdart‘ın sözü
II- TÂRİHTEKİ BAZI İSLÂM DEVLETLERİ
(Makâle: 02.09.2006 – 09 Şa’bân 1427 Cumartesi)
İslâmiyet, hiç şüphesiz yeryüzünde en çok devlet kurulmasına vesîle olmuş bir dîndir. Asr-ı saâdetten beri kurulan büyük İslâm devletlerinden başka, İslâm târihi boyunca, muhtelif zamanlarda, dünyânın çeşitli yerlerinde birçok İslâm devleti kurulmuştur.
DÖRT HALÎFE DEVRİ
Peygamberimiz Hazret-i Muhammed’in (aleyhisselâm) 632 (H.11) târihinde vefâtından sonra, Eshâb-ı kirâm arasından sıra ile; Hazret-i Ebû Bekir (632–634 / H.11-13), Hazret-i Ömer (634-644 / H.13-23), Hazret-i Osmân (644-656 / H.23-35), Hazret-i Ali (656-661 / H.35-40) halîfe seçildiler.
Böylece “Dört Halîfe devri” başladı. Bu devir otuz yıl kadardır. Bunlar, Peygamber Efendimizin vazîfelerini tam olarak yaptıklarından, kendilerine “Hulefâ-i Râşidîn=Râşid Halîfeler” denir. Dört Halîfe Devri (632-661 / H.11-40), İslâmî fazîletlerin yaşandığı “Altın Çağ” olarak kabul edilir.
Bu devirde İslâm orduları Kuzey Afrika, Kıbrıs, Sûriye, Anadolu, Irâk, Îrân içlerine seferlere çıktılar. Buralarda pekçok ülke ve şehir fethederek, İslâmiyeti insanlara ulaştırdılar. Muhârebelerden alınan ganîmetler ile İslâm memleketleri i’mâr edildi, Müslümanlar, hattâ onların idâresi altında bulunan bütün insanlar râhat ve huzûr içerisinde yaşadılar.
EMEVÎLER
İslâm târihinde Dört Halîfe’yi Emevî halîfeleri tâkib etti. Bu arada tabîî ki Hazret-i Hasan Efendimizin 6 ay kadar süren kısa bir halîfelik dönemi de vardır. Dört Halîfe Devrinden sonra İslâm devletinin başına, halîfe (devlet başkanı) olarak, Peygamberimizin kayınbirader ve kâtiplerinden Hazret-i Muâviye seçildi. Onun Ümeyyeoğullarına mensûbiyetinden dolayı devlet, “Emevîler” adı ile anıldı. Böylece İslâm târihinde Emevîler devri başlamış oldu.
Emevîler Çin, Orta Asya, Hazar ülkesi, Hindistân, bütün Orta Doğu ülkeleri, Kuzey Afrika’dan -İspanya dâhil- Avrupa içlerine kadar geniş bir coğrafyada, aralıklarla sekiz yüzyıl hüküm sürdüler. Emevîler, İslâm dînini İspanya’dan Avrupa’ya soktular. Fas, Kurtuba ve Gırnata Üniversitelerini kurup Batıya ilim ve fen ışıklarını yaydılar.
Şam’daki Emevî halîfeleri 661(H.41)’den 750(H.132)’ye ve İspanya’daki Endülüs Emevî Sultânlığı da 756(H.138)’dan 1492 (H. 898) târihine kadar devâm etti. Şam’daki Emevî Halîfeliğini Abbâsîler devri tâkib etti.
ABBÂSÎLER
Emevîler’den sonra İslâm devleti başkanlığını (hilâfeti), Peygamberimizin amcası Hazret-i Abbâs’ın soyundan olan Ebü’l-Abbâs Abdullah es-Seffâh ele geçirdi. 750 / H.132’de Abbâsîler devri başladı. Devletin başşehri Şâm’dan Bağdât’a nakledildi.
İslâm dîni, doğuda Büyük Okyanus’tan, batıda Atlas Okyanusu kıyılarına, kuzeyde Rusya içlerinden, güneyde Hind Okyanusu kıyılarına kadar yayılıp, üç kıtada İslâm devletleri hâkim oldu.
Abbâsîler [750-1517 / H.132-923] devrinde, hicrî ikinci asırdan îtibâren Abbâsî halîfeleri adına hutbe okutan emîrlikler ve devletler kuruldu.
Irak’taki Abbâsî hilâfeti, 750(H.132)’den 1256(H.656)’ya ve Mısır’daki Abbâsî hilâfeti ise 1257(H.656)’den 1517(H.923)’ye kadar devâm etti.
III- MÜSLÜMÂN TÜRKLERE ANADOLU’NUN KAPILARININ AÇILMASI
Türkler, târihleri boyunca, 117 Devlet kurmuşlardır.
Müslümân Türklere Anadolu’nun kapılarını açan ve Türk-İslâm târihinin en büyük zaferlerinden biri olan “Malazgirt Meydan Muhârebesi”; bir Selçuklu-Bizans Savaşı olup bundan sonra, sâdece onbeş yıl içinde bütün Anadolu’nun tapusu, Türklerin eline geçmiştir.
Gerçekten Malazgirt Zaferi Türk, İslâm ve dünyâ târihinde çok önemli bir dönüm noktası olmuştur. Ma’lûm olduğu üzere Romen Diojen, doğuya doğru hareketinden önce verdiği nutukta, “büyük bir İslâm tehlikesinden bahsetmiş ve bu tehlikeyi kesin olarak ortadan kaldıracağını” belirtmiştir. Ama bilindiği gibi o da, tarih boyunca onun gibi düşünen başkaları da bu emellerine nâil olamadılar.
İslâmiyet, hiç şüphesiz yeryüzünde en çok devlet kurulmasına vesîle olmuş bir dîndir. Günümüzde de bu en son İlâhî dîn, hiçbir misyoner teşkîlâtı olmadığı, propagandası için devlet hazîneleri sarf edilmediği hâlde, başka dînden olan birçok insan tarafından benimsenmekte ve Müslümanların sayıları günden güne artmaktadır. Bilhassa Afrika’da bir çığ gibi büyüyen İslâmiyet, Amerika, Avrupa, Çin, Japonya… gibi dünyânın her tarafındaki devletlerde de hızla yayılmaktadır. Günümüzde yeryüzünde, yaklaşık 26 milyon km2 toprak üzerinde, bir milyardan fazla (tahminlere göre 1,5 milyar civârında) Müslüman yaşamaktadır.
IV- Önce Anadolu’da, sonra yakın komşularımızın bulunduğu yerlerde, daha sonra da dünyanın diğer ülkelerinde kurulan İslâm devletlerinden birer nebze [sadece isimlerinden, kuruluş ve yıkılış tarihlerinden] bahsedelim. [121 Devlet]
ANADOLU’DA KURULAN DEVLETLER [25 Devlet]
Dânişmendliler (1072-1177), Saltuklular (1072-1202), Mengücekler (1072-1277), Türkiye Selçukluları (1077-1307), Dilmaçoğulları (1085-1192), İnaloğulları (1098-1183), Ermenşâhlar (1100-1207), Çobanoğulları (1227-1309), Eşrefoğulları (13. yy. ortaları-1320), İnanoğulları/Ladik Beyleri (1261-1368), Sâhibataoğulları (1275-1341), Pervâneoğulları (1277-1322), Candaroğulları (1292-1462), Alâiye Beyleri (1293-1471), Karasioğulları (1297-1360), Germiyânoğulları (1300-1429), Hamîdoğulları (1301-1423), Saruhanoğulları (1302-1410), Aydınoğulları (1308-1426), Eretnaoğulları (1335-1381), Dulkadiroğulları (1339-1521), Tâceddînoğulları (1348-1428), Ramazânoğulları (1352-1608), Akkoyunlular (1378-1508), Kâdı Burhâneddîn Ahmed Devleti (1381-1398).
ARABİSTAN YARIMADASINDA KURULAN DEVLETLER [6 Devlet]
Karmatîler (894-11. yy sonu), Ressîler/Yemen Zeydî İmamları (9. yy.-1969), Süleyhîler (1047-1138), Resûlîler (1229-1454), Birleşik Arap Sultânlığı (1741-1964), Suudî Arabistan Krallığı (1746-Devâm ediyor.)
IRÂK, SÛRİYE VE MISIR’DA KURULAN DEVLETLER [11 Devlet]
Mezyedîler (661-1150), Tolunoğulları (868-905), Hamdânîler (905-1004), Fâtımîler (909-1171), İhşidîler (935-969), Mervânîler (983-1085), Ukaylîler (990-1096), Mirdâsîler (1023-1079), Eyyûbîler (1169-15. yy sonu), Memlûkler (1250-1517), Kavalalılar (1805-1953).
İSPANYA ve KUZEY AFRİKA’DA KURULAN DEVLETLER [13 Devlet]
Endülüs Emevîleri (756-1031), Mülessimînler (11.yy.-12.yy ortası), Murâbıtlar (1056-1147), Muvahhidler (1130-1269), Nasrîler/Benî Ahmer (1230-1493), İdrisîler (789-926), Rüstemîler (777-909), Ağlebîler (800-909), Zîrîler ve Hammâdîler (972-1152), Merînîler ve Vattâsîler (1196-1549), Hafsîler (1228-1574), Fas Şerîfleri (1711-Devam ediyor), Sünûsiyye (1837-1969).
BATI ve ORTA AFRİKA’DA KURULAN DEVLETLER [16Devlet]
Gao Sultanlığı (1009-1593), Keita Sultânlığı (1200-1670), Timbuktu Sultânlığı (1336-1468), Bagirmi Sultânlığı (1512-1935), Vaday Emîrliği (1635-1912), Tukulör (Sokoto) Sultânlığı (1801-Devâm ediyor) Futa Callon Emîrliği (1692-1900), Adamava (Yola) Sultânlığı (1809-1901), Kaarta Emîrleri (1670-1891), Bornu Sultânlığı (1097-Devâm ediyor), Kano Sultânlığı (998-1807), Katsina Sultânlığı (1554-1806), Nupe Sultânlığı (1531-1835), Kebbî Sultânları (1515-Devâm ediyor), Kano Emîrleri (1807-Devâm ediyor), Dagomba Sultânları (1500-Devâm ediyor.)
[ Devam edenler, prenslik şeklindedir.]
ÎRÂN, KIRIM, ORTA ASYA, AFGANİSTÂN VE HİNT YARIMADASI’NDA KURULAN DEVLETLER [50 Devlet]
Bâvendîler (665-1349), Sâmânîler (819-1005), Tahîrîler (821-873), Karahanlılar (840-1212), Saffârîler (867-1495), Ziyârîler (927-1090), Büveyhîler (932-1062), Şeddâdîler (951-1174), Gazneliler (963-1186), Müsâfîrîler (10.yy-11. yy.), Ravvâdîler (10.yy-1071), Hârizmşâhlar (10.yy-13.yy ortası), Kâkûyîler (1008-1119), İsmâîlîler/Haşşâşîler (1090-1273), Büyük Selçuklular (1038-1194), Artuklular (1102-1408), Zengîler (1127-1222), İldenizliler (1137-1225), Salgurlular (1148-1286), Delhî Sultânlığı (1206-1555), Çağataylılar (1227-1370), Altınordulular (1227-1502), İlhânlılar (1256-1353), Muzafferîler (1314-1393), Celâyirliler (1336-1432), Bengâl Sultânlığı (1336-1576), Keşmîr Sultânlığı (1346-1589), Behmenîler (1347-1527), Tîmûrlular (1370-1506), Karakoyunlular (1370-1468), Handeş Fârûkî Sultânlığı (1370-1601), Gucarât Sultânlığı (1391-1583), Cavnpûr Şarkî Sultânlığı (1394-1479), Malvâ Sultânlığı (1401-1531), Giraylar (1426-1792), Buhârâ Hânlığı (1428-1924), Kazan Hânlığı (1435-1552), Kasım Hânlığı (1445-1556), Astırhânlılar (1460-1556), Şeybânîler (1500-1598), Safevîler (1501-1732), Gürgâniye/Bâbürlüler (1526-1858), Afşarlılar (1736-1786), Afganistân Şâhlığı (1747-1973), Zendler (1750-1794), Kaçarlar (1779-1924), Haydarâbâd Nizâmlığı (18.yy-1948), Hîve Hânlığı (1804-1924), Pehlevî Şâhlığı (1924-1979), Îrân [Şîî] İslâm Cumhûriyeti (1979-Devâm ediyor).
İnsanlar nasıl doğup gelişiyor, büyüyor ve ölüyorlarsa, devletler de aynı kaderi paylaşmaktadırlar; yani onlar da doğar, büyür ve ölürler. Çeşitli coğrafyalarda, özellikle Anadolu’da, muhtelif târihlerde, bilhâssa İslâm öncesi dönemlere baktığımızda, âdetâ sayılamıyacak kadar çok devletin ve medeniyetin kurulup yıkıldığını görüyoruz.
O hâlde güzel ülkemize sahip çıkmalıyız ki, burası da öncekiler gibi başkalarının eline geçmesin ve târihe mal olmasın.
V- TÜRKLERİN İSLÂMİYETLE ŞEREFLENMELERİ
90- TÜRKLERİN MÜSLÜMÂN OLUŞLARI [YOUTUBE ÇEKİMİ – 26. 01. 2019 Cumartesi]
Ma’lûm olduğu üzere, Nûh aleyhisselâmın oğlu Yâfes’in torunları olan Türkler, hükümdârlarının müslümân olmalarından sonra, fıtratlarındaki temizlikle, seve seve ve büyük topluluklar hâlinde, en son ve en mütekâmil dîn olan İslâmiyeti topluca kabûl etmişlerdir.
“Müslümân-Türk’ün Târihi”, “Karahanlılar” dönemine ve “Abdülkerîm Satuk Buğra Hân”a kadar uzanır. Türk hükümdârları arasında çok husûsî bir yeri bulunan “ABDÜLKERÎM SATUK BUĞRA HÂN”, meşhûr olan rivâyetlere göre, ilk Müslümân-Türk hükümdârıdır.
Doğum târihi kesin olarak bilinmeyen, 25 yaşında iken hükümdâr olan ve 31 yıl hüküm süren Satuk Buğra Hân [v. 955 (h. 344)], güzel ve âdil idâresi ile binlerce kimsenin müslümân olmasına vesîle olmuştur.
Sekizinci asırda, Türklerin müslümânlarla tanışıp, içlerinden kısmen bu dîni kabûl edenlerin bulunması, 9 – 10. asırlarda da topluca İslâmiyeti kabûl etmeleri, netîce îtibâriyle târihteki birçok hâdiseye yön vermesi bakımından çok önemlidir.
“Karahânlılar” Devleti; 840-1212 târihleri arasında Türkistân ve Mâverâünnehir’de hâkimiyet kuran ilk Müslümân-Türk devletidir.
Karahânlılar Devleti; 840 senesinde Uygur Devleti’nin Kırgızlar tarafından yıkılmasıyla, Orta Asya bozkırlarında Bilge Kül Kadîr Hân tarafından kurulmuş ve Türkistân ve Mâverâünnehir’de hâkimiyet kurmuştur.
Devrin İslâm kaynaklarında “El-Hâkâniye”, “El-Hâniye”, “Âl-i Afrasiyâb”; başka eserlerde de, “Alp-İlig Hânlar”, “Arslan-Buğra Hânlar” ünvânlarıyla anılır.
ABDÜLKERÎM SATUK BUĞRA HÂN VE KARAHÂNLILAR
Bugün, bir nebze, Abdülkerîm Satuk Buğra Hân ve Karahânlılar’dan bahsetmeye çalışacağız.
Abdülkerîm Satuk Buğra Hân’ın babası, “Karahânlı” hükümdâr âilesinden Bezir Hân idi. Babasının ölümü üzerine amcası ve üvey babası Oğulcak Kadîr Hân’ın himâyesinde büyüdü.
Satuk Buğra, henüz on iki yaşlarında iken, Mâverâünnehir ve Horasân bölgesine hâkim olan Müslümân Sâmânlı Devleti şehzâdeleri arasında anlaşmazlık çıktı. Bunlardan Nâsır bin Ahmed, Oğulcak Kadîr Hân’ın ülkesine sığındı. O, buna iyi muâmele edip Artuç nâhiyesinin [veya kasabasının] idâresini verdi. Bu Artuç nâhiyesi [veya kasabası], Nâsır bin Ahmed’in gayretleri ve gelip-giden müslümân tâcirler sâyesinde önemli bir ticâret merkezi oldu. “Satuk Buğra” da, Artuç’un ziyâretçileri arasındaydı. Karahânlılara sığınan Nâsır bin Ahmed [veya Ebû Nâsır] adlı Sâmânî şehzâdesiyle tanışıp ondan [yahut da diğer müslümân dîn adamlarından] İslâmiyeti öğrenerek müslümân olmakla şereflendi ve “Abdülkerîm” adını aldı.
