Pazar, Kasım 24, 2024
Genel

Hazret-i Fâtıma Vâlidemizin Üstünlüğü

Bundan önceki iki makâlemizde Ehl-i Beyt’in birincisi olan Hazret-i Alî Efendimizden bahsettik; bugün de Ehl-i Beytin ikincisi olan Hazret-i Fâtımetü’z-Zehrâ(radıyallahü anhâ)’dan bahsedelim.

Hazret-i Fâtımetü’z-Zehrâ (radıyallahü anhâ): Resûlullah’ın (aleyhis-selâm), Hazret-i Hadîcetül-Kübrâ’dan olan dört kızından en çok sevdiği kızı. Hicretten 13 yıl evvel Mekke’de doğdu. Hicretin ikinci yılında Hazret-i Ali ile evlendirildi. O zaman Hazret-i Ali yirmibeş, Hazret-i Fâtıma da onbeş yaşına gelmiş idi. Resûlullah’ın (s.a.v.), soyu yalnız Hazret-i Fâtıma’dan olan Hz. Hasan ve Hüseyin’le devâm etti. Hazret-i Fâtıma’nın Hasan, Hüseyin, Muhsin isminde üç oğlu ile iki kızı oldu. Muhsin küçük yaşta vefât etti.

Hazret-i Alî, Hazret-i Fâtıma, Hasan ve Hüseyin’e (r. anhüm) “Ehl-i Beyt”, veya “Âl-i Âbâ” denir. Kitaplarda, “Hazret-i Fâtıma, Hazret-i Meryem’den sonra, bütün kadınların en üstünüdür” kaydı vardır.

Aklı, zekâsı, hüsn-i cemâli (güzelliği), zühdü (dünyâya düşkün olmaması), takvâsı (harâmlardan kaçınması) ve güzel ahlâkı ile bütün insanlara çok güzel bir örnektir. Yüzü pek beyaz ve parlak olduğundan “Zehrâ” denildi. Zühd ve dünyâdan kesilmekte çok ileri olduğu içindir ki; “Betûl=Çok temiz” demişlerdir. Âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîfler ile medh olundu.

Resûlullah’ın (s.a.v.) vefâtından sonra güldüğü hiç görülmemiştir. Peygamberimizden sonra, altı ay daha yaşayıp hicrî onbirinci yılda Ramazan-ı Şerif’in 3. günü vefât etti.

Hazret-i Fâtıma, Resûl-i ekreme (s.a.v.), Peygamberliği bildirildiği sene, dünyâyı teşrîf etmişlerdir. En küçük kızları idi. Annesi Hazret-i Hadîce, Resûlullah’ın (s.a.v.) ilk zevcesidir (hanımıdır). Hazret-i Hadîce çok zengin, âlim ve akıllı idi. Bütün malını Resûlullah’a bağışladı. Yirmidört-yirmibeş sene O’na çok iyi hizmet etti. Hicretten üç yıl önce, altmışbeş yaşında Mekke’de vefât etti. İlk îmâna gelen hür kadındır.

Şimdi Ehl-i Beyt’le ilgili bir menkıbe anlatalım:

İmâm Hasen ve İmâm Hüseyin (r. anhümâ) küçük iken hastalanmışlardı. Pederleri ve vâlideleri Fâtımatüz-Zehrâ ve hizmetçileri Fıdda, çocuklar iyi olunca, üçü de, onlar hasta iken adadıkları orucu tuttular. Birinci gün, iftâr için hâzırladıkları yemeği, o esnâda kapılarına gelen bir miskîne [fakîre] vererek, yemek yemeden [sâdece su ile iftâr ve sahûr yaparak] ikinci günün orucuna başladılar. O akşam iftârlığını da, yine o sâatte kapıya gelip “Allah için bir şey verin” diyen bir yetîme verdiler. O gece de yemek yemeden [yine sâdece su ile iftâr ve sahûr yaparak], üçüncü günün orucuna başladılar. O akşam dahî [ya’nî 3. akşam da], kapılarına gelen bir esîri boş çevirmemek için, iftârlıklarını ona verdiler.

