“Güzel Ahlâk”ın İslâm Dînindeki Yeri
Önce, “güzel ahlâk”ın kısa bir ta’rîfini verelim:
“Dînin ve aklın beğendiği huylara, güzel huylar”a, “Ahlâk-ı hasene (Güzel ahlâk)” denilir. Hiç şüphe yok ki “güzel ahlâk” konusu,derin bir okyânûs gibidir.
Hepimizin bildiği gibi Ahlâk: “Hulk”un çokluk şekli olup “insanda yerleşmiş huylar” demektir.Fransızcada: “éthique” ve “morale” kelimeleriyle ifâde edilmektedir. [Alm. Moral, Sitten, İng. Morality, ethics.]
Ahlâk: “İnsanda istemeden, kendini zorlamadan meydâna gelen meleke, ya’nî yerleşmiş huy, seciye, tabîat” şeklinde ta’rîf edilmektedir. İnsanın sözleri, hareketleri ve davranışları, ahlâkına bağlı olarak meydâna gelmektedir.
Kötü huylardan kurtulup uzaklaşma, güzel huylar edinme, iyi huylu olma yollarını öğreten ilim dalına “Ahlâk ilmi” denilmektedir. Bu ilim, öğrenilmesi lüzûmlu olan sekiz yüksek dînî, İslâmî ilimden biridir.
Ahlâka dâir kitaplar da yazmış bulunan Alî bin Emrullah (rahimehullah) diyor ki: “Ahlâk ilmi, çok şerefli, pek kıymetli, en lüzûmlu bir ilimdir. Çünkü rûhun kötülükleri bu ilim ile temizlenebilir. Rûhun iyi huyları, sıhhati, kuvveti bununla kolayca elde edilir. Kuvvetli rûhlar, ahlâk ilmi sâyesinde güzel ahlâk sâhibi olur. Kirlenmiş, hasta rûhlar da, bu ilim yardımı ile temizlenir, iyi ahlâka kavuşur.”
İnsanlar, iyiliğe, güzelliğe ve yükselmeye elverişli olarak doğarlar. Hiç kimsenin huyu yaratılışındaki gibi kalmaz. İyi veya kötü yönde değişir. Böyle olmasaydı, Peygamberlerin gönderilmesine lüzûm kalmazdı. Halbuki onlar insanları hep iyiye, doğruya çağırmışlardır. Peygamber Efendimiz, “Ahlâkınızı iyileştiriniz” buyurmuştur. İlim adamları çocuklarını terbiye etmişlerdir.
Allahü teâlâ, Âdem aleyhisselâmdan i’tibâren, Peygamberleri vâsıtasıyla kullarına emirlerini ve yasaklarını, beğendiği ve beğenmediği işleri bildirdi. İnsanlar, peygamberlere tâbi’ olup, emirlere uydukları müddetçe, huzûrlu ve râhat bir hayât yaşadılar, birbirlerini sevip saydılar. Emirlere ve yasaklara uymadıklarında ise, huzûrsuz oldular, râhatları bozuldu, ahlâksızlık ve haksızlık bütün cemiyeti sardı.
Bugün çeşitli ahlâksızlıkları, cemiyete yerleştirmeye çalışan kişilere bir îkâz olarak belirtelim ki, inançsızlığın ve ahlâksızlığın umûmî bir hâl alması, cemiyetlerin yıkılmasına ve helâkine sebep olur. Hazret-i Nûh ve Hazret-i Lût kavimlerinin ve daha pekçok milletlerin helâki bu yüzden olmuştur.
Güzel ahlâk, İlâhî vahye dayanan dînden neş’et eder. Ancak dîne dayanan ahlâk müessesesi insanların rûhlarını tatmîn eder, huzûra kavuşturur ve maddî-manevî yükselmelerini sağlar. Filozofların bir kısmı, ahlâkı hazza, zevke, nefse, maddî bir menfaate dayandırmak istemişlerdir. Halbuki bunların hiç biri, ahlâk için kâfî bir dayanak ve insana huzûr kaynağı olamamaktadır.
