Hazret-i Ali’nin, Sevgili Peygamberimize, İslâmiyete ve Müslümânlara Hizmetleri
Geçen haftaki makâlemizde, denizden damla misâli Hazret-i Ali’den bahsetmiştik. Bu haftaki makâlemizde, O’nun, Sevgili Peygamberimize, İslâmiyete ve müslümânlara hizmetleri ile ilminden ve ahlâkî fazîletlerinden de birer nebze bahsedelim.
Hazret-i Ali vahy kâtiblerindendi. Peygamberimizin mektûblarını da yazardı. Hudeybiye anlaşmasını da o yazmıştı. Resûlullah (aleyhisselâm), Eshâb-ı kirâm arasında iki defa kardeşlik akd edilmesini emir buyurdukları hâlde, hiç birinde Hazret-i Ali ile, bir başkası arasında akd buyurmayınca, Hazret-i Ali’nin “Beni unuttunuz mu?” suâline Peygamberimiz “Sen, dünyâda ve âhirette benim kardeşimsin” buyurdu.
Hazret-i Ali, âlîcenâbtı (cömertti), doğru söylerdi. İlmin menbaı, kaynağı sayılırdı. Dîndârları, müttekîleri severdi, fakîrlere yardım ederdi. Hazret-i Fâtıma ile evlenmiş ve Peygamber Efendimize damat olmuştur. Hazret-i Fâtıma’dan, Hasan, Hüseyin ve Ümmü Gülsüm isimlerinde üç evlâdı olmuştur.
Resûlullah, Hazret-i Ali ile Fâtıma, Hasan ve Hüseyin’i mübârek abâları ile örterek: “İşte bunlar, benim Ehl-i beytimdir. Yâ Rabbî, bunlardan kötülüğü kaldır ve hepsini temiz eyle!” buyurdukları bildirilmiştir. İşte bu Ehl-i beyt, “Âl-i Nebî” nâmıyla, kıyâmete kadar her mü’min tarafından, her namaz ve duâda yâd olunurlar.
Hazret-i Ali, fevkalâde belîğ, fasîh konuşurdu. Resûl-i Ekrem’den sonra Ali el-Murtazâ derecesinde belîğ hutbe tertip ve îrâd eden bir zât görülmemiştir. Arap lisânının ilk kâidelerini koyan zât da Hazret-i Ali’dir. Bir gün, Kur’ân-ı kerîm’in yanlış okunduğunu duymuş, bunun üzerine Arap gramerinin ana hatlarını ortaya koyarak buna mâni olmuştu. Zamanının en kudretli hatîblerinden biri idi. Her nutku bir şâheserdir. İslâmiyetin yayılmasında görülen hizmeti büyüktür. Bu vazîfeyi herkesten fazla muvaffakıyetle îfâ ederdi.
Kur’ân-ı kerîm lisânına herkesten daha ziyâde âşinâ idi. Kur’ân-ı kerîm’in belâğatine, i’câzına, hakîkatlerine herkesten daha ziyâde vâkıftı. Resûl-i Ekrem’den yayılan feyizlerin nûrlarına en evvel kavuşmuş olan Hazret-i Ali’nin nezîh rûhu idi. Onun en büyük bir müfessir olduğunda kimse şüphe etmezdi. Hâsılı Hazret-i Ali’nin Kur’ân-ı kerîme büyük bir vukûfiyeti vardı. Hattâ bir gün hutbe îrâd ederken cemâate hitâben: “Sorunuz! Bana ne sorar iseniz, size cevâbını veririm. Kitâbullah’dan bana sorunuz. Vallahi bir âyet yoktur ki, ben onun gecede mi, gündüzde mi, kırda mı, dağda mı nâzil olduğunu bilmiyeyim!..” diye buyurmuştu. Bu sebepten, hakkında birçok rivâyet olup anlaşılması güç mes’elelerde, onun rivâyeti tercîh edilmiştir. Hacc-ı Ekber’in, “Kurban Bayramı” olduğuna dâir olan rivâyeti, bunlardan biridir.
Hazret-i Ali, Ehl-i Beyt’ten olması sebebiyle, Peygamber Efendimizin sünnetine herkesten daha fazla vâkıf idi. Bu husûsta herkesin mürâcaat kapısı idi. Kendisinden 586 hadîs-i şerîf bildirmiştir. Bunlardan 20 tanesi, hem Sahîh-i Buhârî’de, hem de Sahîh-i Müslim’de vardır. Bundan başka 9 hadîs-i şerîf Buhârî’de, 15 hadîs-i şerîf Müslim’de, tamâmı da Ahmed bin Hanbel’in “Müsned” adlı kitâbında vardır.