Bunun üzerine âyet-i kerîme geldi ve Allahü teâlâ buyurdu ki; “Bunlar, adaklarını yerine getirdiler. Uzun ve sürekli olan kıyâmet gününden korktukları için, çok sevdikleri ve canlarının istediği yemekleri miskîn, yetîm ve esîre verdiler. ‘Biz bunları, Allahü teâlânın rızâsı için yedirdik. Sizden karşılık olarak bir teşekkür, birşey beklemedik, bir şey istemeyiz’ dediler. Bunun için Cenâb-ı Hak, onlara şerâb-ı tahûr içirdi.”

Ehl-i Beyt-i Nebevî’yi sevmek, âhirete îmân ile gitmeye, son nefeste selâmete kavuşmaya sebep olur. Server-i âlem (s.a.v.) bir hadîs-i şerîfte buyurdu ki: “Ehl-i beytim, Nûh aleyhisselâmın gemisi gibidir. Onlara tâbi olan, selâmet bulur. Geri kalan helâk olur.”

Bir hadîs-i şerîfte de buyuruldu ki: “Kızım Fâtımayı, Ali’ye vermeyi, Rabbim bana emr eyledi. Allahü teâlâ, her Peygamberin sülâlesini kendinden, benim sülâlemi ise, Ali’den (radıyallahü anh) halk buyurmuştur.”

Hazret-i Fâtımetü’z-Zehrâ (radıyallahü anhâ)’nın fazîleti

Abdullah İbn-i Mes’ûd (radıyallahü anh) der ki: Resûlullahın (s.a.v.), Kureyş’e bedduâ ettiğini aslâ işitmedim. Yalnız bir gün, Kâ’be-i şerîfe yanında namaz kılıyordu. Ebû Cehil, kendi adamlarıyla bir yerde oturuyorlardı. O sırada, bir kimse gelip ölmüş bir deve işkembesini oraya bıraktı. Ebû Cehil, “Bu kan ile bulaşmış işkembeyi, kim götürüp Muhammed (s.a.v.) secdeye inince sırtına koyar” dedi.

Onların içinde en ziyâde bedbaht olan Ukbe bin Ebî Muayt, bu çirkin işe girişip onu Hâce-i âlem secdede iken üstüne koydu.

Resûlullah (s.a.v.) secdeden kalkmadı. O bedbahtlar gülüştüler. O kadar ki, gülmekten birbirlerinin üzerlerine düştüler. İbn-i Mes’ûd (radıyallahü anh) der ki; Ben uzaktan bakardım. Müşriklerin korkusundan, Resûlullah’ın yanına varamadım.

Nihâyet bir kimse, Hazret-i Fâtıma’ya haber verdi. Fâtıma (r. anhâ) gelip onu Resûl-i ekremin üzerinden kaldırdı. Peygamberimiz (s.a.v.) namazdan kalkınca üç kerre “Yâ Rabbî! Kureyş’i sana havâle ediyorum” buyurdu. Bir rivâyette isimlerini söyleyip “Yâ Rabbî! Bunları, Sana bırakıyorum” buyurdu.

İbn-i Mes’ûd (radıyallahü anh) der ki: Allah hakkı için, onları Bedir günü gördüm, hepsini katl edip ayaklarından sürüyerek Bedir kuyusuna attılar. Ümeyye ve Amr’ı ise parça parça ettiler. Ammâr ve Velîd’i çok fecî şekilde öldürüp Cehennem’e gönderdiler.

Nikâhlanmaları

Fâtımatüz-Zehrâ (r. anhâ), küçük yaşta iken, annesi Hadîcetül-Kübrâ (r. anhâ) vefât ettiği için, Resûlullah (s.a.v.) bulûğ yaşına kadar onu yanından ayırmadı. Onu en iyi şekilde yetiştirip terbiye etti. Birgün Hazret-i Fâtıma bir hizmet için, Resûl-i ekremin (s.a.v.) huzûruna girmişti. Resûlullahın (s.a.v.) mübârek nazarları kerîmelerine ilişti. Evlenme çağına eriştiğini müşâhede ettiler.