Yirmi beş yaşına gelince, müslümân olduğunu açıklayıp iktidârda olan amcası ile mücâdeleye başladı. Onunla “Fergana Savaşı”nı yaptı. İlk olarak “Atbaşı Kalesi”ni zaptetti. Daha sonra üç bin kişilik bir orduyla, Kaşgar üzerine yürüyüp orayı fethetti. Amcası Oğulcak Kadîr Hân’ı da öldürdü. Ülkede hâkimiyeti sağlayıp birliği temîn etti. Türk ülkelerinde İslâmiyeti hızla yaydı. Ebü’l-Hasan Muhammed gibi İslâm âlimleri, Satuk Buğra Hân’a işlerinde yol gösterip hayra teşvîk ettiler.
Abdülkerîm Satuk Buğra Hân, daha sonra yaptığı savaşlarda; Yağma, Çiğil, Oğuz kabîlelerinin yerleşmiş bulunduğu Türkistân şehirlerini birer birer ele geçirdi.
Bu sırada Karahânlılar Devleti’nin doğu kısmına hâkim olan Büyük Kağan Bazır Arslan Hân, Çinlilerden yardım alarak 924 yılında Abdülkerîm Satuk Buğra Hân’a karşı savaş açtı. Satuk Buğra Hân da, müslümânların yardım ve desteğiyle, onunla “Balasagun Savaşı”nı yaptı ve gâlib geldi.
955 (h. 344) senesinde, Kaşgar civârında bulunan Artuç kasabasında vefât edip oraya defnedildi. Kendisinden sonra, Mûsâ Tunga adında bir oğlu, ondan sonra da Baytaş Süleymân Arslan hükümdârlık yaptı. [Başka oğulları ve kızları olduğu da rivâyet edilmiştir.]
Biyografisini, olabildiğince özetlemeye çalıştığımız Abdülkerîm Satuk Buğra Hân’dan sonra, oğulları devrinde de ülkesine pekçok İslâm âlimi gelip İslâmiyeti doğru olarak anlattılar ve yayılmasına çalıştılar.
KARAHÂNLILAR ZAMÂNINDA KÜLTÜR VE MEDENİYET
“Hâkânî Türkleri” adını taşıyan ve Türk an’anesine göre kurulan “Karahânlı Devleti”, 10. asırda İslâmiyeti kabûlüyle, ilk İslâmî-Türk eserleri meydana getirdiler.
Karahânlı hükümdârlarının ilme hayrânlığı, âlimlere hürmetkârlığı ve onları korumaları netîcesinde Türkistân, Mâverâünnehir şehirleri birer medeniyet ve kültür beşiği hâline geldi. Karahânlılar zamânında, büyük İslâm hukûkçu ve âlimleri yetişti.
Doğu Karahânlılar devrinde Balasagunlu Yûsuf Hâs Hâcib, “Kutadgu Bilig”; Kaşgarlı Mahmûd, “Dîvânü Lugâti’t-Türk”; İmâm Ebü’l-Fütûh Abdülğafûr, “Târih-i Kaşgâr” adı ile, Türk dili, edebiyâtı, kültürü ve târihi için çok mühim eserler yazdılar.
Karahânlılar zamânında, büyük İslâm hukukçu ve âlimleri yetişti. Bunlardan bâzıları şunlardır:
Burhâneddîn Merğînânî, Şemsül-Eimme Serahsî, Şemsül-Eimme Hulvânî, Ebû Zeyd Debbûsî, Fahrül-İslâm Pezdevî, Sadrüş-şehîd, Melikül-Ulemâ Kâsânî [Kâşânî], Ömer Nesefî, Sirâcüddîn Ûşî.
“Şâh-i Türkistan” denilen Ahmed Yesevî hazretleri, İslâm dîninin göçebe Türkler arasında yayılmasına hizmet etmiş olup bugün bile, Rusya, Bulgaristân, Çîn ve Îrân’daki Türklerin Türklüklerini ve İslâmlıklarını muhâfaza etmelerinde tesîri vardır.
Türk hat sanatı Karahânlılar ile başlamıştır. Kûfî, sülüs, celî gibi yazı türleriyle Kur’ân-ı kerîm ve hadîs kitapları i’tinâ ile yazılıp saklanmıştır.
VI- Türkler, târihleri boyunca, 117 Devlet kurmuşlardır; bunların en muhteşemi Devlet-i Aliyye-i Osmâniyye’dir [Târihçi Yılmaz Öztuna – Es. Kül. Bak. Müs. Yrd. Yavuz Bülend Bâkîler]
OSMANLI DEVLETİ
En uzun ömürlü Türk-İslâm devletidir. Bu devlet, Mısır’daki son Abbâsî halîfesinin, 1517(H.923)’de, Osmânlı Sultânı Yavuz Sultân Selîm Hân’a hilâfeti bırakmasından sonra, dünyâdaki bütün Müslümanların başı olmuştur. 1281(H.680)’den beri Kayı Aşîreti Reîsi olan Osmân Gâzî tarafından 1299(H.699)’da Söğüt kasabasında kuruldu.
İlk başşehirleri Yenişehir’di. Daha sonraları da 1326(H.726)’da Bursa, 1364(H.767)’te Edirne, 1453(H.857)’te ise İstanbul başşehir yapıldı. İslâm dîni ile idâre edildi.
Osmânlı Sultânları, 1517(H.923)’de Yavuz Sultân Selîm Hân’ın Mısır’ı fethetmesiyle, halîfeliğin de kendisine verilmesi üzerine bütün Müslümanların da halîfesi oldular. 1908(H.1326)’de halîfelerin salâhiyetleri sınırlandı. Osmanlı Devletinin 1922(H.1340)’de yıkılmasından sonra, 1924(H.1342)’te hilâfete de son verilerek, İslâm halîfeliği yeryüzünden kaldırıldı.
Osmânlı Devletinin hâkimiyeti Avrupa’da Viyana’ya kadar olan yerlerde, Asya’da Kırım, Kafkasya, bütün Ortadoğu ülkeleri, Afrika’da Kuzey Afrika, Hint ve Atlas Okyanusları ile Karadeniz, Marmara, Ege, Akdeniz, Adriyatik, Ummân denizlerinde sürdü. Kıymetli âlimler yetişip, muhteşem ilim ve san’at eserleri inşâ edildi.
VII- OSMÂNLI DEVLETİNİN İSLÂMİYETE HİZMETLERİ
91- OSMÂNLI DEVLETİNİN İSLÂMİYETE HİZMETLERİ [YOUTUBE ÇEKİMİ – 26. 01. 2019 Cumartesi]
Târih boyunca, İslâmın yüksek ahlâkının yaşandığı bütün cemiyetlerde, milletlerde ve devletlerde ictimâî hayâtın nasıl huzûr ve sükûn içerisinde sürmüş olduğunu dost-düşmân herkes biliyor.
Osmânlı İmparatorluğu da, kurucusu olan Osmân Gâzî ve Oğlu Orhân Gâzî‘den başlamak üzere, 7 – 9 – 10. Pâdişâhlar olan Fâtih Sultân Mehmed Hân, Yavuz Sultân Selîm Hân, Kânûnî Sultân Süleymân Hânın ve diğer pâdişâhların âdil idâreleri ile bütün insanlığa örnek olmuştur. Onların zamanlarında her dînden, her inançtan insan, bir arada huzûr içerisinde yaşamıştır.
Osmân Gâzî zamânında askerî teşkîlât, Oğuz töresine göre olup, aşîret kuvvetlerine dayanıyordu. Osmân Gâzî, az sayıdaki aşîret kuvvetleriyle, Bizans ordusunu ve tekfûrlarını üst üste mağlûp edip, zaferler kazanan üstün bir kumandândı.
Osmân Gâzî sâlih bir müslümân olup, İslâm ahlâkının iyi ve güzel vasıflarına sâhipti. Osmân Gâzînin misâfir kaldığı evde bulunan Kur’ân-ı kerîm’e karşı gösterdiği hürmeti, kurduğu Osmânlı devletinin 623 yıl dîn-i İslâm ile idâre edilip, 620 yıllık iktidârıyla yorumlanır.
Osmân Gâzî kurduğu hânedânla; üç kıt’a, yedi iklîm, her çeşit ırk, dil, dîn, mezhep, fikir, kültür ve medeniyetteki insanı, bünyesinde “Osmânlı” adı altında toplayan, Kur’ân-ı kerîm, hadîs-i şerîf ve İslâm âlimlerince övülen ma’nevî hizmetlerin mîrâsçısı ve idârecilik vasfının 13. yüzyılından 20. yüzyıla kadar nesillere intikâlcisidir.
Dünyânın en uzun ömürlü hânedânını ve en büyük devletlerinden birini kuran Osmânlı sultânlarının ilki ve kurucusu olan, 1258 târihinde Söğüt’te doğan, Oğuzların Bozok kolunun Kayı boyundan Ertuğrul Gâzînin oğlu olan Osmân Gâzî, İslâm terbiyesiyle yetiştirildi. Kendisine İslâmî ilimler öğretildi. Yine devrin örf ve âdetince mükemmel bir askerî ta’lîm ve terbiyeyle yetişti.
Ayrıca babası Ertuğrul Gâzînin silâh arkadaşı ve kumandânlarından kılıç kullanmayı, kargı savurmayı, ata binmeyi öğrendi. Onların gazâlarını dinledi ve yaptıklarından ibret alarak, gençliğinden i’tibâren gazâlara katılıp zaferler kazandı, kumandânlık vasıflarını geliştirip kuvvetlendirdi.
OSMÂN GÂZÎ’NİN OĞLU ORHÂN BEYE VÂSİYETNÂMESİ
Vefât edeceği zaman, oğlu Orhân Beye olan vâsiyetnâmesi, İslâmiyete olan sevgi ve saygısını, Türk milletinin râhat ve huzûrunu düşündüğünü ve insan haklarına olan gönülden bağlılığını açıkça bildirmektedir. Osmân Gâzî vasiyetini yaptıktan sonra, 1 Ağustos 1326 târihinde Söğüt’te vefât etti. Kabri Bursa’daki Gümüşlü Kümbet’tedir. Vasiyetnâmenin özü şöyledir:
”Allahü teâlânın emirlerine muhâlif bir iş eylemiyesin! Bilmediğini İslâm ulemâsından [ya’nî İslâm âlimlerinden] sorup anlayasın! İyice bilmeyince bir işe başlamayasın! Sana itâat edenleri hoş tutasın! Askerine in’âmı, ihsânı eksik etmeyesin ki, insan ihsânın kulcağızıdır. Zâlim olma! Âlemi adâletle şenlendir ve Allah için cihâdı terk etmeyerek beni şâd et! Ulemâya riâyet eyle ki, dîn işleri nizâm bulsun! Nerede bir ilim ehli duyarsan, ona rağbet, ikbâl ve hilm göster! Askerine ve malına gurûr getirip, dîn ve ilim ehlinden uzaklaşma! Bizim mesleğimiz Allah yoludur ve maksadımız Allah’ın dînini yaymaktır. Yoksa, kuru kavga ve cihângîrlik da’vâsı değildir. Sana da bunlar yaraşır. Dâimâ herkese ihsânda bulun! Memleket işlerini noksansız gör! Hepinizi, Allahü teâlâya emânet ediyorum.”
Osmânlı sultânları, bu vasiyetnâmeye candan sarılmış, devletin 600 sene hiç değişmeyen anayasası olmuştur.
Osmânlı Devleti, kuruluşundan itibâren dînî mes’elelerini, Hanefî mezhebi hükümlerince halletti. Şehirlere ve kazâ merkezlerine ta’yîn edilen kâdîlar, Hanefî mezhebine göre karâr verirlerdi.
ORHÂN GÂZÎ’NİN OĞLU SULTÂN BİRİNCİ MURÂD HAN’A NASÎHATİ
Osmanlı Devletinin ikinci sultânı olarak tahta geçen Orhân Gâzî, Alâeddîn Paşayı vezîr ta’yîn etti. Devlet Merkezi, Yenişehir’den Bursa’ya nakledildi. Askerî, idârî faâliyetlere ağırlık verilip, iktisâdî müesseseler kuruldu. Aşîret kuvvetlerine ilâveten “Yaya” denilen piyâde sınıfı orduya dâhil edildi.
Orhân Gâzî, 1327’de Bursa’da gümüş akçe darbettirdi. Ta’yînlerde bulunup, Akçakoca’ya Kandıra; Kara Mürsel’e İzmit Körfezinin güneyi ve Abdurrahmân Gâzîye de yeni fethedilen Aydos ve Samandra’nın idâresi verildi. Bu kumandânlar, bulundukları mevkılerde fetihlerle de vazîfeliydiler.
Osmânlı devlet teşkîlâtı, ilk defâ Orhân Gâzî zamânında teşkîl olundu. İlk devlet teşkîlâtında Anadolu Selçûkluları ile İlhânlıların teşkîlâtları örnek alınarak bir hükûmet mekanizması kuruldu. Bunun esâsı Beylik merkezindeki dîvândı. Bu dîvâna devlet reîsi olan Pâdişâh başkanlık ettiği gibi îcâbında pâdişâh adına Vezîr de başkanlık yapabilirdi.
Osmanlı Devletinin ilk vezîri, Orhân Gâzînin ta’yîn ettiği, Hâcı Kemâleddîn oğlu Alâeddîn Paşa idi. Vezîrler “Paşa” ünvânını taşırlardı. Devletin askerî ve idârî bütün işlerinde pâdişâha yardımcı olurlardı. Şehir ve kazâlar, kâdî ve subaşıların idâresindeydi. Kâdî, idârî ve adlî; subaşı da âsâyişle askerî işlere bakardı. Orhân Gâzî devrinde en yüksek kâdîlık makâmı Bursa kâdîlığı olup, tâyinlere de bakardı.
Orhân Gâzî devrinde fethedilen beldeler, ilmî, mi’mârî ve sosyal tesîslerle süslendi. İznik fethedilince, manastırını medreseye çevirterek ilk Osmânlı medresesini kurdu. Yine İznik’te yaptırmış olduğu imâretin açılışında kendi eliyle fakîrlere ve gâzîlere aş dağıttı. Ahâlîsinden müslim ve gayr-i müslim hiç kimsenin aç ve açıkta kalmamasına gayret etti. Bursa’da, câmi, imâret, tabhâne, yol, köprü ve hamâmlar yaptırdı. Hanımı Nilüfer Hâtun da; İznik’te bir imâret, Nilüfer Çayı üzerinde köprü ve çeşme gibi pekçok hayrât inşâ ettirdi.
İlk Osmanlı medresesi olan İznik Medresesinin müderrisliğine zâhirî ve bâtınî ilimlerde derin âlim Dâvûd-i Kayserî tâyin edildi. Dâvûd-i Kayserî, Şeyh-i Ekber Muhyiddîn-i Arabî hazretlerinin “Füsûsu’l-Hikem” adlı eserini “Matla-ı Husûsı’l-Kelim fî Şerh-i Füsûsı’l-Hikem” adıyla şerh edip, talebelerine okuttu. Bu eser, İslâmın güzel ahlâkının Osmânlı topraklarında yayılmasında rol oynadı.
Orhân Gâzî, gâzîlerin yetişmesinde, yeni fethedilen yerlerin İslâm beldesi olmasında, fetih öncesi hâzırlıkların yapılmasında, cihâd esnâsında askerin şevke getirilmesinde büyük emekleri geçen âlimler ve dervîşlere de hürmet edip onların barınmaları ve hizmetlerini kolayca îfâ edebilmeleri için, tekke ve zâviyeler yaptırdı. Bu dervîşlerden Geyikli Baba ve Dervîş Murâd meşhûrdur.
Kendisinden sonra oğlu Sultan Birinci Murâd Han Osmanlı sultânı oldu. Veliahdlığa getirdiği Murâd Beye şu nasîhatlarda bulundu:
“Oğul, saltanatına mağrûr olma. Unutma ki, dünyâ, Hazret-i Süleymân’a kalmamıştır. Unutma ki, dünyâ saltanatı geçicidir, lâkin büyük bir fırsattır. Allah yolunda hizmet ve Peygamber Efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) şefâatine mazhariyet için, bu fırsatı iyi değerlendir. Dünyâya âhiret ölçüsüyle bakarsan, ebedî saâdeti fedâ etmeye değmediğini göreceksin.
Oğul! Rumeli Hıristiyanları râhat durmayacaktır, sen o cânibe yürü. Rumeli fethini tamamla. Kostantiniye’yi ya fethet, yâhut fethe hazırla, civardaki Türk beyleriyle mesele çıkarmamaya çalış. Ahâlî her ne kadar bizi istese de, başlarında bulunan beyler, beyliklerinden geçme taraftârı gözükmez. Daha bir zaman idâre edecekler, lâkin sonunda olmuş meyve gibi avucuna düşecekler. Anadolu’da gâile çıkmazsa, Rumeli işini râhat halledersin. Bu yüzden Anadolu’nun sessizliğini bozmamaya gayret et.
Cennetmekân babam Osmân Gâzî Hân, Söğüt ve Domaniç’ten ibâret bir avuç toprağı beylik yaptı. Biz, Allah’ın izniyle beyliği hanlığa çevirip sultânlığı ikmâl ettik. Sen daha da büyüğünü yapacaksın. Osmanlıya iki kıta üstünde hükmetmek yetmez. Zîrâ i’lâ-yı kelimetullah azmi, dünyâya sığmayacak kadar yüce bir azimdir. Selçûklunun vârisi biz olduğumuz gibi, Roma’nın vârisi de biziz.