Hazret-i Ali, Eshâb-ı kirâmın en büyük fıkıh âlimlerinden idi. Halledilemeyen konular ona havâle edilirdi. Peygamber Efendimiz, onu Yemen’e kâdî olarak gönderdi. “Yâ Resûlallah! Ben âlim değilim, Kâdîlık ahkâmını bilmem” dedi. Mübârek elini göğsüne koyup: “Yâ Rabbî! Kalbine hidâyet, diline doğruluk ver” diye duâ buyurdu.
Hazret-i Ali buyuruyor ki, bundan sonra, ben aslâ, iki kimse arasında hüküm vermekten şüpheye düşmedim. Resûl-i Ekrem “Yâ Alî! Benim deveme binip Yemen’e git. Falan dağdaki tepeye geldiğin zaman üzerine çık. Halkın seni karşıladıklarını göreceksin. O zaman ‘Ey taşlar, ey ağaçlar! Allahın Resûlü size selâm ediyor, diye söyle’” buyurdu. Hazret-i Ali oraya gidip selâmı teblîğ edince, yeryüzünde bir gürültü, uğultu koptu. Taşlar ve ağaçlar Resûl-i Ekrem’in selâmına: “Salât ve selâm, Allah’ın Resûlünün üzerine olsun” diye cevap verdiler. O tepede bulunanlar, bu hâli görünce, hepsi birden îmân ettiler.
Peygamber Efendimiz vefât edince, yıkayıp kefenleme vazîfesi, ona nasîb oldu. Definden sonra, halîfe seçilen Ebû Bekir’e bîat edip, ona devlet işlerinde yardımcı oldu ve kâdîlık (hâkimlik) görevlerinde bulundu. Hazret-i Ömer’in halîfeliğine de bîat edip, halîfenin danışmanı ve hâkimliğini yaptı. Hattâ Hazret-i Ömer buyurdu ki: “Şayet Hazret-i Ali olmasaydı, Ömer helâk olurdu.” Hazret-i Osmân’ın da halîfeliğine bîat edip, hilâfet işlerinde onun vezîrliğini yaptı. Hazret-i Osmân’ın şehîd olmasından evvel, gerek kendisi ve gerekse oğulları ile birlikte Hazret-i Osmân’ı korumak için gerekli tedbîrleri almıştır. Hazret-i Osmân’ın şehâdetini duyunca d,a oğullarının yüzlerine karşı: “Siz yaşarken, onun şehîd düşmesine nasıl imkân bıraktınız?” diye büyük bir teessürle hitâp etmiştir.
Hicretin kırkıncı yılının Ramazân-ı şerîf ayının onyedinci Cuma günü, sabâh namazına giderken, İbn-i Mülcem adlı bir hâricî tarafından, başına zehirli bir kılıçla vurularak yaralandı. İki gün sonra altmışüç yaşında iken, şehîd oldu. Techîz ve tekfîni, oğlu Hazret-i Hasan tarafından yapılmış ve namazı edâ olunduktan sonra Kûfe’nin kabristânı sayılan Necef’e defnedilmiştir.
Amr İbni zi-Mürr el-Hemedânî şöyle rivâyet ediyor: Hazret-i Ali, Kûfe’de, kılıç darbesini aldıktan sonra huzûruna girdim. Başını birşey ile sarmıştı. Dedim ki: “Ey mü’minlerin emîri! Yarayı bana gösterir misin? Hemen sargıyı açtı. Baktım. “Birşey yok, hafîf bir yaradan ibâret” dedim. Hazret-i Ali: “Evet sizden ayrılmaktayım” dedi.
Kerîmesi Ümmü Gülsüm perde arkasından ağlamaya başlamıştı. Hazret-i Ali: “Kızım sükût et! Eğer benim gördüklerimi görecek olsan ağlamazsın” dedi. “Yâ Emîrel-mü’minîn, ne görüyorsun?” diye sordum. Buyurdu ki: “İşte bunlar melelekler ile nebîler cemâati; işte bu da Muhammed aleyhisselâm! Yâ Ali, müjde sana, teveccüh etmekte bulunduğun hâl, şu içinde bulunduğun hâlden daha hayırlıdır, diye buyuruyor.”
Halîfeliği devrinde zuhûr eden fesatçılarla mücâdelede bulunduğundan, beş sene süren hilâfet zamanlarında sükûn ve huzûr bulamamış, hükûmet idâresinde Hazret-i Ömer’in yolunu tutmuştur. Memûrları murâkabe eder, her işin emniyet ve istikâmet dâiresinde yapılmasını ister, halka karşı şefkat gösterirdi. Yoksulları Beytül-mâldan geçindirirdi. Her tarafta birer askerî merkez vücûda getirdi. Beytül-mâlı muhâfaza yolunda gerekli teşkîlâtı kurdu. Hazret-i Ali’nin İslâmiyetin yayılmasındaki hizmeti büyüktür.