Nikâhları hicretin ikinci senesinde vâki oldu. Ümmü Seleme ve Selmân (r. anhümâ)’dan rivâyet olunmuştur ki: Hazret-i Fâtıma bülûğ çağına erdiğinde, Kureyşten çok kimse onu istediler. Resûl aleyhisselâm kimsenin sözüne iltifât etmeyip “Onun işi, Hak teâlânın buyruğuna bağlıdır” buyurdu.

Birgün Ebû Bekir, Ömer ve Sa’d İbn-i Muâz (r.anhüm) mescidde oturup dediler ki: “Hazret-i Fâtımayı, Hz. Ali’den gayri herkes istedi. Kimseye iltifât olunmadı.”

Hazret-i Sıddîk dedi ki: “Zannederim ki, İmâm Ali’ye nasip olur. Talep etmediği, küçük olduğundandır. Gelin varalım, İmâm Ali’yi ziyâret edelim. Bu mes’eleyi açalım. Eğer fakîrliği özür olarak ileri sürerse, ona yardım edelim.”

Sa’d (radıyallahü anh): “Yâ Ebâ Bekir, sen hep hayır yaparsın. Sen kalk, biz sana arkadaş olalım” dedi. Üçü mescidden çıkıp İmâm Ali’nin evine gittiler. İmâm Ali (radıyallahü anh) devesini alıp hurmalığa gitmiş, ensârdan bir kimsenin hurmalığına su verir idi. Onları gördü. Karşılayıp hâllerini suâl etti.

Ebû Bekir (radıyallahü anh): “Yâ Ali! Her hayırlı işte sen öndersin ve Resûl-i ekrem (s.a.v.) katında bir mertebedesin ki, hiç kimseye nasîb olmamıştır. Fâtımayı (r. anhâ), herkes talep etti. Hiç kimseye iltifât olunmadı, öyle zannediyoruz ki, sana nasîb olur. Niçin talep etmezsin?

Hazret-i Ali (radıyallahü anh), bunu işitince, mübârek gözleri yaşla doldu. “Yâ Ebâ Bekir, ateşimi ziyâde ettin. Ona benden daha çok rağbet eden yoktur. Lâkin elimin darlığı buna mânidir” dedi.

Ebû Bekir (radıyallahü anh): “Böyle söyleme, Allahü teâlâ ve Resûlünün yanında dünyâ bir şey değildir. Buna fakîrlik mâni olamaz. Var talep eyle” dedi.

İmâm Ali (radıyallahü anh) devesini çözdü, hânesine geldi. Peygamberimiz (s.a.v.), Ümmü Seleme’nin (r. anhâ) evinde idi. Nalınını giydi, gelip kapıyı çaldı. Ümmü Seleme’ye (r. anhâ), Resûlullah (s.a.v.) buyurdu ki: “Kapıyı aç, gelen o kimsedir ki, Allahı ve Resûlünü (s.a.v.) sever. Onlar da onu severler.”

Ümmü Seleme (r. anhâ), “Yâ Resûlallah! (s.a.v.) Gelen kimdir ki hakkında böyle şehâdet edersin? Resûlullah (s.a.v.): “Kardeşim ve amcamoğlu Ali’dir” buyurdu.

“Sür’atle kapıya gittim. Az kaldı, yüzüm üzere düşecektim. Kapıyı açtım. Ben hareme girmeyince içeri girmedi. Sonra girip:

“Es-selâmü aleyke Yâ Resûlallah ve berekâtüh” dedi. Resûlullah (s.a.v.):

“Ve aleykes-selâm ve rahmetullahi ve berekâtüh” diye cevap buyurdu, yanında yer gösterdi. İmâm Ali mahcup vaziyette, başını aşağı eğip oturdu.

Resûlullah (s.a.v.) buyurdu ki:

“Yâ Ali! Öyle zannederim ki, bir murâdın var. Lâkin söylemeye hicâb edersin. Hicâb etme. Her ne dilersen söyle. Maksûdun hâsıl olur.”