Oğul, Kur’ân-ı kerîm’in hükmünden ayrılma. Adâletle hükmet. Gâzîleri gözet. Dîne hizmet edenlere hizmeti şeref say. Fakîrleri doyur. Zâlimleri ise cezâlandırmakta tereddüt gösterme. En kötü adâlet, geç tecellî eden adâlettir. Sonunda hüküm isâbetli dahî olsa, geciken adâlet zulümdür. Oğul, biz yolun sonuna geldik, sen daha başındasın. Cenâb-ı Mevlâ saltanatını mübârek kılsın.”
VIII- Karahânlılar – Gazneliler – Timuroğulları – Bâbürlüler – Selçûklular ve Osmânlıları iyi tanımamız lâzım
IX- 8 HAÇLI SEFERİ
HAÇLI SEFERLERİ
Şimdi de haçlı seferlerine gelelim:
Hemen belirtelim ki, îmânsızlar, târih boyunca, İslâmiyeti hem dışarıdan, hem de içeriden, çok çeşitli metotlarla yıkmaya çalışmışlardır. Kitaplı ve kitapsız kâfirlerin, plânlı olarak hazırladıkları uydurma kitapları, radyo, televizyon neşriyâtı ve sinema filmleri, maalesef insanların îmânları ve fikirleri üzerinde çok büyük tahrîbât yapmıştır.
Dînî, kültürel, sosyal, siyâsî ve iktisâdî sebeplere dayanan Haçlı Seferleri’ni, maalesef Papa II. Urbanus, 1095 yılında toplanan “Clermont Konsili”nde yaptığı konuşmasıyla başlatmıştır.
Asırlarca devâm eden 8 adet savaşta, kadınlar ve çocuklar dâhil, yüzbinlerce müslüman kılıçtan geçirilip, hunharca öldürüldü, şehîd edildi; İslâm Devletleri’nin ma’mûr yerleşim alanları da yakılıp-yıkıldı ve her şey yağmalandı.
Haçlıların kılıcından sâdece Müslümanlar değil, Yahûdîler, özellikle Ortodoks Bizanslılar da çok zarar görmüşlerdir. Hattâ 4. Haçlı seferinde (1204’te) Haçlılar, İstanbul’u işgal ettiler; 1261 yılına kadar [yarım asırdan fazla bir müddet], belki de tarihte ilk defa, İstanbul’da Lâtin İmparatorluğu kuruldu. Bizanslılar İznik’i başşehir yaptılar; ancak 1261 senesinde tekrar İstanbul’u geri alabildiler.
MEKKE’NİN FETHİNDE MÜŞRİKLERE GÖSTERİLEN YÜKSEK MÜSÂMAHA – 1 (19 Mart 2010 – 03 Rebîul-âhır 1431 Cuma), Ahmed Doğrusözlü [Ramazan Ayvallı]
Bilindiği üzere, Peygamberlerin sonuncusu olan Muhammed aleyhisselâma Peygamberliği bildirilip insanları şirkten, putlara tapmaktan vazgeçmeye ve Allahü teâlâya îmân etmeye da’vete başladığı günden i’tibâren Mekke’li müşrikler O’na karşı çıktılar. Müşrikler, sevgili Peygamberimize de, diğer müslümânlara da senelerce çok şiddetli düşmânlık gösterdiler. Bunun üzerine Allahü teâlâ tarafından, “Bi’set-i Nebeviye”nin 13. senesinde müslümânların hicret etmelerine izin verildi. Sayıca az olan ilk müslümânlar, müşriklerin hücûmları karşısında, îmânlarını korumak ve yaymak maksadıyla, Mekke-i mükerreme’de mallarını-mülklerini bırakarak, Medîne-i münevvere’ye hicret etmişlerdir. [Sahâbe-i kirâmdan bir kısmı, bundan önce de Habeşistân’a hicret etmişlerdi.]
Müslümânların Mekke’den Medîne’ye hicret etmesinden sonra da düşmânlıklarını devâm ettiren müşrikler, birkaç defa ordu hazırlayıp Medîne’de bulunan müslümânların üzerine de yürüdüler. Bedir, Uhud, Hendek…gibi kanlı savaşlar yapıldı. Bu savaşlarda müslümânlar karşısında tutunamayıp hep perîşân oldular. [Daha önceki bir makâlemizde de belirttiğimiz gibi, nihâyet, hicretten 8 sene sonra bu defa müslümânlar, Mekke-i mükerreme’ye sefere çıkmış ve orayı Allahü teâlâ’nın yardımıyla fethetmişlerdir.]
MEKKE-İ MÜKERREME’NİN FETHİ
Fetih için Mekke yakınına gelen Peygamberimizin ordusunu, Kureyş’in liderlerinden olan ve o zaman henüz îmân etmemiş bulunan Ebû Süfyân, kolaçan etmek isterken yakalanmış, O’nun huzûruna çıkarılmış, O’nun emriyle bir gece Hazret-i Abbâs’ın çadırında müsâfir edilmiş ve sabâhleyin Resûlullah’ın huzûrunda îmânla şereflenmiş, sonra da müşriklerin yanına dönüp onlara bazı sözler söylemiştir.
Onun sözlerini heyecânla dinleyen Kureyş müşrikleri, büyük bir şaşkınlık içine düşüp, bir kısmı Harem-i şerîfe, bir kısmı Ebû Süfyân’ın evine girmişlerdir. Bir kısmı da kendi evlerine kapanıp dışarı çıkmamışlardır. Az da olsa, silâhını alıp sokaklarda dolaşanlar da görülmüştür.
Peygamberimiz, Mekke’ye girerken kumandânlara, şehre hangi semtlerden gireceklerini gösterip, orduyu dört kola ayırdı ve “Size karşı konulmadıkça ve saldırılmadıkça, hiç kimseyle çarpışmaya girmeyiniz! Hiç kimseyi öldürmeyiniz” buyurdu. Yalnız, sayıları az da olsa, Mekkelilerden bâzı kimselerin bunun dışında olduğunu bildirdi.
İslâm ordusu, kollar hâlinde Mekke’ye girdi. Sâdece Hâlid bin Velîd’in (radıyallahü anh) komuta ettiği birliğe karşı bir grup müşrik karşı koymak istedi. Hâlid bin Velîd, hücûm edenlerin onüçünü öldürdü, diğerlerini de dağıttı.
Peygamberimiz, Kusvâ adlı devesi üzerinde, Fetih sûresini okuyarak Mekke’ye girdi. Sağında Ebû Bekr, solunda Üseyd ibn-i Hudayr, etrâfında Muhâcirîn ve Ensâr’dan bir kısım Eshâb vardı. Ka’be’yi görünce tekbîr getirdiler. Yükselen tekbîr sadâları etrâftaki dağlara ulaşıyor ve akisleri oralardan tâ Ka’be-i şerîfeye geri geliyordu.
Peygamberimiz, yine Kusvâ adlı devesinin üzerinde Harem-i şerîfe girdi. Ka’be’yi deve üstünde yedi def’a tavâf etti. Tavâf sırasında Ka’be’deki putlar, elindeki değnekle dokundukça veya işâret ettikçe devriliyor ve “De ki: Hak geldi, bâtıl zâil oldu, çünkü bâtıl yok olmaya mahkûmdur” meâlindeki İsrâ sûresinin 8. âyetini okuyordu. Yüksek yerlerde bulunan putların da devrilmesi için Hazret-i Ali, “Yâ Resûlallah! Omuzuma basarak deviriniz” deyince, “Yâ Ali, sen nübüvvet sikletine tahammül edemezsin, sen benim omuzuma bas, bu işi yerine getir” buyurdu. Allah’ın Arslanı, emre uyarak mübârek omuzuna basıp yüksekte bulunan putları devirdi ve büyük ni’metlere kavuştu.
Böylece Ka’be-i muazzama putlardan temizlendi ve Hazret-i Bilâl, Ka’be’nin damına çıkarak Mekke’de fetihten sonraki ilk ezânı okudu. Müslümanlar, göç ederek ayrıldıkları Mekke-i mükerreme, Ka’be-i şerîfe ve vatanlarına, böylece yeniden kavuşmuş oldular.
Demek ki netîce olarak söyliyecek olursak müslümânlar, hicretten sekiz yıl sonra güçlü ve kalabalık bir ordu hâlinde geri dönüp Mekke-i mükerreme’yi fethetmişlerdir. Peygamber Efendimiz ve hâzırladığı İslâm ordusu, hicretin 8. yılında, 01 Ocak 630 târihinde, Medîne-i münevvere’den 10.000 kişilik bir ordu ile gelerek, harp etmeden ve kan dökmeden Mekke-i mükerreme’yi teslîm aldı. Düşmânlarına da, “Sizin hiçbirinizi, sorguya çekecek değilim. Gidiniz, hepiniz serbestsiniz!” buyurdu. [Bunun bir benzerini, Fâtih Sultân Mehmed Hân, İstanbul’u fethettiğinde uyguladı; o da Peygamberimizi örnek alarak düşmânlarını affetti.]
Peygamberimiz Mekke-i mükerremeyi fethedince, Ka’be-i muazzama’nın anahtarını isteyip kapısını açtırdı. Hazret-i Ömer ile Osmân bin Talha’ya Ka’be’nin içine girip oradaki putları da devirmelerini ve orayı da putlardan temizlemelerini emretti. Onlar da girip buradaki putları kırıp parçaladılar. Böylece Ka’be’nin dışı gibi içi de putlardan temizlendi. Sonra Peygamberimiz, Hazret-i Ömer, Bilâl-i Habeşî, Üsâmetü’bnü Zeyd ve Osmân bin Talha (radıyallahü anhüm) ile birlikte Ka’be-i şerîfe’nin içine girdi. İki rek’at namaz kıldı ve Beyt-i şerîfin içini dolaşıp her tarafında tekbîr getirdi ve bir müddet Ka’be’nin içinde kaldı.
MEKKE’NİN FETHİNDE MÜŞRİKLERE GÖSTERİLEN YÜKSEK MÜSÂMAHA-2 (20 Mart 2010 – 04 Rebîul-âhır 1431 Cumartesi)
Dünkü makâlemizde bahsettiğimiz gibi, Mekke’nin fethi esnâsında Kureyş müşrikleri de, Mescid-i Harâm’da toplanıp, Ka’be’nin etrâfını sararak haklarında verilecek karârı heyecânla beklemeye başlamışlardı.
Peygamberimiz, Ka’be’nin kapısının eşiğinde durup sabırsızlıkla bekleyenlere karşı şöyle buyurdu: “Allah’dan başka ilâh yoktur. Yalnız Allah vardır. O’nun eşi ve ortağı yoktur. O va’dini yerine getirdi. Kuluna yardım etti. Bütün düşmânlarımızı dağıttı. İyi biliniz ki câhiliyye devrine âit olan eski görenekler, kan ve mâl da’vâları artık şu iki ayağımın altındadır, ortadan kaldırılmıştır. Yalnız Ka’be hizmetiyle hacılara su dağıtma işi bırakıldı.
Ey Kureyş cemâati! Allah, sizden eskiden kalma gurûru, babalarla, soylarla övünmeyi giderdi. Bütün insanlar Âdem’den, Âdem de topraktan yaratılmıştır.”
Peygamberimiz devam ederek, “Ey insanlar! Biz sizi bir erkekle bir kadından yarattık ve sizi milletlere, kabîlelere ayırdık ki, birbirinizi tanıyasınız (öğünesiniz diye değil). Allah katında en iyiniz, takvâsı en çok olanınızdır. Şüphesiz ki, Allah her şeyi bilir, her şeyden haberdârdır” meâlindeki Hucurât sûresinin 13. âyet-i kerîmesini okudu.
Sonra da; “Ey Kureyş topluluğu! Şimdi size nasıl muâmele edeceğimi zannedersiniz?” diye sordu. Kureyşliler: “Biz senden hayır umarız. Çünkü Sen kerem, iyilik sâhibi bir kardeşsin! Kerem, iyilik sâhibi bir kardeşin de oğlusun! Ancak bize hayır, iyilik yapacağına inanırız” dediler.
Peygamberimiz: “Yûsuf’un kardeşlerine dediği gibi ben de size, ‘Bugün artık size geçmişten sorumluluk yoktur’ derim. Haydi gidiniz, serbestsiniz” buyurdu. O gün öğle namazı vaktinde Bilâl-i Habeşî Sevgili Peygamberimizin emriyle ezân okudu.
Mekke’nin fethinin ikinci günü Peygamberimiz bir hutbe daha okudu. Bu hutbelerinde, müslümânların kardeş olduklarını, karşılıklı haklarını ve daha birçok husûsu bildirdi. Peygamberimiz umumî af i’lân ettikten sonra, Kureyşliler müslümân oldular. Seneler önce kendilerini îmâna dâvet ettiğinde inanmayanlar, o gün Safâ Tepesinde Peygamberimize bîat ettiler. Erkekler, Allahü teâlâdan başka ilâh olmadığına, Muhammed aleyhisselâmın Allahü teâlânın kulu ve Resûlü olduğuna şehâdet ederek İslâmiyet ve cihâd üzerine; kadınlar da, îmândan sonra Allahü teâlâya şirk koşmamak, hırsızlık ve zinâ yapmamak, çocuklarını öldürmemek ve âsî olmamak üzere biat ettiler.
Mekkeli müşrikler içinden bâzı azılı kimseler umûmî aftan hâriç tutulmuştu. Bunlardan Mekke’nin fethi sırasında kaçanlardan bâzıları yakalandıkları yerlerde öldürüldü. Fakat pek çoğu yine affedildi. Bunlar arasında affa uğrayıp müslümân olanlardan Ebû Cehil’in oğlu İkrime, Abdullah bin Sa’d, Vahşî ve Ebû Süfyân’ın hanımı Hind, Safvân, Ka’b ibn-i Züheyr ve Habbân (radıyallahü anhüm) gibi kimseler vardı.
Peygamberimiz fetihten sonra onbeş gün Mekke’de kaldı. Bu sırada Mekke çevresindeki yerlerde bulunan putlar da kırıldı. Böylece Mekke ve çevresi tamâmen putlardan temizlendi. Orada bulunanlar, müslüman olmakla şereflenerek dünyâ ve âhiret saâdetine kavuştular.
Mekke’nin fethi sâdece İslâm târihinde değil, bütün cihân târihinde eşi ve benzeri bulunmayan bir hâdisedir. Bu fetih, îmânları-İslâmlıkları sebebiyle yurtlarından ayrılan Sevgili Peygamberimiz ve Eshâb-ı kirâma, Allahü teâlânın en büyük lütuflarından biridir. Bu fetihle Arabistan Yarımadasında şirkin (Allah’a ortak koşmanın) cemiyet ve güç hâlindeki varlığı sona ermiş, Ka’be ve civârı putlardan temizlenmiş, tevhîd inancının kesin hâkimiyeti i’lân edilmiştir. Mekke’nin fethi ile Arabistan Yarımadasında ilk İslâm Devleti de kuruluşunu tamamlamış, bundan sonra İslâmiyet üç kıtaya hızla yayılmaya başlamıştır. Mekke’nin fethi, İslâmiyette öylesine derin ma’nâ ve hikmetlerle doludur ki, daha sonraki asırlarda yaşamış olan İslâm ulemâ, evliyâ ve kumandanları da çeşitli vesîlelerle bu fethi kendilerine örnek alıp, hâl ve işlerinde de ölçü kabûl etmişlerdir.
Ama 15 Temmuz 1099 târihinde, Haçlılar Kudüs’ü işgâl edince müslümân ve mûsevîlere çok büyük katliâmlar yaptılar; sâdece müslümânlardan 70.000 kişiyi kılıçtan geçirdiler. Gaudefroi de Buyyon’un, Papa II. Urban’a yazdığı bir mektupta ve Rene G. Rousset adındaki târihçi tarafından bu vahşet uzun uzun anlatılmıştır. Biz burada sâdece Şövalye Gesta’nın bir ifâdesini nakledelim: “Böyle bir katliâmı, o güne kadar hiç kimse ne duymuş, ne de görmüştü. Ölüler piramitler şeklinde yığılıp yakıldı. Bunların sayılarının ne olduğunu ancak Allah bilir. Müslümân ve musevî hiç kimse bu katliâmdan sağ kurtulamadı…”
Maalesef târihte böyle birçok vahşete şâhid olunmuştur: Hülâgü’nün Bağdâd’da 80.000 kişiyi öldürmesi, Sovyet Sosyalist Cumhûriyetler Birliği’nde [1917’den 1947’ye kadar] 63 milyon 301.000 kişiyi öldürmeleri, Amerikaya giden Avrupalıların yerli halktan (Kızılderililerden) on milyonlarca insanı öldürüp çiftliklerine sâhip olmaları sâdece çok az bir kısımdır.