Hazret-i Ali, hem ilim, hem de amel bakımından en yüksek derecede olduğu hâlde, Allah korkusundan hemen her gün ağlardı. Güzel ahlâkın canlı bir timsâli idi. Çok hadîs-i şerîf ile övüldü.
Hazret-i Ali, namaza durunca âlem altüst olsa haberi olmazdı. Derler ki: Bir harbde mübârek ayağına ok gelmiş, demir kısmı kemiğe işlemişti. Bu yüzden okun demirini çekemediler. Cerrâha gösterdiler. Cerrâh: “Sana aklı gideren, bayıltan ilaç vermeli ki ancak o zaman demir çekilir. Yoksa, bunun ağrısına tahammül edilemez” dedi.
Emîrül-Mü’minîn: “Bayıltıcı ilâca ne lüzûm var, biraz sabredin, namaz vakti gelsin, ben namaza durunca çıkarın” buyurdu. Namaz vakti geldi. Hazret-i Ali namaza başladı. Cerrâh da, Emîr Hazretlerinin mübârek ayağını yarıp demiri çıkardı. Yarayı sardı. Hazret-i Ali, namazını bitirince cerrâha: “Demiri çıkardın mı?” buyurdu. Cerrâh: “Evet çıkardım” dedi. Hazret-i Ali: “Hiç farkına varmadım” buyurdu.
Birgün Eshâb-ı kirâm, Resûlullah’dan, Hazret-i Ali’yi çok sevmelerinin sebebini sordular. Server-i âlem: “Varın Ali’yi çağırın!” buyurdular. Eshâb-ı kirâmdan birisi Hazret-i Ali’yi çağırmaya gitti. Habîb-i Ekrem, Hazret-i Ali gelmeden Eshâbına: “Ey Eshâbım! Siz birisine iyilik etseniz, o size karşılık olarak kötülük yapsa ne yaparsınız?” buyurdular. Eshâb-ı kirâm: “Yine iyilik ederiz” dediler. Resûl-i Ekrem “O kimse, yine size kötülük yaparsa, ne yaparsınız?” buyurdular. Eshâb-ı kirâm: “Tekrar iyilik yaparız” dediler. Resûl-i Ekrem: “Tekrâr size kötülükte bulunursa, ne yaparsınız?” buyurunca, Eshâb-ı kirâm başlarını aşağı indirdiler, bir cevâb veremediler.
Hazret-i Ali geldi. Resûl-i Ekrem, Hazret-i Ali’ye “Yâ Ali! Sen birisine iyilik etsen, o sana kötülük yapsa, sen ne yaparsın!” buyurdular. Hazret-i Ali: “İyilik yaparım” dedi.
Resûl-i Ekrem aynı soruyu yedi kerre tekrârladı. Hazret-i Ali hepsinde: “Yine iyilik yaparım” diye cevap verdi. Sonra ilâve ederek “O kimseye ben iyilik yaptıkça, o bana hep kötülükte bulunsa, yine ben ona iyilik yaparım” dedi. Bunun üzerine Eshâb-ı kirâm: “Yâ Resûlallah! Hazret-i Ali’yi çok sevmenizin sebebini anladık, bu sevgiye lâyık olduğunu gördük” dediler ve Hazret-i Ali’ye duâ ettiler.
Resûlullah, bir hadîs-i şerîfte: “Fakîrlikle öğünürüm” buyurdu. Hazret-i Ali, bu hadîs-i şerîfi, Habîb-i Ekrem’den işitince dünyâya hiç kıymet vermedi. Çok fakîr oldu. Meselâ bugün eline bin altın geçse, bir tanesi ertesi güne kalsın demez, hepsini fakîrlere dağıtırdı. Resûl-i Ekrem, Hazret-i Ali’ye cömertlerin sultânı mânâsına, “Sultânül-Eshıyâ” buyurdular. Bir gün Hazret-i Ali, Hazret-i Fâtıma’ya: “Evde yiyecek bir şey var mı, çok acıktım” buyurdu.
Hazret-i Fâtıma, evde bir şey olmadığını, yalnız altı akçenin olduğunu söyleyerek (devamla): “Bu akçeler ile çarşıdan yiyecek al. Bir de Hasan, Hüseyin meyve istemişlerdi. Biraz da meyve alırsın” dedi. Hazret-i Ali, altı akçeyi alıp çarşıya çıktı. Yolda giderken bir kimsenin, bir müslümânın yakasına yapışmış, “ya hakkımı ver veya yürü mahkemeye gidelim” dediğini, yakasını bırakmadığını gördü. Borçlu adam, bana birkaç gün daha müsâade et diyorsa da yakasına yapışan: “Hayır ben de sıkıntıdayım, bir sâat bile bekleyecek hâlde değilim” diyordu. Hazret-i Ali, bunların çekişmelerini görünce, yanlarına vardı: “Münâkaşanız kaç para içindir?” buyurdu. “Altı akçedir” dediler. Hazret-i Ali: (Kendi kendine) “Müslümânı bu sıkıntıdan kurtarayım, nasılsa Hazret-i Fâtıma’ya bir cevâb bulurum” diye düşündü. Yanındaki altı akçeyi vererek, borçlu müslümânı sıkıntıdan kurtardı.