İmâm Ali (radıyallahü anh): “Yâ Resûlallah! Anam ve babam sana fedâ olsun. Hazretine mâlumdur ki, babam Ebû Tâlib ve anam Fâtıma bint-i Esed, beni, senin hizmetine verip sana teslîm eylediler. Senin hizmetinle şeref bulduk. Beni zâhiren ve bâtınen terbiye ettin. Hazretinden gördüğüm ihsânı, babamdan ve anamdan görmedim. Senin bereketinle, âbâ ve ecdâdımın tuttukları bâtıl yoldan halâsla sırât-ı müstakîm üzere olmama sebep oldun. Benim hayâtımın sermâyesi sensin. Şimdi ricâm odur ki, hiç bir mûnisim ve dert ortağım yoktur. Bir müddetten beri hâtırımdadır ki, küstâhlığa cür’et edip, Fâtıma’yı (r. anhâ) talep edeyim.”

Ümmü Seleme (r. anhâ) der ki: “Resûlullah’a (s.a.v.) baktım. Îmâm Ali (radıyallahü anh) böyle deyince tebessüm etti ve buyurdu ki: “Hiç evlenmeğe lâzım olan nesnen var mıdır?”

İmâm Ali (radıyallahü anh): “Yâ Resûlallah! Benim hâlimi senden gayri kimse bilmez. Bir kılıcım, bir de devem vardır. Gayri nesnem yoktur. Resûlullah (s.a.v.) buyurdu ki: “Kılıcın gazâya lâzımdır. Deven bineğindir. Seninle cübbeye anlaşalım ve sana müjdeler olsun…”

Peygamberimizin mübârek kalblerine, “Eğer ‘Fâtıma’nın annesi hayâtta olsa idi, şimdi çeyizini hâzırlamış idi. Kızı Fâtıma hazretlerine muhabbeti fazla idi. Çünkü zâhide idi (Ya’nî dünyâya düşkün değildi.) Ayrıca, annesi Hadîcetül-Kübrâ’ya çok benzerdi’ düşüncesi geldi.

Gerekli hâzırlıklar yapılıp nikâh akdolundu.  Sonra Resûlullah (s.a.v.) belîğ bir hutbe okudu [ya’nî hitâbede bulundu].

Hazret-i Ali, Resûl aleyhisselâmın huzûrundan gayet sürûr ile çıkıp mescide vardı. Ebû Bekir ve Ömer (r. anhümâ) Ne haber getirdin? diye suâl ettiler. Buyurdu ki: Peygamber aleyhisselâm ricâmı kabûl etti. Onlar da meclise gittiler.

Hazret-i İmâm Ali buyurdu ki: “Bunun üzerinden bir ay geçti. Bu husûsta mecliste hiç konuşulmadı. Ben de hicâbımdan (utandığımdan) ağzımı açamadım. Amma bazen beni tenhâda görüp buyururlardı ki; “Senin hâtûnun ne iyi hâtûndur. Sana müjdeler olsun ki, O, âlemdeki hâtûnların seyyidesidir.”

Bir aydan sonra, Resûlullah (s.a.v.), Ümmü Eymen’e Hazret-i Ali’yi da’vet etmesini emretti. İmâm Ali (radıyallahü anh) geldi, mecliste olan hâtûnlar kalkıp çıktılar. Hazret-i Ali başını önüne eğip oturdu. Resûlullah (s.a.v.): “Zevceni ister misin yâ Ali?” buyurdu.

Ali (radıyallahü anh): “Evet Yâ Resûlallah! Anam ve babam sana fedâ olsun” dedi.

Resûl-i Ekrem (s.a.v.) emir buyurdu. Fâtıma (r. anhâ)’nın çeyizini tamâm ettiler.

Hz. Ali’ye bir miktar para verip hurma ve yağ almasını söyledi.

Hz. Ali “beş dirhemle hurma, dört dirhemle yağ aldım. Resûlullahın huzuruna getirdim. Mübârek elini yeninden çıkardı. Deriden bir sofra istedi. Hurma, yağ ve yoğurdu karıştırıp bir çeşit yemek yaptı ve “Yâ Ali var, kimi bulursan getir” dedi.

İmâm Ali dışarı çıktı, çok insanlar gördü. Hepsini davet etti ve içeri girip, “Yâ Resûlallah! Halk çoktur” dedi.