X- 1595’de 22 milyon 344 bin 700 km2 sâhada hâkimiyet [Şimdi, o hudûd içerisinde 64 Devlet var]
XI- Osmanlıyı yok etmek için yapılan 100 proje [D. İ. Bşk. Yrd. ve Isparta Milletvekîli Yakup Üstün]
XII- BİRİNCİ CİHÂN HARBİ VE SONRASINDA, OSMÂNLI DEVLETİNİ VE HİLÂFET-İ İSLÂMİYYEYİ YOK ETMİŞLERDİR
BİRİNCİ VE İKİNCİ DÜNYÂ SAVAŞLARI
Şimdi de kısaca I. ve II. Cihân Harplerine temâs edelim:
- Dünya Savaşı’nda, savaşa katılan “İttifâk Devletleri”(Almanya, Avusturya-Macaristan, Bulgaristan, Türkiye)’nin toplam nüfûsu 168.300.000, silâh altına alınan asker sayısı 22.900.000’dir. Orduların kayıpları 15.620.000, sivil kayıplar ise 3.640.000 kişidir.
“İ’tilâf Devletleri” denilen İngiltere, Rusya, A. B. D., Fransa, Japonya, İtalya, Belçika, Portekiz, Romanya, Sırbistan, Yunanistan, Karadağ’ın toplam nüfûsu 1.002.435.000, silâh altına alınan asker sayısı 42.700.000’dir. Bunların ordu kayıpları da 22.861.000, sivil kayıpları ise 5.863.300 kişidir.
Görüldüğü gibi, her iki taraftan 50 milyona yakın insan ölmüştür; her taraf yakılıp yıkılmıştır.
57 Devlet’in birbiriyle 6 yıl (1939-1945 yılları arasında) çarpıştığı II. Dünya Savaşı’na gelince, hemen hemen dünyanın her tarafını içine alan milletlerarası bir savaştır.
İngiltere, Fransa ve ortaklarına “Müttefikler”, Almanya ve ortaklarına da “Mihver Devletler” denilmiştir. Müttefik devletlerde en çok kayıp Amerika, Britanya Milletler Topluluğu, Sovyetler Birliği, Çin ve Fransa’da oldu. Mihver devletlerinde ise Almanya, Japonya ve İtalya büyük kayba uğradılar.
Ölü ve kayıplar:
Müttefiklerden 10.650.000 (en çok Sovyetler 7.500.000), Mihver devletlerinden ise 4.650.000 (en çok Almanlar 2.850.000) olmak üzere toplam 15.300.000 can kaybı olmuştur.
Yaralı sayısı, müttefiklerden 20 milyon, Mihver devletlerinden ise 8 milyondur.
Hitler’in toplama kamplarında da 6 milyon insan kaybolmuştur.
Bu harp, birçok milletin bağımsızlığını kaybetmesine sebep olmuştur.
Bu büyük harpte, dünyânın toplum, medeniyet ve insanlık açılarından uğradığı kayıpların tam bir hesâbı yapılamaz. Cenâb-ı Hak, bir daha böyle harpler göstermesin.
XIII- İSLÂM ÂLEMİNDE MEYDÂNA GELEN EN ÖNEMLİ TEHLİKELER
– Peygamber Efendimiz vefât buyurunca, bazı kabîlelerin İrtidâd etmeleri ve onları Ebû Bekr-i Sıddîk’ın yola getirmesi meselesi,
– Abbâsîler zamanında mu’tezile mezhebinin tervîc edildiği,
– İmâm-ı Rabbânî zamanında, Ekber Şâh’ın dîn-i tabîîyi uydurması
– Seyyid Abdülhakîm Efendi, ilim ve ma’rifet güneşi, büyük bir âlim ve velî, hem de dört mezhebin inceliklerine ve evliyâlığın yüksekliklerine vâkıf, Allahü teâlânın, Türk milletine en büyük ihsânlarından biri olan bir zâttır.
O, yaşadığı zamanda [1865-1943 (h. 1281-1362) yılları arasında], asîl milletimize, bilhassa gençliğe, Allahü teâlânın varlığını, Sevgili Peygamberimizin üstünlüğünü, îmânın ve İslâmın hakîkatini, doğru inancı [Ehl-i Sünnet i’tikâdını] anlatarak, ma’sûm insanları ebedî felâkete sürüklenmekten kurtaran ve fikir hastalarına şifâ sunan bir rûh mütehassısı olmuştur.
Çeşitli kimselerin İslâmiyyete her taraftan saldırdıkları, müslümân yavrularını dinsiz, îmânsız yapmaya çalıştıkları bir zamânda, dersleri, va’zları ve yazıları ile İslâm dîninin doğru i’tikâdını ve yüksek ahlâkını yok olmaktan korumuş, gençliğe dînimiz, târihimiz, millî ve ma’nevî değerlerimiz hakkında aşılanmak istenen zehirli fikirleri ve yalanları pek mâhir bir yol ile temizlemiştir. Bu uğurda, büyük eziyyet ve cefâlara da katlanmıştır.
Merhûm Hocamız gibi, çok kıymetli bir dîn ve fen âlimi olan bir zâtı yetiştirip onun vâsıtasıyla, dünyânın her tarafına, 25 dilde 250 kitapla, doğru i’tikâdı ulaştırmııştır.
XIV- CHP ESKİ M. E. BAKANI TAHSÎN BANGUOĞLU’NUN, MTTB’nin, 01 Mayıs 1968’de, A. Ü. İlâhiyat Fakültesinin Konferans Salonunda tertip ettiği bir Konferansta, A. Ü. İlâhiyat Fakültesinin Açılış sebebi ile İlgili olarak söylediği sözler: …………………………………………………..
XV- İlâhiyat Fakültelerinde okutulan dersler [Bu Fakültelerin hedefi nedir?]
XVI- Hocamızın bir sözü: Bugünkü hocalar naklî konuşmuyorlar, aklî de konuşmuyorlar (aslında akl-ı selîm de kıymetlidir); ama indî (keyfî, hevâ-yı nefisten) konuşuyorlar.
XVII- Merhûm Hocamız: “Diyânetin bu bozuk hocaları olmasa, biz dîni, doğru bir şekilde anlatırız kardeşim” buyurmuşlar. [Tabîî ki, buna İlâhiyat’ın ve İmâm-Hatîbin bozuk hocaları da dâhildir.]
KANADA’DAN VİSİON TV İÇİN BENİMLE BİR RÖPORTAJ [16 Mart 2008 Pazar – İhlâs Marmara Evleri 1. Kısım Câmi Kütüphanesi – Röportajı yapan: Ömer Üneş]
1- Son zamanlarda ortalığı karıştıran, Batılı bir kısım Basında ve bizim Medyamızda çıkan haberlerin aslı nedir?
CEVAP: 27 Şubat 2008 günü, Batı basınına göz atanlar, Türkiye ile ilgili çarpıcı bazı başlıklarla karşılaştılar:
“Türkiye İslâmî metinleri radikal bir şekilde yeniliyor” (BBC News)…
“Türkiye’nin Peygamber’e yeni bir gözle bakışı sonuçlanmak üzere” (Financial Times)…
“Türkiye 21. yüzyıl İslâmı için çalışıyor” (Guardian)…
“Ahlâk, adâlet ve kadın hakları: 21. yüzyıl İslâmı’nın portresi” (The Times)…
Peki işin aslı nedir?
Diyânet İşleri Başkanlığı’nın, bundan 2-3 sene önce [2005’lerde] başlatmış olduğu “KONULU HADÎS PROJESİ” başlıklı bir çalışması hakkında, Başkanlık’tan bir yetkilinin basına yaptığı bir açıklama, başta İngiliz Yayın Kurumu BBC olmak üzere, bazı Batı medyası tarafından “İslâm’da reform yapılıyor” şeklinde verildi.
Batılı birkaç gazete, bilhâssa İngiliz Gazeteleri, meselâ Financial Times, Times, Guardian, Telegraph ve BBC, aynı gün, tek merkezden düğmelerine basılmış gibi, birdenbire İslâm İlâhiyatı ile ilgilendiler.
Ama yaptıkları yorumların masabaşı yorumları, şahsî fikirler ve indî görüşler olduğu anlaşılıyor.
Çünkü neşrettikleri haber ve yorumlarında, “İslâm inancının Batı değerleriyle bağdaştırılması da hedefler arasında” ve hattâ “AKP Hükûmeti ve Başbakan Recep Tayyip Erdoğan bu çabaların başını çekiyor” gibi ifâdeler bile var.
Londra’daki Chatham House’dan gelen Türkiye uzmanı Fadi Hakura‘ya göre, Türkiye İslam’ı yeniden şekillendiriyor. Onu sâdece kurallarına uyulması zorunlu bir dîn olmaktan çıkartarak, modern ve laik bir demokraside bireylerin ihtiyâçlarına cevâp verecek bir dîne dönüştürüyor.
Bunu yapmak için de devlet yeni bir İslâm biçimlendiriyor.
”Bu, Hıristiyanlığın Reform hareketine karşılık geliyor” diyor. ”Birebir ayni şey olmasa bile, düşündüğünüzde dînin teolojik formasyonunu değiştirdiklerini görüyorsunuz.”
Batı basınında çıkan bu haberler, DİB’nın tepkisiyle karşılaştı. Başkan Yardımcısı Prof. Dr. Mehmet Görmez, yanlış anlamalara karşı şu açıklamayı yaptı:
“Çalışmamız üç ana eksende odaklanıyor:
Birincisi tarih içerisinde Peygamberimiz’e atfedilen, ancak doğruluğu olmayan hadîslerin ayıklanması.
İkincisi yanlış olarak yorumlanan sözlerin doğru yorumlanması.
Üçüncüsü ise doğru yorumlandığı hâlde, günümüz şartlarında daha iyi anlaşılması için çaba sarf edilmesi.” (Zaman, 28 Şubat)
2- Bu haberlerle ilgili olarak, yetkililerden, bilhâssa Diyânet İşleri Başkanlığı’ndan herhangi bir açıklama geldi mi?
CEVAP: Evet, bu konuyla ilgili olarak, haberlerden hemen bir gün sonra, yanî 28 Şubat 2008 günü Diyânet İşleri Başkanlığı’nca bir “BASIN AÇIKLAMASI” yapıldı:
DİB’nın basın açıklamasında şöyle denmiştir:
“Hadis alanında uzmanlaşan akademisyenler tarafından Hz. Peygamber’in mesajının günümüz insanına, anlayabileceği bir dil ile sunulmasının hedeflendiği çalışmada, târihsel süreç içerisinde, rivâyetler üzerine yapılan yorumlar dikkate alınmakta, yanlış anlamalar söz konusu ise tashîh yoluna gidilmekte, ancak güncel değer taşımayan mesele ve yorumlara yer verilmemektedir…
Dolayısıyla yerli ve yabancı medya organlarında projeyle ilgili olarak ileri sürülen hadîslerin ayıklanması, hadîslerin ılımlı İslâm çerçevesinde yorumlanması, siyâsetle ilişkilendirilmesi, bir yabancının danışman olarak takdîmi, hadîs alanında reform yapılması, hadislerin 21. yüzyıla uyumlu hâle getirilmesi, İslâm’ın teolojik temelinde değişikliğe gidilmesi gibi asılsız ve mesnetsiz iddiâların öne çıkarılması teessürle karşılanmıştır.
Bu tür haberlerde ifâdesini bulan düşünceler, söz konusu projenin maksat ve muhtevâsına tamâmen zıt olduğu gibi, ülkemiz ve dünyâ müslümânları nazarında da olumsuz kanâatlere yol açacaktır…
Tamâmen özgün, akademik ve bilimsel nitelikte olan, iç ve dış siyâsetten bağımsız olarak yürütülen ‘Hadîs Projesi’nin Hz. Peygamber’in evrensel mesajını, 21. yüzyıla taşımada önemli bir adım olacağına inanmaktayız.”
Görüldüğü gibi açıklamada, bu konuda yerli ve yabancı basında çıkan ‘Hadislerin ayıklanması’, ‘Hadislerin ılımlı İslâm çerçevesinde yorumlanması’, ‘Siyâsetle ilişkilendirilmesi’, ‘Bir yabancının danışman olarak takdîmi’, ‘Hadîs alanında reform yapılması’, ‘Hadîslerin 21’nci yüzyıla uyumlu hâle getirilmesi’ gibi haberlerin, asılsız ve mesnetsiz iddiâlar olduğu ve bunların Başkanlık tarafından teessürle karşılandığı belirtilmektedir.
Yapılan çalışmada, târihsel süreç içerisindeki rivâyetler üzerine yapılan yorumların dikkate alındığı ifâde edilen Diyânet açıklamasında, yanlış anlamaların bulunması durumunda tashîh yoluna gidileceği kaydedilmiştir.
Yine çalışmada, İslâm geleneğinin kendine özgü anlama ve yorumlama metodolojisinin esâs alındığı, rivâyetlerin güncel düşünce ve bilimsel verilerle ilgilerinin kurulduğu belirtilen açıklamada, bugünün algısıyla geçmişi tasavvur etmekten ya da aşırı yorumlardan sakınıldığı ifâde edilmiştir.
Kezâ açıklamada, “Belirtilen amaç ve yöntemle sürdürülen bu çalışmanın, ‘reform’, ‘revizyon’ veya ‘devrim’ gibi nitelendirmelerle tanımlanması yanlıştır. Öyle anlaşılıyor ki, bu yanlışlık, Müslümânlığı ve İslâm dünyâsındaki bilimsel dinamizmi, Hıristiyânlığın târihi ve kültür hâfızasıyla tanımlamadan kaynaklanmaktadır” denilmiştir.
3- Bu konuda Diyanet İşleri Başkanı ve Başkan Yardımcısı ne demektedir?
CEVAP: Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Ali Bardakoğlu, “İslâmda reform” şeklinde çıkan haberlerle ilgili olarak yaptığı açıklamasında, “Yurt dışında bazı gazeteler, konuyu iyice araştırmadan, yürüttüğümüz bir çalışmayı anlayamadan ‘İslâmda reform’ diye yazdılar. Bazı hadislerin yeniden yazılması veya ayıklanması olarak algıladılar. Bu son derece yanlıştır. İslâmda reform diye bir şey söz konusu olamaz. Yapılan iş, hadîsleri daha iyi anlama çalışmasıdır” demiştir.
“Bu aslâ ve aslâ bir reform hareketi değildir. İslâmda reform diye bir şey söz konusu olamaz” diyen Bardakoğlu, hiçbir dindârın, İslâm dîninde reform yapma gibi bir çağrısı da olamayacağını kaydetmiştir.
Diyânet İşleri Başkan Yardımcısı Prof. Dr. Mehmet Görmez de, bu çalışmanın bilimsel ve akademik bir çalışma olduğunu vurgulayarak, reform ve devrim olarak nitelendirilmesinin mümkün olmadığını söylemiştir. Görmez, “Bu çalışmanın siyâsetle ilişkilendirilmesi de kabûl edilemez“ demiştir.
4- Siz bu konuda neler söyliyeceksiniz?
CEVAP: Biz meseleye birkaç noktadan bakmak istiyoruz:
- a) Dîn nedir? Önce bunun bir tarîfini yapalım:
Peygamberler vâsıtası ile gönderilen “Dîn”, “insanları ebedî saâdete götürmek için Allahü teâlâ tarafından gösterilen yol” demektir.
İnsanların dünyâdaki ve âhiretteki işlerinin düzgün ve faydalı olması ve onların yanlış, zararlı işlerden korunup, selâmet, hidâyet, râhat ve saâdete kavuşmaları için, Peygamberlerle, “DÎN” gönderilmiştir.
Dîn ismi altında insanların uydurdukları eğri yollara dîn denmez, dînsizlik denir.
Allahü teâlâ tarafından insanlar arasından seçilmiş ve görevlendirilmiş, her bakımdan güvenilen, kusursuz, günâhsız kimseler olan Peygamberler, insanlara, dînin hükümlerini tebliğ eden, duyuran, öğreten elçiler, habercilerdir.
Kâinâtı en mükemmel bir nizâm ve intizâm üzere yaratan Allah, yaratıkları içinde, insanı en güzel bir kıvâmda kılmıştır (Tîn, 4). Diğer yaratıkları da onun istifâdesine vermiştir. Böylece insanı, âlem için hâkim duruma getirerek, onu muhâtab ve mükellef kılmıştır.
Peygamberleri vasıtasıyla onlara saâdet yollarını göstermiş, iyi ve güzeli, kötü ve çirkini öğretmiştir.
Her şeyi mükemmel olarak yaratan yüce Allah, insanlara da kendileri için en doğru olan yaşayış ve hareket yollarını bildirmiştir. Dolayısıyla Allah’ın bize öğrettiği dîn, ilim, edep ve ahlâk, değişmeyen en güzel ve doğru ahlâktır.
Aklın anlayamadığı veya yanlış anladığı çok şey vardır ki, bunları ancak “Peygamber”ler bildirir. Peygamber, ilâçların tesîrlerini iyi bilen uzman bir tabîp gibidir. “Peygambere lüzûm yoktur” demek, “tabîbe lüzûm yok” demekten daha yanlıştır. Peygamberin bildirdiği teklîfler, Allahü teâlâdan gelen vahiyler olduğu için, hepsi doğrudur ve tamâmı faydalıdır.