Hazret-i Fâtıma’ya ne söyliyeyim diye, bir zaman düşünceye daldı. Sonunda nasıl olsa Hazret-i Fâtıma kadınların seyyidesi, Resûlullah’ın kızıdır, bir şey demez, diyerek eli boş eve döndü. Hazret-i Hasan ve Hüseyin kapıya koştular. Babalarının meyve getireceğini ümîd ediyorlardı. Babalarının ellerini boş görünce ağlamaya başladılar. Hazret-i Fâtıma’ya: “Verdiğin altı akçe ile bir müslümânı hapisten kurtardım” buyurdu.
Hazret-i Fâtıma: “Çok iyi yapmışsın, el-hamdü lillah, bir müslümânı hapisten kurtarmışsın. Hak teâlâ bize kâfidir” dedi. Fakat, mübârek hâtır-ı şerîfleri biraz mahzûn oldu.
Hazret-i Ali, üzüntüsünü sezip, iki oğlunun da ağladıklarını görünce, gönlünde bir kırıklık hissetti. Bu elem ile dışarı çıktı. “Bâri gidip Resûlullah’ın mübârek yüzünü göreyim de, bu üzüntüden kurtulayım” diye düşündü. Zira Resûlullah’ın mübârek yüzüne bakan kimsenin her üzüntüsü gittiği gibi, kalbinde sürûr ve safâ hâsıl olurdu. Bunun için Hazret-i Ali, Resûlullah’ın tesiri kat’î ve çabuk bir ilaç gibi olan mübârek ayaklarının tozuna yüz sürmeye gitti.
Yolda bir kimse gördü. Elinde besili bir deve vardı. Hazret-i Ali’ye: “Ey yiğit! Bu deveyi satıyorum, alır mısın?” dedi. Hazret-i Ali “Şimdi param yoktur” dedi. O şahıs: “Sana veresiye veririm” dedi. Hazret-i Ali “Kaça veriyorsun?” buyurdu. O şahıs “Yüz akçeye veririm” dedi. Hazret-i Ali “Kabûl ettim” dedi. O şahıs da “Peki ben de kabûl ettim” dedi. Deveyi, Hazret-i Ali’ye teslîm etti. Hazret-i Ali deveyi almış, biraz gitmişti. Bir adama rastladı. Hazret-i Ali’ye: “Bu deveyi bana satar mısın?” dedi. Hazret-i Ali “Evet satarım” buyurdu. O kimse: “Üçyüz akçeye bana verir misin?” dedi. Hazret-i Ali: “Olur veririm” dedi.
Deveyi o şahsa sattı. Üçyüz akçeyi peşin alınca doğru çarşıya gitti. Yiyecek ve meyveler aldı. Evine girince çocuklar sevindiler. Babalarının getirdiği yiyecek ve meyveleri yemeğe koyuldular. Fâtımatüz-Zehrâ (r. anhâ), Hazret-i Ali’den, bu yiyecekleri nereden aldığını sordu. Hazret-i Ali mes’eleyi anlattı. Yemeklerini yiyip Allahü teâlâ’ya hamd ü senâ ettikten sonra Hazret-i Ali, Hazret-i Fâtıma’ya: “Ben, Resûl-i Ekrem’in sohbetine gidiyorum” diyerek evden çıktı. Yolda Resûl-i Ekrem’e, yanında Eshâb-ı kirâm oldukları hâlde rastladı. Meğer Resûl-i Ekrem (aleyhis-selâm), Hazret-i Ali ve Fâtıma’yı görmeye geliyorlarmış.
Resûlullah: “Yâ Ali! Deveyi kimden alıp, kime sattın?” buyurdu. Hazret-i Ali “Allah ve Resûlü bilir” dedi. Resûl-i Ekrem: “Yâ Ali! Sana deveyi satan Cebrâîl aleyhisselâm, satın alan da, İsrâfîl aleyhisselâm idi. Deve de Cennet develerinden idi. O müslümânı sıkıntıdan kurtardığın için, Hak teâlâ, dünyâda bire elli hasene (sevâb) verdi. Âhirette vereceğinin hesâbını ise kendisinden başka kimse bilmez” buyurdu.
Hikmetli, ibretlerle dolu sözleri çoktur. Kalblere tesir eden kıymetli sözleri vardır. [Cenâb-ı Hak, bizleri, Cennet’te O’nunla beraber eylesin.]