Resûlullah (s.a.v.): “Onları onar onar içeri getir, taâm (yemek) yesinler” dedi. Öyle yaptı. Hesâb ettiler, erkek ve kadından yediyüz kimse yemek yemişler ve doymuşlar idi. Fâtıma (r. anha)’nın velîmesi tamâm olup, Resûlullah (s.a.v.), bir eliyle İmâm Ali’yi, diğer eliyle de Fâtıma’yı (r. anhâ) alıp evlerine götürdü. Fâtıma’yı (r. anhâ) bağrına bastı. Alnından öptü. Hazret-i Ali’ye teslim etti ve “Zevcen iyi zevcedir” buyurdu. Hazret-i Fâtıma’ya da “Erin iyi erdir” dedi. Her ikisini, Hak teâlâya ısmarladı. Sonra mübârek eliyle kapının iki kanadını tutup, bereket ile duâ eyledi ve çıkıp gitti.

Birkaç gün sonra Peygamberimiz, onların ziyâretlerine gitti. Hazret-i Ali buyurdu ki: “Resûlullahın (s.a.v.), hânemizi teşrîf buyurduğu gün, gerdekten dört gün geçmiş idi. Bizimle sohbet eyledi.”

Sonra bana dedi ki: “Yâ Ali! Su getir.” “Kalktım su getirdim.” Bir âyet-i kerîme okudu ve “Bu sudan biraz iç. Bir miktar kalsın” dedi. “Öyle yaptım. Kalan suyu başıma ve göğsüme serpti.”

Tekrar “Su getir” buyurdu. Yine su getirdim. Bana yaptığı gibi, Fâtıma’ya (r. anhâ) da yaptı.

Sonra beni dışarı gönderdi. Fâtıma’ya benden suâl eyledi. Fâtıma (r. anhâ) dedi ki: “Babacağım, bütün kemâl sıfatlar kendisinde mevcûttur. Lâkin, bazı Kureyş hâtûnları bana “Senin erin fakîrdir” diyorlar.”

Resûlullah (s.a.v.) buyurdu ki: “Ey kızım! Senin baban ve helâlin fakîr değildir. Bütün yer ve gök hazîne ve defînelerini bana arz ettiler. Kabûl etmedim. Allahü teâlânın katında makbûl olanı kabûl ettim. Ey kızcağızım! Eğer benim bildiğimi, sen bilseydin, dünyâ senin nazarında hor ve aşağı olurdu. Allahü teâlânın hakkı için, erin sahâbenin evvelidir. İslâm’da büyüğüdür. İlimde en derinidir. Ey kızım! Allahü teâlâ, Ehl-i Beyt’ten iki kimse ihtiyâr etti. Biri baban ve biri helâlindir. Zinhâr, ona isyân eyleme ve emrine muhâlefet etme.”

Resûlullah (s.a.v.), kızına nasîhat ettikten sonra Ali’yi (radıyallahü anh) davet etti. Ona da Fâtıma’yı (r. anhâ) ısmarladı. “Yâ Ali! Fâtıma’nın hâtırına riâyet eyle. O benden bir parçadır. Onu hoş tut. Eğer onu üzersen, beni üzmüş olursun” buyurdu; ikisini de Allahü teâlâya ısmarladı.

Sonra kalkıp gitmeğe azîmet etmişti ki:

Fâtıma (r. anhâ), “Yâ Resûlallah! İçerinin hizmetini ben görürüm. Dışarısının hizmetini de Ali (radıyallahü anh) görür. Bana bir câriye ihsân ederseniz, bana bazı işlerimde yardımcı olur. Beni memnûn edersiniz” dedi.

Resûlullah buyurdu ki: “Ey Fâtıma! Sana hizmetçiden daha iyi bir şey mi in’âm edeyim. Yoksa hizmetçi mi ihsân edeyim?”

Fâtıma (r. anhâ) “Hizmetçiden iyisini ihsân eyle” dedi. Resûlullah (s.a.v.) buyurdu ki: “Hergün otuzüç kerre (Sübhânallah), otuzüç kerre (El-hamdü lillah), otuzüç herre (Allahü ekber), bir kerre de (Lâ ilâhe illallahü vahdehû lâ şerîke leh. Lehül-mülkü ve lehül-hamdü ve hüve alâ külli şey’in kadir” söyle. Hepsi yüz kelimedir. Kıyâmette bin hasene (iyilik) bulursun. Mîzân’da hasenâtın ağır gelir.”