Eski Peygamberlerin kitâpları ve sözleri zamanla değiştirilmiş, eski dînler unutulmuştur. Yüce Allah, insanlara acıdığı için, kullarına son bir Peygamber ve yeni bir dîn (İslâmiyet) göndermiştir. Bu dîni (İslâmı) kıyâmete kadar koruyacağını, bozulmamış olarak her yere yayacağını müjdelemiştir.
Peygamberlerin sonuncusu, Muhammed aleyhisselâmdır. O’nun dîni, bütün dînleri nesh etmiş, yürürlükten kaldırmıştır. O’nun kitâbı, geçmiş kitâpların en iyisidir. O’nun getirdiği dîn, kıyâmete kadar bâkî kalacaktır. Kimse tarafından değiştirilemeyecektir.
Nasıl ki Anayasaları ancak meclisler yapıp değiştirebiliyorsa, İslâmı da Allah’tan başka hiçbir resmî ve sivil kurumun değiştirme yetkisi yoktur. Nitekim herhangi bir hâkim ve savcı da, aklından estiği şekilde kanunları değiştiremez. Bunlar azıcık hukûk tahsîli olan kimselerin bileceği husûslardır.
- b) İslâmiyette dînî hükümlerin delîlleri vardır. Bunların başında “Edille-i şer’iyye” denilen 4 delîl gelir ki, bunların ikincisi de “Sünnet-i seniyye”dir yanî Resûlullah’ın sözleri, işleri ve takrîr denilen söylenmiş bulunan ve yapılmış olan söz ve işleri tasvip etmeleridir.
- c) Batılılar, maalesef bizim Peygamberimizin sözleri hakkında sû-i zanda bulunmaktadırlar ve çoğunun uydurulmuş olduğunu iddiâ etmektedirler. Nitekim konumuzla ilgili haberleri yorumlayan, Projenin danışmanlarından birisi olarak takdîm edilen Feliks Koerner de bazı müsteşrikler gibi, toplumun o günkü koşullarına hizmet etmesi için, “bazı hadîslerin, Hz Muhammed’in ölümünden yüzlerce yıl sonra türetildiğini, bunun kanıtlanabileceğini” iddiâ ediyor.
Bu iddiâ, bütün Hadîsçilere, tüm İslâm âlimlerine hakârettir. Peygamberimiz, çok kuvvetli, mütevâtir bir hadîs-i şerîfinde, “Kim, benim söylemediğim bir sözü, bana isnâd ederse, Cehennem’deki yerine hazırlansın” buyuruyor. Müslümân âlimler bu tehdîdi bile nazar-ı dikkate almıyacak kadar lâübâlî insanlar mıdır?
Asırlar boyunca yapılan hadîslerle ilgili çalışmalar, çok büyük takdîre değer çalışmalardır.
Hayâtı, Sevgili Peygamberimiz kadar incelenen ve en ince teferruâtına kadar ortaya konulan başka bir şahıs göstermek mümkün değildir.
Hadîsler üzerinde de muhaddisler, kılı kırk yararcasına tetkiklerde bulunmuşlar ve büyük cehd ve gayretlerle, Peygamber Efendimizin mübârek sözlerini, doğru ve eksiksiz bir şekilde gün ışığına çıkarmışlardır.
Hele “İsnâd” sistemi denilen, haberi kaynağına kadar götürme, râvîleri sayma işi, İslâma hâs bir meziyettir, başka bir dînde ve sistemde mevcut değildir.
XIII- 1928’DE HÂZIRLANAN “DÎNİ ISLÂH PROJESİ”
“Dîni Islâh Beyânnâmesi”ni, 20 Haziran 1928 tarihli Vakit gazetesi okuyucularına duyurmuştu. Habere göre projeyi, İlâhiyat Fakültesi’nde kurulan bir komisyon hazırlamıştı. Projenin altında Fuat Köprülü, İsmail Hakkı İzmirli, Halil Halit, İsmail Hakkı Baltacıoğlu, Yusuf Ziya Yörükan, Mehmet Ali Ayni, Mehmet Şerafettin Yaltkaya gibi profesörlerin imzâları vardı. Ferit Kam ve Babanzâde Ahmet Naîm ise imzâ atmamıştı.
[Bunu, İsmail Hakkı Baltacıoğlu’nun tek başına hâzırladığı, diğerlerine emr-i vâkı yapıldığı da açıklanmıştır.
Ayrıca Cumhurbaşkanının emriyle yapılan bir iş olduğu da söylenmiştir.
Bundan başka, Cumhurbaşkanının, “benden habersiz, nasıl böyle bir çalışma yaparsınız?” diye, hazırlayanları fırçaladığı da rivâyet ediliyor.
Ama şimdi biz, bunun hakîkatini tam olarak bilmiyoruz. Ciddî olarak, konu incelenip hakîkat ortaya çıkarılmalıdır.]
Vakit gazetesinin coşkuyla verdiği, İslâm’da reform olarak nitelediği “Dîni Islâh Projesi” dört ana başlıktan oluşuyordu.
Prof. Dr. İsmail Kara’nın “Türkiye’de İslâmcılık Düşüncesi-II” adlı eserinde yer verilen “Beyânnâme”nin girişinde “Dînî ıslâhâtımızın esâslarını tetkîk ve tesbît etmek üzere ictimâ eden komisyonumuz, bu bâbtaki ilmî kanâatini ber-vech-i zîr arzeder” diye başlıyordu.
Projenin 4. mâddesi ibâdetin şekli ile ilgiliydi:
“Mabetlerimiz temiz, muntazam, kâbil-i iskân hâle getirilmelidir. Mabetlerde sıralar, elbiselikler tesîs edilmeli ve temiz ayakkabılarla mabetlere girilmesi terviç edilmelidir. Bu, dînî ıslâhâtın ibâdete olan sıhhî şartıdır.” [Bazı Câmilere sıralar konuldu, meselâ Ankara’daki Hacı Bayram Câmii’ndeki sıraları, bizzât gözleriyle gören, PTT Başmüfettişlerinden merhûm Hasan amcamız bana anlatmıştı.]
Beyânnâmeye göre, ibâdetin dili Türkçe olmalıydı, âyetlerin, duâların, hutbelerin Türkçe şekilleri kabûl ve istimâl edilmeliydi. Nitekim Ezân ve kâmet 17 sene Türkçe okutuldu; hutbe Türkçe okutuldu, bazı Câmilerde Türkçe namaz kılındı, sonra o kısmı kaldırıldı.
[Ocak 1932 tarihinde Yerebatan Camii’nde ilk Türkçe namaz kılındı. Yine Ocak ayında Fatih Camii’nde ilk Türkçe ezân okutuldu. Kadir Gecesi’nde ise frak giydirilen Hâfız Saadettin Kaynak, Ayasofya Camii’nde ilk Türkçe hutbeyi okudu. Türkçe ibâdete, halk hiç sıcak bakmadı ve bundan çok râhatsız oldular.]
Ayrıca mabetlere mûsikî âletlerinin kabûl edilmesi gerektiği belirtilerek, “Mabetlerde ilâhî mâhiyetinde asrî ve estrümantal mûsikîye kat’î ihtiyaç vardır“ deniliyordu.
Câmilerde verilecek hutbeler için, yeni dîn adamları yetiştirilinceye kadar, dışardan dîn filozoflarından istifâde edilecekti. İsmâîl Hakkı Baltacıoğlu’nun kaleme aldığı bilinen taslak proje, Vakit gazetesine teferruâtıyla yansıtıldı.
Dînde reform çabaları, yakın târihte, sürekli olarak gündemde tutulmuştur. İşte bunun ilk örneği 1928 yılında gerçekleşmiştir. İsmail Hakkı Baltacıoğlu, “resmî ideoloji”nin müntesiplerine yaranmak için alelacele bir “Beyânnâme” hazırlayarak, 22 Haziran 1928 yılında, dönemin önde gelen gazetelerinden Vakit gazetesinde neşretmiştir.
İsmail Hakkı Baltacıoğlu’nun hazırlayıp Vakit gazetesi tarafından “İlâhiyat Fakültesi Tarafından Hâzırlanan Lâyiha“ şeklinde kamuoyuna duyurulan, “1928 Dîni Islâh Beyânnâmesi”nde “dîni ıslâh adına” tasavvur edilen tedbirler şöyledir:
“İbâdet şeklinde: Câmilerimiz temiz, düzgün, gezilmeye ve görülmeye açık ve oturulacak bir biçime getirilmelidir. Câmilerde sıralar, elbiselikler yapılmalı ve temiz ayakkabılarla câmilere girilmesi desteklenmelidir. Bu, dînî ıslâhâtın ibâdete âid olan sıhhî şartıdır.
“İbâdet dilinde: İbâdetlerin lisânı Türkçe olmalıdır. Âyetlerin, duâların, hutbelerin Türkçe biçimleri kabûl edilmeli ve kullanılmalıdır?
“İbâdet sıfatında: İbâdetlerin son derece güzel, coşturucu bir biçimde yapılması sağlanmalıdır. Bunun için usûlüne uygun olarak söylemeye yetenekli müezzinler, imâmlar yetiştirmek gereklidir.
“Ayrıca, câmilere müzik âletlerinin girmesi de gereklidir. Câmilerde ilâhî mâhiyetinde çağdaş ve estrümantel mûsıkîya kat’î ihtiyaç vardır.”
Beyânnâme, “ibâdetin fikriyâtı“nda yapılması düşünülen, tasavvur edilen değişikliklerle sürüp gitmektedir.
Beyânnâmede asıl dikkati çeken husûs ise, beyânnâmenin kamuoyuna sunuluş biçimidir. Şöyle ki:
“Bu beyânnâmenin uygulamaya konulmasıyla, yeni Türkiye, dîn alanında yalnız bir vicdân uyanışının değil, bütün esîr ve geri olan İslâm kavimlerinin hürriyet ve gelişiminin de yol göstericisi olacaktır.”
Şimdi burada, biraz insâfla düşünelim: İbâdetleri, namazı, ezânı, kâmeti, hutbeyi biz Türkçe yapınca, hangi İslâm ülkesi bizi örnek alır? Böyle bir şey olabilir mi?
Bu satırları okurken, bir yandan, son dönemde sıkça sözü edilen “Ilımlı İslâm” projesini hâtırlamamak elde değil. Aynı zamanda Tanzîmât Fermânını da?
Yine 15 Temmuz Darbe teşebbüsünde bulunan kişilerin, daha önce ve darbeden sonra dînde yapmak istedikleri reformlar da ciddî bir şekilde gözden geçirilmelidir.
Bilindiği üzere Tanzîmât Fermânı’nda sözde, “Dîn ve Ümmet” savunulur gözükürken, İslâma ve Müslümânlara korkunç boyutta zarar verilmesi gibi, “Dîni Islâh Beyânnâmesi”ni savunan zihniyet te, Tanzîmât mantığından hareketle, İslâm dînini evrensel öz ve dinamizminden uzaklaştırmayı hedeflemiştir.
Özellikle de, sunuş biçimindeki, “Yeni Türkiye, dîn alanında yalnız bir vicdân uyanışının değil?” ifâdesi, dînin vicdânlara hapsedilmesini içerirken; Beyânnâmenin “Bütün esîr ve geri kalan İslâm kavimlerine yol göstereceği” ifâdeleri ise, geriliği dînde arayan sığ anlayışın, sonuçta İslâmı, Hıristiyanlığa dönüştürüp, batı mantalitesi çevresinde bir dîn oluşturma gayretini içermekte ve bu reformla İslâm dünyâsına öncü olma hayâlleri yatmaktadır.
***
Bu bağlamda zikri geçen beyânnâme ile ilgili bazı husûsları daha zikredelim:
– Beyânnâme, bir komisyon tarafından değil, bizzât İsmail Hakkı Baltacıoğlu tarafından hazırlanmış ve gazetelere gönderilmiş bir ıslâhât taslağıdır.
– Beyânnâmede, içerik olarak İslâm dîni, Hıristiyânlık ve Yahûdîlik dînlerine benzetilmek istenmiştir.
– Beyânnâme, esâs itibâriyle bir taslak, bir müsvedde olmasına karşın, seküler kesim tarafından kayda değer bulunmuştur.
b- 28 Şubat sürecinde Okullardaki ve Öğrenci Yurtlarındaki Mescidler, “çok amaçlı salon” hâline çevrildi; spor malzemeleri konuldu. Meselâ pinpon / tenis masaları, barfiks âletleri, sâir spor âlât u edevâtı konuldu.
Hem yukarıda geçen “ıslâh” adı altındaki dîni bozma çabalarına, hem de bu duruma, tekrâr meydân verilmemeli.
c- Câmilerimizde yapılmak istenen, dünyâ ölçekli bozma gayretlerine bir misâl de Amerika’dan verebiliriz. Amerika’da, önce, Virjinya Üniversitesinde görevli Amîna Wadûd isimli bir kadın, New York’ta, kiralanmış bir katedralde, erkek-kadın karışık, takrîben 100 kişilik bir cemâate, Cuma namazı kıldırdı ve minberden îrâd ettiği hutbesinde, herkese 10-15 maddelik talimât verdi.
Sonra Esrâ Nu’mânî isimli diğer bir kadın, bir Yahûdî Üniversitesinde Cuma namazı kıldırdı. Bunların ne yapmak istedikleri, iyi tahlîl edilmeli.
Mukaddes Dînimizin, bu kabîl sapıklıklara müsâadesinin olmadığı açıkça belirtilip karşı durulmalıdır.
d- D. İ. B. Dîn İşleri Yüksek Kurulu’nun, Câmilerdeki masa, sıra, tabure, sandalye, koltuk ve sedirlerle ilgili güzel bir karârı vardı; onu taviz vermeden tatbîk etmek / uygulamak lâzım.
Ayrıca bazı câmilere televizyon ekranları konulmaya başlandı. Kesinlikle bu konularda taviz verilmemeli, dînimizin müsâade etmeyeceği işleri yaptırmamalı.
e- Câmilerin Allah’ın evi olma özelliğine dikkat etmek, bir ibâdethâne/ma’bed olma havasını ve mehâbetini/heybetini bozmamaya a’zamî derecede dikkat etmek lâzım.
Âyet-i kerîmede “Mescidler Allah’a mahsûstur” (Cin, 18) buyuruluyor. Mescidler hakkında karâr alırken, o konuda yetkimiz var mı, yok mu, onu düşünmemiz lâzım.
“وَ أَنَّ الْمَسَاجِدَ لِلَّهِ فَلَا تَدْعُوا مَعَ اللَّهِ أَحَدًا”
“Mescidler şüphesiz/kuşkusuz Allah’ındır/Allah içindir/Allâh’a mahsûstur. O halde/öyleyse oralarda, Allah ile birlikte kimseye yalvarmayın (ve kulluk etmeyin)/Allah’a yalvarırken başkasını katmayın.” [Cin, 18]
f- D. İ. B.’nın Câmi yapımlarında bulunması gerekli müştemilâtla ilgili güzel karârları var. Câmilerde yapılması düşünülen bazı işler, câminin içinde değil, o müştemilâtta yapılabilir. [İl ve İlçe Müftülükleri de, Câmilerle ilgili karârlar alırken, çok dikkat etmelidirler. Oralarda, Câmi âdâbına da çok dikkat etmelidir. Fıkıh kitaplarında Câmi âdâbı genişçe anlatılmaktadır.]
“Diyânet İşleri Başkanlığı Teknik Hizmetler Müdürlüğü”nün 25 Kasım 1999 târih ve B.02.1.DİB.0.80.00.00-019/622 sayılı bir tamimi (genelgesi) var.
Diyânet İşleri Başkanlığı, Müftülüklerin de görüşlerini alarak, “Yurt Genelinde Yapılacak Câmilerde Bulunması Gereken Asgarî Unsurlar ve Müştemilâtlar” tablosu hâzırlamıştır.
Bu genelgede: “Cemâat kapasitesi ve arsa büyüklüğü itibâriyle câmilerde; ibâdet mekânı dışında düşkünler için aşevi, sağlık ocağı, çay ve dinlenme salonları, sergi, toplantı ve konferans salonları, Türk-İslâm Kültür ve El Sanatları, satış standları, kütüphane ve okuma salonları, kitap şatış mekânları, kurbân kesim yerleri, gençler için spor salonu, duş, otopark alanı, çocuk oyun parkı, yaşlı, hasta ve sakat [engelli] vatandaşlarımızın da câmi, müştemilâtı ve çevresinden azamî derecede istifâde etmelerini teminen özel tuvalet, abdest mahalli, özel duş mekânı, özürlüler [engelliler] rampası, yürüyen merdiven ve asansör gibi kolaylık sağlayıcı tedbirler düşünülmeli, ayrıca ibâdetin râhat bir ortamda yapılmasını teminen ısıtma, havalandırma ve soğutma sistemlerinin teçhiz edilmesine imkân sağlanmalıdır” denilmketedir.
Burada görüldüğü gibi, yapılması düşünülen birçok işin, câmilerin ve mescidlerin dışında yapılacağı belirtilmiştir. 28 Şubat sürecinde olduğu gibi, spor âletlerinin Câmilere konulması düşünülmemiştir.