Bunları söyleyip, evimizden çıkıp, seâdetle gittiler.

Hazret-i Fâtıma, Ali’yi (radıyallahü anh) üzecek ve gadap verecek bir şey yapmadı. Aslâ emrine muhâlefet etmedi. Hazret-i Ali de Fâtıma’nın gönlünü kıracak bir harekette bulunmadı.

Abdullah İbn-i Abbâs (r.a.)’ın bildirdiği hadîs-i şerîfte, Resûlullah (s.a.v.): “Ben ilmin terâzîsiyim. Ali bu terâzînin kefeleri, Hasan ve Hüseyin ipleri, Fâtıma kefelerin asıldığı demiri ve benden sonra gelen halîfeler düşey demirdir. Bu terâzî ile dostlarımızın amelini tartarlar” buyurdu.

Eshâb-ı kirâma hitâben: “Size, dede ve nine bakımından insanların en şereflilerinin kimler olduğunu haber vereyim mi?” buyurdu. Yâ Resûlallah! (s.a.v.) haber verin dediler. Buyurdu ki: “Hasan ve Hüseyin’dir. Çünkü dedeleri, Allahın peygamberi, nineleri Hadîcetül-Kübrâ’dır.” Sonra: “Baba ve anneleri bakımından insanların en üstününü haber vereyim mi?” buyurdular. Eshâb-ı kirâm: “Yâ Resûlallah! Buyurun dediler. Resûlullah (s.a.v.) “Babaları Ali bin Ebî Talib, anneleri Fâtıma bint-i Resûl (s.a.v.) olan Hasan ve Hüseyin’dir” buyurdular.

Hazret-i Osman, bir gün Resûlullaha (s.a.v.) ziyâfet vermişti. Hazret-i Ali ziyâfetten çıkıp eve geldi. Hazret-i Fâtıma, Hazret-i Ali’yi üzüntülü gördü. Sebebini sordu. Hazret-i Ali “Yâ Fâtıma! Biz de biraz zengin olup da, Resûlullahı (s.a.v.) da’vet etseydik. Bugün Hazret-i Osmân da’vet etti. Fâtımatüz-Zehrâ (r. anhâ): “Biz de da’vet edelim” dedi. Hazret-i Ali: “Ey Habîbullahın kerîmesi! Ne ikrâm ederiz, hangi yemekleri veririz?” dedi. Hazret-i Fâtıma: “O, Allahü teâlânın sevgilisidir. Hak teâlâ O’na yemek verir” dedi.

Hazret-i Ali, Resûlullahın huzûruna vardı: “Yâ Resûlallah! Kerîmeniz Fâtıma, sizi evine da’vet ediyor” dedi.

Resûlullah (s.a.v.): “Yalnız beni mi, yoksa Eshâbımla beraber mi çağırıyor” buyurdu. Hazret-i Ali: “Eshâb-ı kirâm da beraber buyursunlar” dedi. Resûlullah (s.a.v.), Eshâbı ile kalkıp, Hazret-i Fâtıma’nın evini teşrîf ettiler. Fâtımatüz-Zehrâ (r. anhâ): “Yâ Rabbi! Biliyorsun, Habîbin ve Eshâbı, bu miskînin evini şereflendirdiler. Onlara ikrâm edecek bir şeyim yok. Sen onlara ihsân, ikrâm et, ni’metler ver!” diye duâ etti.

Bir tenceresi vardı. Ocağa koydu. Hak teâlâ, lutfederek tencereyi yemekle doldurdu. Hazret-i Fâtıma, bu yemeği Resûlullahın huzûruna götürdü. Eshâb-ı kirâm ile beraber yediler. Resûlullah (s.a.v.) “Bu, Cennet yemeklerindendir” buyurdu.

Hazret-i Fâtıma odasına girip Hak teâlâya şükür secdesi etti. “Yâ Rabbi! Kölem yok ki âzâd edeyim. Bu ümmetin günahkârlarından bir kısmının Cehennem ateşinden âzâd edilmesini istiyorum, diye duâ etti. Hemen Cebrâîl (aleyhisselâm) geldi:

“Yâ Resûlallah! Kızın Fâtıma, ümmetinin günahkârları için münâcât etti. Hak teâlâ, sana selâm söyledi ve “Fâtıma’nın evine gelen yüz erkek ve yüz kadından her birinin her adımına Cehennemden bir kişiyi âzâd etti” buyurduğunu haber verdi.

Bir hadîs-i şerîfte buyuruldu ki: “Fâtıma benim bir cüz’ümdür. (Yâni benden bir parçadır), onu kızdıran, beni incitir.” Ebû Hüreyre (radıyallahü anh) diyor ki: Peygamberimiz (s.a.v.), İmâm Ali’ye (radıyallahü anh) karşı buyurdu ki: “Fâtıma bana senden daha sevgilidir. Sen bana ondan daha azîzsin, ya’nî kıymetlisin!”

Peygamberimizin vefâtında Hazret-i Fâtıma ne yaptı?

Peygamberimiz (s.a.v.) hastalığı şiddetlenince, Hz. Fâtıma’yı istedi. Gelince sînesine çekip, kulağına bir söz söyledi. Fâtıma (r. anha) ağladı. Sonra birşey daha söyledi. Sevindi.

Âişe (r. anhâ), bu hâdiseyi bildirir, der ki: “Ey Fâtıma, bir anda hem üzülmek, hem de sevinmek görmedik. Bunun sebebi nedir?” “Resûlullahın sırrını beyân etmek câiz değildir” dedi.

Resûlullah (s.a.v.) âhirete gittikten sonra, o sözler ne idi, diye sordum. Cevâbında: “Resûlullah (s.a.v.) bana buyurmuştu ki: “Cebrâîl aleyhisselâm her sene bana bir kerre Kur’ân-ı kerîmi arz ederdi. Bu sene iki kerre arz etti. Anladığıma göre ecelim yaklaşmıştır.” Ben bunun için ağladım. Sonra bana: “Ehl-i beytimden en önce sen bana gelir, kavuşursun.” Buyurdu, onun için sevindim” dedi.

Resûlullahın vefât günü, Hak teâlâ, Azrâîl aleyhisselâma “Git, Habîbimden izin iste. Eğer izin verirse, mübârek rûhunu kabzeyle, izin vermezse geri dön” buyurdu. Azrâîl aleyhisselâm, yardımcılarından bin melek ile, cevâhirle süslü elbiseler giyip geldiler. Azrâîl aleyhisselâm köylü kıyâfetinde hücre kapısında durup: “Esselâmü aleyküm yâ Ehle Beytin-nübüvveti ve ma’denir-risâleti izin var mıdır içeri girmeğe, Allahü teâlâ size rahmet eylesin” dedi.

O vakit Hz. Fâtıma, Resûlullahın (s.a.v.) yastığı kenarında oturur idi. Hz. Âişe, yâ Fâtıma cevap ver dedi. Fâtıma (r. anhâ) kapıya gelip “Allahü teâlâ, senin gelişine ecirler versin. Babam şimdi hâliyle meşgûldür, içeri girmek müyesser değildir” dedi.

Yine tekrâr izin istedi, yine evvelki cevâbı verdi. Üçüncüde, yüksek sesle izin istedi. Bütün Ehl-i beyt onun heybetinden korktular. Titremeğe başladılar.

O zaman Resûlullah (s.a.v.) kendinden geçmiş idi. Uyanınca “Ne oluyor?” buyurdu. Bir köylü kapıda durup izin ister, ne kadar özür dilediysek, kabûl etmedi, dediler.

Resûlullah (s.a.v.): “O, köylü değildir. Melekül-mevt ve lezzetleri yıkıcıdır” buyurdu.