Ayrıca “633 sayılı Diyânet İşleri Başkanlığı Kuruluş ve Görevleri Hakkında Kanun’un EK 4’üncü Maddesinin Uygulanmasına İlişkin Usul ve Esaslar Hakkında Yönetmelik” çıkarılmıştır. Orada da konuyla ilgili bazı bilgiler vardır.
XIX- CÂMİLERE STANDART GETİRİLİYOR
Yapılan Yeni Çalışmada, ana hatlarıyla belirtilen husûslar şunlardır:
Diyânet İşleri Başkanlığı ile Çevre ve Şehircilik Bakanlığı, câmilere standart getiriyor. Yeni câmiler, kadınlar, çocuklar, gençler, yaşlılar ve engellilere hitap edecek, sosyal ve kültürel ihtiyaçları karşılayabilecek.
Çevre ve Şehircilik Bakanlığında gerçekleşen toplantıda, câmilerin, medeniyete yakışır ve günümüz ihtiyaçlarını da karşılayacak şekilde imâr edilmesi için hangi adımların atılması gerektiği üzerine görüşler paylaşıldı.
Câmi Standartları Projesi ile câmiler; günümüz şartlarına uygun modern projelerin uygulandığı ve denetlenebildiği, kendi enerjisini üretebilen, kullanım suyunun geri dönüşüm olarak çevre ve peyzaj düzenlemelerinde kullanılabildiği, kimlikli şehirler projesine hizmet eden, şehrin dokusuna uygun ibâdet mekânları olacak. Ayrıca yapı denetimle ilgili husûslarda yapılacak gerekli düzenlemeler sâyesinde depreme dayanıklı güvenli yapılar oluşturularak vatandaşların cân güvenliği de sağlanacak.
Yeni yapılacak câmiler için yol gösterici tasarım kriterlerinden bazıları taslak olarak şöyle:
Hayatın merkezinde olacak
Câmi ve mescitler, engelli, kadınlar, hamileler ve yaşlıların kolayca erişimine uygun olarak planlanacak. Stratejik câmiler, şehir merkez câmileri ve yurt dışı câmi projeleri, kurulacak olan estetik kurulca onaylanması zorunlu tutulacak. Kent dokusuna uygun tasarımlar olacak.
Diyânet İşleri Başkanlığı, küçük ölçekli câmiler için, bölgelere göre alternatifli, cemâat sayısı, coğrafî özellikler, iklîm, çatılı/kubbeli, minâre sayısı gibi değişkenler dikkate alınarak farklı üsluplara sâhip mimârî özellikte örnek tip projeler hâzırlayacak. Câmi ve mescit alanları toplu taşıma sistemlerine yakın alanlarda planlanacak. Mahalle câmileri, çarşı, pazar, park ve çocuk parkı gibi sosyalleşme alanları ile birlikte tasarlanacak.
Kur’ân kurslarından spor alanlarına…
Câmi yapılacak alanda Kur’ân kursu, lojman, âile ve dînî rehberlik bürosu, dînî yayın satış yeri, kütüphâne, misafirhâne, seminer salonu, konferans salonu, aşevi, cenâze alanı, taziye evi, gasilhâne; gençlik merkezi, çocuk oyun alanı, çok amaçlı salon, sergi salonu, sanat atölyesi, spor alanı, revir, kafe, çayevi bulunacak.
Kadınlar mahfili…
Kadınlar mahfili olarak üst katta ayrılmış bölümlere ulaşım ayrı giriş ve çıkıştan yapılacak. Kadın ayakkabılık kısmında bot ve çizmelerin ölçülerine uygun bölümler yapılacak. Eşarp ve etek için ayrı bir birim ayrılacak. Mahfil korkulukları çocuklar için emniyetli olacak şekilde tasarlanacak.
Halısından, minâresine, kubbesinden, taç kapılara, kemerlerden, minber, mihrap ve kürsü gibi câminin olmazsa olmazlarından olan her şeye standart getirilirken câmiye gelenlerin psikolojisi de unutulmadı…
Aydınlatmada sıcak renkler
İbâdet, insanın ruhi anlamda rahatlayabilmesi açısından en önemli araçlardan birisidir. İnsanlar, en güvenli sığınma yeri olarak gördüğü bu mekânlarda duygusal anlamda bir yoğunluk yaşar….. Bundan dolayı dış aydınlatmalarda sıcak renklerin tercih edilmesi kararlaştırıldı …………………………
Çalıştaylarda son şeklini alacak
Yapılacak mevzuat düzenlemeleri ile câmilerin sadece bir ibâdet alanı olmaktan çıkarılıp hayatın merkezi haline gelmesi ve toplumun her kesimi tarafından kullanılan fonksiyonel yapılar haline gelmesi sağlanacak.
- PROGRAM [NAMAZ] [09 Haziran 2017 – 14 Ramazân 1438 Cuma – AKİT-TV – CUMA SELÂMI PROGRAMI]
………………………………………………………………………………..
6- Diyânetin, “Câmi Standartları Projesi”ni nasıl değerlendiriyorsunuz?
Ben, 1967 yılından i’tibâren va’z ediyorum, 1968 yılından beri de hutbe okuyorum. Pek çok vilâyetimizde, Türkiye’nin en meşhûr câmilerinde va’z edip hutbe okudum.
Yine bendeniz, 1969-1980 yılları arasında, Diyânet İşleri Başkanlığında, uzun yıllar Din İşleri Yüksek Kurulu Raportörlüğü ve bir sene de Kurul Üyeliği yaptım.
2 Yüksek İslâm Enstitüsü, 3 İlâhiyat Fakültesi, 1 Fen-Edebiyat Fakültesi, bir de Edebiyat Fakültesinde senelerdir hizmet ediyorum. Toplam resmî hizmetim 48 sene oldu.
Muhtelif Müftülüklerin, “Câmiler Haftası” [önceleri sâdece “Câmiler Haftası” idi, sonra “Câmiler ve Dîn Görevlileri Haftası” adını aldı] münâsebetiyle, bizi davetleri üzerine, muhtelif zamanlarda, biz, Câmilerin târihteki ve günümüzdeki fonksiyonları, Câmi cemâatini nasıl çoğaltabiliriz ve Câmide riâyet edilmesi gereken âdâb…..gibi mühim konularda birkaç defa konferans verdik. Bu yönüyle konu ile yakından alâkamız var.
Bunun yanında, 1998 yılından beri oturduğum, önce Yakuplu Beldesi, sonra Beylikdüzü İlçesinde 15.000 kişilik bir Sitede, 7 dönemdir ben, “Câmi Yaptırma ve Yaşatma Derneği” Başkanıyım. Bu yönüyle, yine Câmilerle ilgileniyorum.
İlçemiz henüz belde iken, Büyükçekmece İlçesine bağlı idi; Câmimizde yaz aylarında Kur’ân-ı kerîm kursları açıyorduk. Takrîben 650 öğrenciye, mukaddes kitâbımız Kur’ân-ı kerîmi, Sevgili Peygamberimizi ve zarûrî Dîn bilgilerini öğreterek, arka arkaya birkaç sene İlçe birincisi olduk. [15 kadar erkek hoca, 10 kadar bayan hoca bularak, erkek ve kız çocuklara ayrı ayrı eğitim yapıyorduk.]
Şimdi de, “İstanbul Eğitim, Kültür ve Sosyal Hizmetler Vakfı”nın Başkanıyım. 5 dönümlük bir arâzî üzerinde, bir Câmi ve Külliyye yaptırma gayretlerimiz var; projesini yaptırdık, Belediyeye verdik. İnsanlarımızı, bilhâssa gençlerimizi ve çocuklarımızı nasıl Câmilerimize çekebiliriz konuları üzerinde çok kafa yoruyoruz.
Bu kapsamda, Câmi Standartları Projesi çalıştayları gerçekleştirilecek. Bu çalıştayların ilki, 1-3 Mart’ta yapılacak. Çalıştaya Diyânet İşleri Başkanı Prof. Dr. Mehmet Görmez, Çevre ve Şehircilik Bakanı Mehmet Özhaseki, bilim adamları, akademisyenler, Kültür Bakanlığı temsilcileri, TOKİ temsilcileri, Vakıflar Genel Müdürlüğü temsilcileri, ilgili sivil toplum kuruluşları, özel sektör mimar ve mühendisler, belediye temsilcileri katılacak.
Söz konusu çalıştayın sonunda câmi standartları ile alâkalı mevzûât ve kılavuz kitap çalışmaları tamâmlanmış olacaktır.
Diyânet İşleri Balkanlığı’mızın “Câmi Standartları Projesi” konusuna gelince, konuya birkaç yönden bakmak lâzım olduğu kanâatindeyim. Bu vesîleyle, târihte olmuş bazı şeyleri hâtırlamakta da fayda var:
a- Bir zamanlar Câmilerimiz, asker barınağı [Sultân Ahmed Câmii gibi], silâh deposu, buğday anbarı, saz evi [Sirkeci’deki küçük mescid gibi], gazino [Rumeli Hisârındaki Câmi gibi], meyhâne [Bursa-Çekirge’deki Lâmii Çelebi Câmii gibi], spor kulübü [Bursa’daki İsmail Hakkı Bursevî Câmii ve külliyyesi gibi], heykel deposu [Konya’daki İplikçi Câmii gibi], bir partinin resmî bir yayın organının deposu [Konya’da Nasûh Bey Câmii gibi] çeşitli maksatlarla kullanılmıştır.
Yine câmilerin bir kısmı ucuz fiatlarla satılmış, bilhâssa gayr-i müslim vatandaşlarımız o câmileri satın alıp yıkmışlar, yerlerine ev ve dükkânlar yapmışlardır.
Şimdi ise el-hamdü lillah, Devlet ve Hükûmet Yetkilileri, Diyânet İşleri Başkanlığı, Sivil Toplum Kuruluşları ve şahıslar, Câmilerin yapılmasını teşvîk ediyorlar ve çeşitli miktarlarda yardımlar yapıyorlar.
Yurt genelinde bulunan ve hâlen yapımı devâm eden câmilerin tamâmına yakınının, hakîkî ve hükmî şahıslar tarafından yaptırıldığı ve yaptırılmakta olduğu, câmiye âit projelerin de kendileri tarafından yaptırıldığı ma’lûmdur.
Diyânet İşleri Başkanlığı, Çevre ve Şehircilik Bakanlığı, Kültür Bakanlığı, Vakıflar Genel Müdürlüğü, TOKİ ve Belediye temsilcilerinin yanısıra, bilim adamları, akademisyenler, ilgili sivil toplum kuruluşları, özel sektör mimâr ve mühendisleri de konuyla yakından ilgilenmektedirler. Bu, büyük memnûniyet verici bir durumdur.
Bu vesîleyle, bir târihte, ülkemizde olan bazı yanlış çalışmaları hâtırlamak ve bütün vatandaşlarımıza hâtırlatmakta fayda görüyoruz.
Maalesef bir zamanlar, Türk toplumunu İslâm’dan koparıp tamâmen batılı değerlere göre yeniden dizayn etme maksadı güdüldü ve Câmilerde de bazı reformlar yapılmak istendi.
Bu konunun çok ciddî bir şekilde incelenmesi ve tahlîl edilmesi lâzım. O zaman maksat ve hedef neydi? Ne yapılmak istenmişti?
Şimdi yapılacak işler konusunda da, büyük hassâsiyet gösterilmesi lâzım.
Geçmiş târihte, bir heyetin hâzırladığı, “Dîni Islâh Beyânnâmesi”, bugün birçok kimse tarafından bilinmemektedir.
Bu arada biz, Kur’ân-ı kerîmden bazı âyet-i kerîmeler zikredelim:
“وَمَنْ أَظْلَمُ مِمَّن مَّنَعَ مَسَاجِدَ اللّهِ أَن يُذْكَرَ فِيهَا اسْمُهُ وَسَعَى فِي خَرَابِهَا أُوْلَئِكَ مَا كَانَ لَهُمْ أَن يَدْخُلُوهَا إِلاَّ خَآئِفِينَ لهُمْ فِي الدُّنْيَا خِزْيٌ وَلَهُمْ فِي الآخِرَةِ عَذَابٌ عَظِيمٌ ”
“Allah’ın mescidlerinde O’nun isminin/adının anılmasını yasak eden (engelleyen ve onların harap olmasına/oraların yıkılmasına çalışan) kimselerden daha zâlim kim vardır? Aslında onların oralara korkmadan girememeleri (ancak korkarak girmeleri) gerekir. (Başka türlü girmeye hakları yoktur. Bunların oralara korka korka girmekten başka çareleri yoktur.) Onlar için dünyâda zillet/rezîllik/perişânlık, âhirette de büyük azap vardır.” [Bakara, 114]
“مَا كَانَ لِلْمُشْرِكِينَ أَن يَعْمُرُواْ مَسَاجِدَ الله شَاهِدِينَ عَلَى أَنفُسِهِمْ بِالْكُفْرِ أُوْلَئِكَ حَبِطَتْ أَعْمَالُهُمْ وَ فِي النَّارِ هُمْ خَالِدُونَ “
“Müşrikler (Allah’a ortak koşanlar/puta tapanlar), kendilerinin kâfirliğine bizzat kendileri şâhitlik ederlerken (kendi inkârlarına kendileri şâhit olup dururlarken/kendilerinin inkârcı olduklarını i’tirâf edip dururlarken/müşrik vicdânlarına karşı kendi küfürlerine kendileri şahitlik edip dururlarken/nefislerinin küfrünü göre göre), Allah’ın mescidlerini i’mâr etmeleri mümkün değildir (Allah’ın mescitlerini i’mâr etme salâhiyetleri yoktur/düşünülemez/onarmaları gerekmez.) Onların bütün işleri (onların işledikleri/hayır namına bütün yaptıkları) boşa gitmiştir. Ve onlar cehennemde/ateşte/ateş içinde ebedî/temelli/sürekli/sonsuza dek kalacaklardır.” [Tevbe, 17]
Burada şunu kesin olarak ifâde edelim ki, dîn, Allahü teâlânın dînidir; hiç bir kimsenin onun üzerinde bir ıslâh çalışması, reform yapma yetkisi yoktur. Böyle bir şey küfür, dînsizlik, îmânsızlık olur. Zâten Cenâb-ı Hak da şöyle buyurmuştur:
“وَ أَنَّ الْمَسَاجِدَ لِلَّهِ فَلَا تَدْعُوا مَعَ اللَّهِ أَحَدًا“
“Mescidler şüphesiz/kuşkusuz Allah’ındır/Allah içindir/Allâh’a mahsûstur. O halde/öyleyse oralarda, Allah ile birlikte kimseye yalvarmayın (ve kulluk etmeyin)/Allah’a yalvarırken başkasını katmayın.” [Cin, 18]
Mescidlerle ilgili başka âyet-i kerîmeler de vardır:
“يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ إِنَّمَا الْمُشْرِكُونَ نَجَسٌ فَلاَ يَقْرَبُواْ الْمَسْجِدَ الْحَرَامَ بَعْدَ عَامِهِمْ هَذَا وَ إِنْ خِفْتُمْ عَيْلَةً فَسَوْفَ يُغْنِيكُمُ اللّهُ مِن فَضْلِهِ إِن شَاء إِنَّ اللّهَ عَلِيمٌ حَكِيمٌ”
“Ey îmân edenler! Müşrikler/Allah’a ortak koşanlar ancak bir pisliktirler. Onun için, bu yıllarından sonra Mescid-i Harâm’a yaklaşmasınlar. Eğer yoksulluktan korkarsanız, (biliniz ki) Allah dilerse sizi kendi lütfundan zengin edecektir. Şüphesiz Allah iyi bilendir, hikmet sahibidir.” [Tevbe, 28]
“يَا بَنِي آدَمَ خُذُواْ زِينَتَكُمْ عِندَ كُلِّ مَسْجِدٍ وَ كُلُواْ وَ اشْرَبُواْ وَ لاَ تُسْرِفُواْ إِنَّهُ لاَ يُحِبُّ الْمُسْرِفِينَ“
“Ey Âdem oğulları! Her mescide/her mescide gittiğinizde, güzel elbiselerinizi giyinerek gidin; yiyin için, fakat isrâf etmeyin, çünkü Allah müsrifleri/isrâf edenleri sevmez.” [A’râf, 31]
“الَّذِينَ أُخْرِجُوا مِن دِيَارِهِمْ بِغَيْرِ حَقٍّ إِلَّا أَن يَقُولُوا رَبُّنَا اللَّهُ وَ لَوْلَا دَفْعُ اللَّهِ النَّاسَ بَعْضَهُم بِبَعْضٍ لَّهُدِّمَتْ صَوَامِعُ وَ بِيَعٌ وَ صَلَوَاتٌ وَ مَسَاجِدُ يُذْكَرُ فِيهَا اسْمُ اللَّهِ كَثِيراً وَ لَيَنصُرَنَّ اللَّهُ مَن يَنصُرُهُ إِنَّ اللَّهَ لَقَوِيٌّ عَزِيزٌ“
“Onlar, başka değil, sırf “Rabbimiz Allah’tır” dedikleri için, hiçbir haklı gerekçe olmaksızın/haksız yere yurtlarından çıkarılmış kimselerdir. Eğer Allah, bir kısım insanları diğer bir kısmı ile defedip önlemeseydi/insanların bir kısmını diğeriyle savmasaydı, mutlak sûrette, manastırlar, kiliseler, havralar ve içlerinde Allah’ın ismi bol bol anılan mescidler yıkılır giderdi. Allah, kendisine (kendi dînine) yardım edenlere muhakkak sûrette yardım eder. Hiç şüphesiz Allah, çok kuvvetlidir/güçlüdür, izzetlidir/her şeye gâliptir.” [Hac, 40]
وَ الَّذِينَ اتَّخَذُواْ مَسْجِدًا ضِرَارًا وَ كُفْرًا وَ تَفْرِيقًا بَيْنَ الْمُؤْمِنِينَ وَ إِرْصَادًا لِّمَنْ حَارَبَ اللّهَ وَ رَسُولَهُ مِن قَبْلُ وَ لَيَحْلِفَنَّ إِنْ أَرَدْنَا إِلاَّ الْحُسْنَى وَ اللّهُ يَشْهَدُ إِنَّهُمْ لَكَاذِبُونَ”
“(Münafıklar arasında) bir de (müminlere) zarar vermek, (hakkı) inkâr etmek (kâfirlik etmek), müminlerin arasına ayrılık sokmak ve daha önce Allah ve Resûlüne karşı savaşmış olan adamı beklemek (gözcülük yapıvermeki) için bir mescid kuranlar/yapanlar ve: (Bununla) iyilikten başka birşey istemedik, diye mutlaka yemin edecek olanlar da vardır. Halbuki Allah onların kesinlikle yalancı olduklarına şahitlik eder.” [Tevbe, 107]
“لاَ تَقُمْ فِيهِ أَبَدًا لَّمَسْجِدٌ أُسِّسَ عَلَى التَّقْوَى مِنْ أَوَّلِ يَوْمٍ أَحَقُّ أَن تَقُومَ فِيهِ فِيهِ رِجَالٌ يُحِبُّونَ أَن يَتَطَهَّرُواْ وَ اللّهُ يُحِبُّ الْمُطَّهِّرِينَ”
“Onun içinde asla namaz kılma!( O mescide hic girme!) İlk günden takvâ üzerine kurulan mescit (Kuba Mescidi) içinde namaz kılman/bulunman elbette daha doğrudur/daha layıktır. Onda günahlarından arınmayı/temizlenmeyi seven adamlar/arinmak isteyenler vardır. Allah da çok temizlenenleri sever.” [Tevbe, 108]
“أَفَمَنْ أَسَّسَ بُنْيَانَهُ عَلَى تَقْوَى مِنَ اللّهِ وَ رِضْوَانٍ خَيْرٌ أَم مَّنْ أَسَّسَ بُنْيَانَهُ عَلَىَ شَفَا جُرُفٍ هَارٍ فَانْهَارَ بِهِ فِي نَارِ جَهَنَّمَ و اللّهُ لاَ يَهْدِي الْقَوْمَ الظَّالِمِينَ”
“Binasını, Allah korkusu ve rızâsı üzerine kuran kimse mi daha hayırlıdır, yoksa yapısını yıkılacak bir yarın kenarına kurup, onunla beraber kendisi de çöküp cehennem ateşine giden kimse mi? Allah zalimler topluluğunu doğru yola iletmez.” [Tevbe, 109]
“لاَ يَزَالُ بُنْيَانُهُمُ الَّذِي بَنَوْاْ رِيبَةً فِي قُلُوبِهِمْ إِلاَّ أَن تَقَطَّعَ قُلُوبُهُمْ وَ اللّهُ عَلِيمٌ حَكِيمٌ ”
“Yaptıkları bina, (ölüp de) kalpleri parçalanıncaya kadar yüreklerine devamlı olarak bir nifak düğümü/bir kuşku (sebebi) ve izdirap kaynagi olacaktır. Allah çok iyi bilendir, hikmet sahibidir.” [Tevbe, 110]
Cennete gitmek isteyen, dîne uymak mecbûriyetindedir. Bakın, güzel ülkemizde, kânûnları Türkiye Büyük Millet Meclisi yapar; Anayasa ve kânûnlara göre, başka hiç bir kimsenin kânûn yapma yetkisi yoktur ve olamaz.