Fâtıma (r. anha) bunu işitip: Vâh Medîne harâb oldun dedi. Çok ağladı. Sonra, Hz. Fâtıma’nın elini tutup, mübârek göğsüne koydu. Bir zaman mübârek gözlerini açmadı. Hâzır olanlar, mübârek rûhunun kabz olunduğunu sandılar. Hz. Fâtıma, mübârek ağzını, Resûlullahın (s.a.v.) kulağına getirip Ey babacığım! dedi. Ondan cevap gelmedi. “Canım sana fedâ olsun. Bana bak ve bir söz söyle” dedi. Resûlullah (s.a.v.) mübârek gözünü açıp: “Kızım, bir miktar sabr eyle. Ağlama, zira Hamele-i Arş, senin ağlaman için ağlaşırlar” buyurdu. Sonra mübârek eliyle Hz. Fâtıma’nın gözlerinin yaşını sildiler. Teselli verip, Allahü teâlâdan sabır vermesini istediler ve “Ey kızım, benim rûhum kabz olacak. İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi râciûn, diyesin. Ey Fâtıma, gelen her musîbete bir karşılık verilir” buyurdu. Kızının bu halini görünce Onu teselli etmek için “Babanın çekeceği sıkıntı, ancak bu kadardır. Başka hiç bir sıkıntı görmez” buyurdu. Sonra mübârek gözlerini kapadı. Hz. Fâtıma! Âh Babacığım, dedi.

Resûlullah (s.a.v.) buyurdu ki: “Bundan sonra babana üzüntü ve gussa olmaz. Zira fânî âlemden ve mihnet yerinden kurtuluyor’’.

Fâtıma ile konuşma tamâm olunca, Hz. Âişe’yi çağırarak ona da nasîhat ettiler. Fâtıma’ya (r. anha) “Oğlum Hasan ve Hüseyin’i getir” buyurdular. Geldiklerinde, Resûlullahı bu hâlde görünce, o kadar ağlaştılar ki mecliste bulunanların yürekleri yandı. Hasan’ın (radıyallahü anh) yüzünü mübârek yüzüne koydu. Hz. Hüseyin’in yüzünü mübârek sînesine koydu. Resûlullah Onlara şefkatle baktı. Alınlarını öptü. Ta’zîm ve tekrîm etti. Hz. Fâtıma, Resûlullah (s.a.v.) vefât edince “Ey benim babam, Cebrâîl aleyhisselâm kime gelir. Vahy kime getirilir? Yâ Rabbî! Benim cânımı al da, Resûlün ile olayım” diyerek mersiyeler söyledi.

Hazret-i Fâtımatüz-Zehrâ’nın Vefâtı

Hazret-i Fâtıma, Resûlullah (s.a.v.) vefât ettikten sonra hiç gülmemiştir. Ayrılık ateşi ile dâimâ yanmış ve Resûlullah (s.a.v.) efendimizin verdiği müjde zamanını bekler olmuştur. Gündüzleri oruç tutarak geceleri ibâdetle geçirmiştir.

Vefât edeceğine yakın: “Ölünce beni, erkekler arasına perdesiz çıkaracaklarını düşünerek çok utanıyorum” buyurmuştu. O zaman kadınları tabuttan kefene sarılı olarak perdesiz çıkarmak âdet idi. Esmâ binti Umeyr, (r. anhâ) buyuruyor ki: “Habeşistân’da iken hurma dallarını çadır gibi ördüklerini görmüştüm” dedim. Hz. Fâtıma “Bunu yanımda yap da göreyim” dedi. Esmâ yaparak gösterdi, çok hoşuna gitti ve duâ etti. Öldükten sonra beni sen yıka, Ali de bulunsun. Başka kimse içeri girmesin diye vasiyet etti. İşte bunun için Hz. Ali cenazesine kimseyi çağırmadı.

Hz. Fâtıma, Resûlullahın (s.a.v.) vefâtından altı ay sonra, Ramazan-ı şerîfin 3. Salı gecesi akşam ile yatsı arasında vefât etmiştir. Vefâtında yirmidört yaşında idi.

Bir habere göre, Hz. Abbâs (radıyallahü anh), Ehl-i beytden birkaç kişi ile cenâze namazını kılıp gece defn ettiler. Başka haberlere göre, ertesi gün Ebû Bekr-i Sıddîk, Ömerül-Fârûk ve birçok sahâbî hasta ziyâreti için, Hz. Ali’nin evine geldiler. Vefâtını anlayınca bize niçin haber vermedin? Namazını kılardık. Hizmetini görürdük, diyerek üzüldüklerini bildirdiler. Hz. Ali, kendisini erkeklerin görmemesi için, gece defn olunmasını vasiyet ettiğini, vasiyeti yerine getirmek için böyle yapıldığını söyliyerek, özür diledi.