Dînde de hüküm koyma ve kaldırma yetkisi, sâdece Allahü teâlâya âittir. O dilediği hükmü koyar, dilediğini nesheder, yürürlükten kaldırır.
XX- ÇOK MÜHİM VE MÜHİM BAZI TENBÎHLER
1- ÇOK MÜHİM TENBÎH
“Erkek olsun, kadın olsun, her insanın, her sözünde, her işinde, Allahü teâlânın emrlerine, ya’nî farzlara ve yasak etdiklerine [harâmlara] uyması lâzımdır. Bir farzın yapılmasına, bir harâmdan sakınmağa ehemmiyyet vermiyenin îmânı gider, kâfir olur. Kâfir olarak ölen kimse, kabrde azâb çeker. Âhıretde Cehenneme gider. Cehennemde sonsuz yanar. Afv edilmesine, Cehennemden çıkmasına imkân ve ihtimâl yokdur. Kâfir olmak çok kolaydır. Her sözde, her işde kâfir olmak ihtimâli çokdur.
Küfrden kurtulmak da çok kolaydır. Küfrün sebebi bilinmese dahî, hergün bir kerre istiğfâr etse, ya’nî “Estağfirullah” dese, muhakkak afv olur, ya’nî, “Yâ Rabbî! Bilerek veyâ bilmiyerek küfre sebeb olan bir söz söyledim veyâ iş yapdım ise, nâdim oldum, pişmân oldum. Beni afv et” diyerek tevbe etse, Allahü teâlâya yalvarsa, muhakkak afv olur. Cehenneme gitmekden kurtulur.
Cehennemde sonsuz yanmamak için, hergün muhakkak tevbe ve istiğfâr etmelidir. Bu tevbeden dahâ mühim bir vazîfe yokdur. Kul hakkı bulunan günâhlara tevbe ederken, bu hakları ödemek ve terk edilmiş nemâzlara tevbe ederken, farzları kazâ etmek lâzımdır.” [Kitâbımızda 276’dan 287 ortasına kadar okuyunuz.]
İnsan beşer, durmaz şaşar, eyler hatâ, üçer beşer.
Düz ovada yürür iken, ayağını sürter, düşer.
TENBÎH:
Önsözde bildirildiği gibi, bu kitâbda yalnız, ibâdetlerin sahîh olmaları için lâzım olan ve günlük işlerin doğru olarak yapılmasını sağlıyan bilgiler kısaca yazılıdır. Bu kadar bilginin her ihtiyâca cevâb vermesi imkânsızdır. Fazla bilgi edinmek için, bu kitâbda tavsiye edilen, mu’teber kitâblara mürâce’at ediniz!
Herkese üç şey çok lâzımdır önce,
Biri, îmân edinmekdir iyice,
Biri, islâma uymakdır her yerde,
Fıkhı iyi öğrenmeli elbette.
Bir de ihlâsdır, her işde dâimâ,
Şöyle ki, hiç olmıya ucb-ü riyâ.
Bu üçü birden tehakkuk etmeli,
Böyledir, islâmiyyetin temeli.
Hem bu ihlâs olmasa, makbûl değil,
Tesavvufdur ihlâsın kaynağı bil!
Yukarıdaki şi’r, İmâm-ı Rabbânînin “Müjdeci Mektûblar” kitâbının birinci cild, otuzaltıncı, kırkıncı, ellidokuzuncu ve yüzyetmişyedinci mektûblarından ve “El-Hadîkatün-nediyye” cild 1. sahîfe 366’dan özetlenmişdir. Çok mühim olduğu için ve bereketlenmek için “Se’âdet-i Ebediyye” kitâbının başına konuldu.
İslâmiyyetin temeli üçdür: İlm, amel ve ihlâs.
1– İlm, Ehl-i sünnet âlimlerinin kitâblarından öğrenilir.
2– İlme uygun olan ameldir.
3– İlmde ve amelde ihlâs sâhibi olmakdır. İhlâs, ilmin ve amelin Allah rızâsı, Allah sevgisi ile olmasıdır. Mal, mevkı’ ve şöhret için olmamasıdır.
Bu üçüne sâhib olan müslimâna “Hakîkî müslimân” ve “İslâm âlimi” denir. Bunların yükseklerine “Müctehid” denir. Biri noksan olup da, kendini din adamı tanıtana “Kötü din adamı”, “Bid’at sâhibi” veyâ “Zındık” denir.
TENBÎH:
Öğrenmesi farz veyâ vâcib olan fıkh bilgilerini öğrenmemek fıskdır. Fâsıkların şâhidliği kabûl olmadığı için, şâhidlere i’tirâz olunduğu zemân, hâkim şâhidlere fıkhdan sorar. Bilmezlerse, red olundukları gibi, ta’zîr de olunurlar.
03- HERKESE LÂZIM OLAN ÎMÂN [3 adet “Tenbîh” var]
3 / 3 TENBÎH: “Herkese Lâzım Olan Îman” kitabını hazırlayan biz, İhlâs Anonim Şirketi, İslâm dînini doğru olarak öğrenmek istiyen temiz insanlara hizmet etmek için, İngilizce, Fransızca, Almanca ve daha başka dillerde kitaplar hazırladık. Bunların hepsi büyük ve hakîkî islâm âlimlerinin eserlerinden toplanan bilgilerden meydana gelmiştir. Bu kitapların ismleri, bazı kitaplarımızın sonunda bildirilmiştir. Adresi, kitabımızın başında yazılı olan “Hakîkat Kitabevi”nden, mektûbla isteyenlere hemen gönderilmektedir.
Bu kitapları dikkat ile okuyan insâflı her insanın, İslâm dînine samîmî olarak îman edeceğine ve seve seve müslüman olacağına inanıyoruz. Çünkü İslâm dîni, akl-ı selîm sahiplerinin kabûl edeceği akîdelerden ve ahkâmdan ibârettir. Akl-ı sakîm sahipleri, ruhları hasta olanlar, nefslerine düşkün olanlar, yalnız kendi çıkarlarını düşünenler, İslâm dînini idrâk ve takdîr edemez.
04- İSLÂM AHLÂKI [36 adet “Tenbîh” var]
4 / 2 TENBÎH: – İnsanın evvelâ kendine, hareketlerine, azasına adalet etmesi lâzımdır. İkinci olarak, çoluk çocuğuna, komşularına, arkadaşlarına adalet yapması lâzımdır. Adliyecilerin ve hükûmet adamlarının da, millete adalet yapmaları lâzımdır. Demek ki, bir insanda adalet huyunun bulunabilmesi için, önce kendi hareketlerinde, azasında adalet bulunmalıdır. Her kuvvetini, her azasını, ne için yaratıldı ise, o yolda kullanmalıdır. Allahü teâlânın âdetini değiştirip, onları aklın ve islâmiyetin beğenmediği yerlerde kullanmamalıdır. Çoluk çocuğu varsa, onlara karşı da, akla ve dîne uygun hareket etmeli, dînin gösterdiği güzel ahlâktan sapmamalıdır. Güzel ahlâk ile huylanmalıdır.
– 7 milyarlık dünyanın bir panoraması [Hıristiyanlar ve mezhepleri; Yahûdîler, Müslümânlar (Ehl-i Sünnet, Şîa = Şîîler ve Vehhâbiyye = Vehhâbîler); diğer bozuk dîn ve mezhepler
8- CEVÂB VEREMEDİ [5 adet “Tenbîh” var]
8 / 1 TENBÎH: İşbu “Cevâb Veremedi” kitabımızın muhtelif yerlerinde görüldüğü gibi, hıristiyanların ellerinde bulunan Tevrât ve İncîl kitaplarının hepsinde, “İnsanların öldükten sonra tekrar dirilecekleri, hesaba çekilecekleri, Cennet nîmetlerinde veya Cehennem ateşinde sonsuz kalacakları” yazılıdır. Amerikada, Avrupada, yüzmilyonlarca hıristiyan, bütün devlet adamları, fen adamları, profesörler, kumandanlar, bu İncîllere inanmakta, hepsi her hafta kiliseye gidip tapınmaktadırlar. Türkiyede bazıları, islâm kitaplarını okumadıkları için ve islâmiyetten haberleri olmadığı için, Avrupalıları, Amerikalıları taklîd etmeye “ilericilik”, müslüman olmaya “gericilik” diyorlar. Hâlbuki kendileri, fen, tıb, hesap bilgilerinde ve teknolojide, Avrupalılar, Amerikalılar gibi çalışmıyorlar. Onların, yalnız kadın, kız, oğlan bir arada, çalgılı, kumarlı, içkili eğlenceler yapmalarını, pilajlarda şehvetlerine tâbi olmalarını ve geceleri radyolarını, televizyonlarını sonuna kadar açarak, komşuları rahatsız etmelerini taklîd etmektedirler. İslâmiyet, nefsin bu taşkınlıklarını yasak ettiği için, müslümanlara gerici diyorlar. Bunlara göre, okuma yazma bilmiyen, ilimden sanattan haberi olmıyan, fakat kendi taşkınlıklarına katılan her oğlan ve kız ilericidir. Aydın kimsedir. Üniversiteyi bitirmiş, ilim, sanat, ticâret sahibi, ahlâklı, fazîletli, vergilerini veren, kanûnlara uyan ve herkese iyilik eden, hakîkî bir müslüman, bu taşkınlıklara katılmadığı için, gerici olmaktadır. Böyle ilericiler, aydın kimseler, gençleri fuhşa, tenbelliğe, dünyada felakete, âhirette de sonsuz azâblara sürükliyorlar. Âile yuvalarının yıkılmasına sebep oluyorlar. Kısacası, hıristiyanların yalnız sefâhetlerini, ahlâksızlıklarını taklîd edenlere aydın, ilerici dedikleri anlaşılıyor. Müslümanlar gibi, Cennete, Cehenneme inanan Avrupalılara, Amerikalılara da gerici demediklerine göre, müslümanlara, kendi ahlâksızlıklarına uymadıkları için gerici dedikleri anlaşılmaktadır. Bunlar, hiçbir dîne inanmadıkları için, Avrupalıların, Amerikalıların dîne bağlılıklarını da taklîd etmemekte, kendi tabirlerine göre kendileri gerici olmaktadırlar. Bu kitabımız, müslümanın aydın ve ilerici olduğunu, müslüman olmıyanın gerici olduğunu isbât etmektedir.]
8 / 4 TENBÎH:
Bismillâhirrahmânirrahîm.
İslâmiyyeti bildiren kitâblar pek çokdur. Bunların içinde en kıymetlisi, imâm-ı Rabbânînin üç cild “Mektûbât” kitâbıdır. Bundan sonra, Muhammed Ma’sûmun üç cild “Mektûbât” kitâbıdır.
Muhammed Ma’sûm hazretleri, Mektûbâtın üçüncü cildinin onaltıncı mektûbunda buyuruyor ki, “Îmân, kelime-i tevhîdin Lâ ilâhe illallah ve Muhammedün Resûlullah iki kısmına birlikde inanmakdır.” Ya’nî, müslimân olmak için, Muhammed aleyhisselâmın Peygamber olduguna da inanmak lâzımdır. Ya’nî Muhammed aleyhisselâm, Allahın Peygamberidir. Allahü teâlâ, Cebrâîl ismindeki melek ile, kendisine “Kur’ân-ı kerîm”i göndermişdir. Bu Kur’ân-ı kerîm, Allah kelâmıdır. Muhammed aleyhisselâmın kendi düşünceleri ve felsefecilerin, târîhcilerin sözleri degildir. Muhammed aleyhisselâm, Kur’ân-ı kerîmi tefsîr etmişdir. Ya’nî açıklamışdır. Bu açıklamalara, “Hadîs-i şerîf” denir. Islâmiyyet, “Kur’ân-ı kerîm” ile “Hadîs-i şerîf”lerdir. Dünyânın her yerindeki, milyonlarca islâm kitâbı, “Kur’ân-ı kerîm” ile “Hadîs-i şerîf”lerin açıklamalarıdır. Muhammed aleyhisselâmdan gelmiyen bir söz, islâm kitâbı olamaz. Îmân ve islâm demek, “Kur’ân-ı kerîm” ve “Hadîs-i şerîf”lere inanmak demekdir. Onun bildirdiklerine inanmıyan, Allah kelâmına inanmamış olur. Muhammed aleyhisselâm Allahü teâlânın bildirdiklerini Eshâbına bildirdi. Onlar da, talebelerine bildirdi. Bunlar da, kitâblarına yazdılar. Bu kitâbları yazan âlimlere “Ehl-i sünnet âlimi” denir. Ehl-i sünnet kitâblarına inanan, Allah kelâmına inanmış olur. Müslimân olur. Elhamdülillah, biz dînimizi Ehl-i sünnet âlimlerinin kitâblarından ögreniyoruz. Dinde reformcuların, masonların ve zındıkların uydurma kitâblarından ögrenmiyoruz.
Resûlullah (sallallahü aleyhi ve selem) buyurdu ki: “Ümmetim arasında fitne, fesâd yayıldığı zemân, sünnetime yapışana, yüz şehîd sevâbı vardır.” Sünnete yapışmak, Ehl-i sünnet âlimlerinin kitâblarını ögrenmekle ve bunlara uymakla olur. Müslimânların dört mezhebinden herhangi birisinin âlimleri “Ehl-i sünnet âlimleri”dir. Ehl-i sünnet âlimlerinin reîsi, İmâm-ı A’zam Ebû Hanîfe Nu’mân bin Sâbitdir. Ingilizler, asrlar boyunca ugraşarak, bir müslimânı hıristiyan yapamadılar. Bunu başarabilmek için, yeni bir yol aradılar. Masonlugu kurdular. Masonlar, islâmiyyete, ya’nî Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdiklerine, ya’nî Muhammed aleyhisselâmın sözlerine ve bütün dinlere, öldükden sonra tekrâr dirilmek olduguna, Cennetin, Cehennemin var olduguna inanmıyorlar.
9- İNGİLİZ CÂSÛSUNUN İ’TİRÂFLARI
9 / 1 TENBÎH: Bu kitabı dikkat ile okuyan, islâmın en büyük düşmanının, ingilizler olduğunu anlıyacak, şimdi bütün dünyadaki müslümanlara saldıran vehhâbîliği, ingilizlerin kurduğunu ve onları beslemekte olduğunu iyi öğrenecektir. İlmi, aklı ve vicdânı olan ingilizler de, ingilizlerin bu alçak düşmanlıklarından nefret eder.
Her memlekette bulunan mezhepsizlerin, vehhâbîliği yaymaya çalıştıklarını işitiyoruz. Hattâ, Hempherin itiraflarının, hayâl mahsûlü olarak başkaları tarafından yazıldığını söyliyenleri var. Fakat, bu sözlerine bir vesika gösterememektedirler. Vehhâbîlerin kitaplarını okuyarak, onların aslını, iç yüzünü öğrenen büyük islâm âlimi Habîb Alevî bin Ahmed Haddâd, (Misbâh-ul-enâm) kitabında, ingilizlere satılmış olan Muhammed bin Abdülvehhâbın Hempher ile berâber hazırladıkları, âdî, alçak yazılarına vesikalarla cevap vermektedir. 1216 [m. 1801] da yazılmış olan bu kitap, 1416 [m. 1995] da Hakîkat Kitabevi tarafından ofset ile basılarak bütün islâm memleketlerine gönderilmektedir. İngilizler, ne kadar, çalışırlarsa çalışsınlar, hakîkî müslüman olan Ehl-i sünneti yok edemiyecekler, kendileri yok olacaklardır. Çünki, Allahü teâlâ, İsrâ sûresinin 81. âyetinde, bozuk yolda olanların da, zuhûr edeceklerini, fakat hak yolda olanların karşısında, bunların mağlup olarak, yok olacaklarını müjdelemektedir.
XXI- EHL-İ SÜNNET İ’TİKÂDININ TA’RÎFİ VE ÖNEMİ
EHL-İ SÜNNET İ’TİKÂDININ LÜZÛMU [14 Mart 2016 – 05 Cemâzil-âhır 1437 Pazartesi]
“Ehl-i Sünnet” terimi, daha ziyâde izâfet (tâmlama) hâlinde, ya’nî “Ehl-i Sünnet İ’tikâdı veya Akîdesi”, “Ehl-i Sünnet Mezhebi”, “Ehl-i Sünnet Yolu”, “Ehl-i Sünnet Fırkası”, “Ehl-i Sünnet ve Cemâat fırkası”, “Ehlü’s-Sünneti ve’l-Cemâa”, “Ehl-i Sünnet Âlimleri”…..şeklinde kullanılır. Kitaplarda “Ehl-i Sünnet” için “Ehl-i Hak (Doğru yolda olanlar)” ta’bîri de kullanılmaktadır.
En büyük âlim ve velîlerden olan İmâm-ı Rabbânî Müceddid-i Elf-i Sânî Ahmed Fârûkî Serhendî (kuddise sirruh) buyurmuştur ki:
“Âkıl (akıllı) ve bâliğ olan (ergenlik yaşına/çağına ulaşan) her erkek ve kadının birinci vazîfesi, Ehl-i Sünnet âlimlerinin yazdıkları akâid bilgilerini/îmân bilgilerini/inanılacak şeyleri öğrenmek ve bunlara uygun olarak inanmaktır. Kıyâmette ya’nî öldükten sonra Cehennem azâbından kurtulmak, onların bildirdiklerine inanmaya bağlıdır.” [Mektûbât-ı Rabbâniyye]
“Ehl-i Sünnet i’tikâdı sana önce lâzım olan,
Yetmiş üç fırka var amma, Cehennemlik geri kalan,
Müslümânlar hep sünnîdir, cümlenin reîsi Nu’mân,
Cennet ile müjdelendi, îmânda bunlara uyan.”
[İmâm-ı Rabbânî]
“Müslümânların birinci vazîfeleri, i’tikâdı düzeltip, Ehl-i Sünnet vel-cemâat âlimlerinin bildirdiklerine uygun olarak inanmaktır. İkinci olarak, fıkıh (İslâmiyet’in emir ve yasaklarla ilgili) bilgilerini öğrenip, her şeyi bu bilgiye göre yapmaktır.” [Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî, İ’tikâdnâme/el-Îmân ve’l-İslâm]
Kıymetli Osmânlı âlimlerinden Taşköprüzâde’nin de ifâde ettiği gibi:
“Ehl-i Sünnetin akâidde iki kolu vardır: 1) Mâtürîdiyye mezhebi: Bunun imâmı Ebû Mansûr Mâtürîdî’dir (rahimehüllah). 2. Eş’ariyye mezhebi: Bunun da imâmı Ebü’l-Hasen Eş’arî’dir (rahimehüllah). İkisinin de bildirdiği îmân esasları aslında aynıdır. Yalnız aralarında, teferruâtla ilgili, îzâh, ifâde ve üslûb tarzından doğan cüz’î bazı farklılıklar vardır.”
“Allahü teâlânın bildirdiği her dîn iki kısımdır. Biri, kalb ile inanılması lâzım olan bilgiler, diğeri beden ile veya kalb ile yapılacak ibâdet bilgileridir. Bunlardan i’tikâd esâsları her dînde aynıdır, dînin aslı ve temelidir; dîn ağacının gövdesidir. Amel ise, ağacın dalları ve yaprakları gibidir. Her müslümânın önce i’tikâdını düzeltmesi, Ehl-i Sünnet vel-cemâat âlimlerinin bildirdikleri gibi inanması lâzımdır. Cehennem’in ebedî azâbından kurtulanlar, ancak bu i’tikâd üzere olanlardır.” [İmâm-ı Rabbânî, Mektûbât-ı Rabbâniyye]
Demek ki, “Ehl-i Sünnet İ’tikâdı”: “Peygamber Efendimizin ve Eshâb-ı kirâmının (arkadaşlarının) ve onların yolunda bulunan İslâm âlimlerinin bildirdikleri doğru i’tikâd, inanıştır.”
“Kalbe gelen bütün mânevî ahvâli/hâlleri, keşifleri (buluşları) bize verseler, fakat kalbimizi Ehl-i Sünnet i’tikâdı ile süslemeseler, kendimi mahvolmuş ve hâlimi harâb bilirim. Bütün harâblıkları, felâketleri üzerime yığsalar, lâkin kalbimi Ehl-i Sünnet i’tikâdı ile şereflendirseler, hiç üzülmem.” [Hâce Ubeydullah-ı Ahrâr]
“Ehl-i Sünnet i’tikâdında olmayan hiçbir kimse evliyâ olamamıştır.” [İmâm-ı Rabbânî, Mektûbât-ı Rabbâniyye]
EHL-İ SÜNNET İ’TİKÂDININ ÖNEMİ [15 Mart 2016 – 06 Cemâzil-âhır 1437 Salı]
Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîmde meâlen buyuruyor ki: “Ey Peygamberim! Dînde fırka fırka ayrılanlarla senin hiç bir ilgin yoktur. Onların cezâlarını Allahü teâlâ verecektir. Kıyâmet günü Allahü teâlâ, dünyâda işlediklerini onlara hâtırlatacaktır.” [En’âm sûresi, 159]
Hadîs-i şerîfte de buyuruldu ki: “Benî İsrâîl, yetmiş bir fırkaya ayrılmıştı. Bunlardan yetmişi Cehennem’e gidip, ancak bir fırkası kurtulmuştur. Nasârâ (hıristiyânlar) da yetmiş iki fırkaya ayrılmıştı. Yetmiş biri Cehennem’e gitmiştir. Bir zaman sonra benim ümmetim de yetmiş üç kısma ayrılır. Bunlardan yetmiş ikisi Cehennem’e gidip, yalnız bir fırkası kurtulur. Cehennem’den kurtulan fırka, benim ve Eshâbımın gittiği yolda gidenlerdir.” [Tirmizî]
“İ’tikâdda mezhebimiz olan Ehl-i Sünnet vel-cemâat mezhebinden başka, yetmiş iki fırkanın inançları yanlıştır, bozuktur, onlar Cehennem’e gideceklerdir. Çünkü i’tikâd mezheblerinin yetmiş üçe ayrılacağını, bunlardan yalnız birinin doğru, diğerlerinin bozuk olacağını Peygamber Efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) haber vermiştir. Yanlış oldukları bildirilen yetmiş iki fırkaya “bid’at (dalâlet, sapıklık) fırkaları” denir. Bunların hiçbiri kâfir değildir. Hepsine “ehl-i kıble”, “müslümân” denir. Fakat yetmiş iki mezhebden herhangi birinde bulunduğunu söyleyen bir kimse, Kur’ân-ı kerîmde veya hadîs-i şerîflerde açıkça bildirilmiş ve müslümânlar arasında yayılmış bilgilerden birine inanmazsa, kâfir olur.” [Ahmed Tahtâvî, Hâşiyetü’t-Tahtâvî; İmâm-ı Rabbânî, Mektûbât-ı Rabbâniyye; Seyyid Abdülhakîm Arvâsî]
“Cehennem’e girecekleri bildirilmiş olan yetmişiki bid’at fırkası, ehl-i kıble oldukları için bunların hiçbirine kâfir dememelidir. Fakat bunların, dînde inanılması zarûrî, lâzım olan şeylere inanmayanları ve “Ahkâm-ı Şer’iyye”den her müslümânın işittiği, bildiği şeyleri te’vilini bilmeden reddedenleri kâfir olurlar.” [İmâm-ı Rabbânî, Mektûbât-ı Rabbâniyye]
“Ehl-i Bid’at = Bid’at Ehli = Bid’at sâhibi”: “Bid’at sâhipleri; Peygamber Efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) ve Eshâb-ı kirâmının bildirdikleri doğru i’tikâddan/inanıştan (Ehl-i Sünnet i’tikâdından) ayrılanlar; i’tikâdda (îmânda) ve amelde (ibâdette) dînde olmayan yenilikler ortaya çıkaran kimseler, dinde reformculardır. Hadîs-i şerîfte Cehennem’e gidecekleri bildirilen yetmiş iki fırkadan her biridir.”
İbrâhîm Hakkî Erzurumî (rahmetullahi aleyh), bir şiirinde buyurmuştur ki:
“Hudâ Rabbim, nebim hakkâ Muhammeddir Resûlüllah,
Hem İslâm dînidir dînim, kitâbımdır Kelâmullah,
Akâidde, Ehl-i Sünnet oldu mezhebim, hamdolsun,
Amelde, Ebû Hanîfe mezhebi, mezhebim vallah.”
“Hanefî mezhebindekiler, i’tikâdda Ebû Mansûr Mâturîdî hazretlerine tâbi olmuşlardır. Çünkü Ebû Mansûr Mâturîdî, i’tikâdî ve amelî hususlarda, İmâm-ı A’zam Ebû Hanîfe hazretlerinin mezhebindedir. Mâlikî, Şâfiî ve Hanbelî mezheblerinde bulunanlar ise, i’tikâdda Ebü’l-Hasen Eş’arî hazretlerine tâbi olmuşlardır. Ebü’l-Hasen Eş’arî, Şâfiî mezhebinde idi.” [Taşköprüzâde, Miftâhu’s-Seâde/Mevzûâtü’l-Ulûm]
EHL-İ SÜNNET İ’TİKÂDINA DÂİR [21 Mart 2016 – 12 Cemâzil-âhır 1437 Pazartesi]
Bilindiği gibi, Peygamber Efendimiz Muhammed (aleyhis-selâm)ın ve Eshâbının (aleyhimür-rıdvân) yolunda bulunanlara, onların bildirdikleri i’tikâd üzere inananlara “Ehl-i Sünnet” denilir.
Allahü teâlâ, müslümânlardan, Peygamber Efendimizin inandığı ve bildirdiği gibi îmân etmelerini istemektedir. Peygamber Efendimiz bir tek îmân bildirmiştir. Eshâb-ı kirâm’ın hepsi, Resûlullah’ın bildirdiği gibi inanmış, i’tikâdda (inançta) hiçbir ayrılıkları olmamıştır.
Peygamberimizin vefâtından sonra insanlar, İslâmiyeti Eshâb-ı kirâmdan işiterek ve sorarak öğrenmişlerdir. Hepsi aynı îmânı (Ehl-i sünnet i’tikâdını) bildirmişlerdir. Eshâb-ı kirâm bu îmân bilgilerini, kendilerinden hiçbir şey katmadan, Resûlullah Efendimizden öğrendikleri gibi nakletmişlerdir.
Eshâb-ı kirâm, bu saf ve doğru îmânı, kendilerinden sonra yaşayan ve “Tâbiîn” denilen müslümânlara öğretmişlerdir. Tâbiîn de, öğrendikleri bu bilgileri kitaplara geçirmişlerdir. Sonra gelen “Tebe-i Tâbiîn” ve daha sonra gelenler (“Etbâ-ı Tebe-i Tâbiîn”), bunlardan ve bunların kitaplarından bu bilgileri öğrenmişler, kendilerinden sonra gelenlere nakletmişlerdir. Böylece Ehl-i Sünnet bilgileri, bugüne kadar nakil ve tevâtür yoluyla doğru olarak bizlere kadar gelmiştir.
Eshâb-ı kirâmın, Peygamber Efendimizden naklen bildirdiklerini, olduğu gibi, hiçbir şey ekleyip çıkarmadan kabûl edip onlar gibi inananlara “Ehl-i sünnet ve’l-cemâat fırkası” veya “Fırka-i nâciye”; bu doğru ve asıl (hakîkî) İslâmiyet yolundan ayrılanlara da, “bid’at fırkaları” veya “Fırak-ı dâlle (dalâlet fırkaları, bozuk-sapık yollar)” denildi. Ehl-i sünnet ve cemâat fırkasında olanlara kısaca “Sünnî”, bid’at fırkalarında olanlara “Mübtedi’”, “bid’at sâhibi” denir.
Resûl-i Ekrem Efendimiz, müslümânların yetmiş üç fırkaya ayrılacaklarını, bunlardan kendisinin ve Eshâbının yolundan gidenlerin (Ehl-i Sünnet ve cemâat i’tikâdında olanların) Cehennem’den kurtulacaklarını haber vermiştir. Hadîs-i şerîfte; “İsrâiloğulları, yetmiş bir fırkaya ayrılmıştı. Bunlardan yetmişi Cehenneme gidip, ancak bir fırkası kurtulmuştur. Nasârâ (yâni hıristiyânlar) da, yetmiş iki fırkaya ayrılmıştı. Yetmiş biri Cehenneme gitmiştir. Bir zaman sonra benim ümmetim de yetmiş üç fırkaya ayrılır. Bunlardan yetmiş ikisi Cehennem’e gidip, yalnız bir fırka kurtulur” buyurulmuştur.
Eshâb-ı kirâm, bu fırkanın kimler olduğunu sorduğunda; “Cehennem’den kurtulan fırka, Benim ve Eshâbımın gittiği yolda gidenlerdir” buyurmuştur.
Mezhepler târihi ile ilgili kitaplarda bildirildiğine göre, hadîs-i şerîfte bildirilen yetmiş iki bozuk fırkanın hepsi geçmiş asırlarda ortaya çıkmış, pek çoğu unutulup gitmiştir. Bunlardan Hâricî, Râfızî ve Bâtınî gibi bâzıları meşhûr olmuş, bunlar da kendi aralarında çeşitli kollara ayrılmışlardır. Bu fırkalar, zamanla siyâsî, felsefî ve yabancı tesirlerle çeşitli değişikliklere uğramış ve doğru yoldan ayrılmışlardır. Yalnız Ehl-i Sünnet âlimlerinin bildirdikleri i’tikâd ve amel bilgileri, hiç değişmeden ve bozulmadan zamanımıza kadar gelmiş, aradan asırlar geçmesine rağmen, red ve inkâr edilmez vasıflarını muhâfaza etmiştir.