İnsanlığın doğru yolu bulması, ahlâken yükselmesi, dünyâda ve âhirette huzûra kavuşmaları için, son Peygamber olarak Muhammed aleyhisselâm gönderilmiştir. O, “İyi huyları tamamlamak, yerleştirmek için gönderildim” buyurmuştur. Böylece İslâmiyet, insanlığa temelinde Allah sevgisi, Allah korkusu ve her yaptığını, kimseden dünyevî bir menfaat beklemeden ihlâs ile, yalnız Allah için yapma, nefsi kontrol etme ve ona hâkim olma esâsları bulunan en yüksek ahlâk kâidelerini sundu. “Et-ta’zîmü li-emrillah veş-şefekatü li (veya alâ) halkıllah”, yani Allahü teâlânın emrine hürmet, saygı ve yarattıklarına şefkat, merhamet bu kâidelerin en önemlilerinden biridir.
Dost-düşmân herkesin yakînen bidiği gibi, Peygamber Efendimizden itibâren, bütün müslüman devlet adamları, milletlere “Vedîatullah” (Allahü teâlânın kendilerine birer emâneti) olarak muâmele etmişlerdir.
İNSANLIK, İNSANA KIYMET VERMEYİ İSLÂMİYET’TEN ÖĞRENMİŞTİR
Makâlemizin burasında ifâde edelim ki insanlık, insana kıymet vermeyi İslâmiyet’ten öğrenmiştir. Başka kültürlerde insana acımasızca davranılırken, ona en âdil muâmele tarzını İslâmiyet getirmiştir. İslâmiyet, başkasına zarar vermek şöyle dursun, insanların kalplerini kırmaktan bile çok şiddetle men’ etmiştir. Nitekim Peygamber Efendimiz; “Bir mü’minin kalbini kırmak, yetmiş defâ Kâbe’yi yıkmaktan daha şiddetlidir” buyurmaktadır. Peki bu sadece mü’minlerle, müslümânlarla mı kayıtlıdır? Elbette ki hayır.
İslâmiyet, İslâm devletinin vatandaşı olan gayr-i müslime de adâletle muâmeleyi emreder; zulüm ve haksızlığı yasaklar. Sevgili Peygamberimiz; “Kim bir zimmîye (gayr-i müslim vatandaşa) zulmeder veya taşıyamayacağı bir yükü yüklerse, ben o kimsenin hasmıyım” buyurur.
İslâmî ilimlerden tasavvufun konusu da, insanları bu rûh olgunluğuna kavuşturmaktır. Peygamberimizin vârisi durumunda olan, “Evliyâ” denilen, Allahü tealânın sevdiği kullar, hayâtları boyunca, insanları bu ve daha pek çok rûhî olgunluklara eriştirmek için çalışmışlardır.
Hazret-i Peygamber aleyhisselâm:
“Bir kavmin efendisi, onlara hizmet edendir”, “Büyüklerimize hürmet etmeyen, küçüklerimize de şefkat etmeyen bizden değildir”, ”Merhamet etmeyene merhamet olunmaz”, “İnsanların hayırlısı, insanlara faydalı olandır” ve “İslâmiyet, Allah’ın emirlerine ta’zîmde bulunmak, yaratılmışlara şefkat etmektir” buyurarak, insanları her mahlûka karşı şefkat ve merhamet etmeye, büyüklere karşı saygı göstermeye, insanlara hizmet etmeye ve faydalı olmaya, dâimâ hayır işlemeye yöneltmiştir.
Meşhûr tasavvuf şâiri Yûnus Emre, nazargâh-ı İlâhî olan gönül yıkmaktan şiddetle sakındırır: “Bir kez gönül yıktınsa, bu kıldığın namaz değil,
Yetmiş iki millet dahî, elin yüzün yumaz değil.”
ALLAHÜ TEÂLÂ, KULLARININ ÎMÂN ETMELERİNİ, İBÂDET YAPMALARINI, GÜZEL AHLÂKA SÂHİP OLMALARINI İSTEMEKTEDİR
Allahü teâlâ, kullarının îmân etmelerini, ibâdet yapmalarını, güzel ahlâka sâhip olmalarını, kendi aralarında kardeşçe yaşamalarını, sevişmelerini, birbirlerine yardımcı olmalarını istemiş ve emretmiştir.
Yüce Allah, bunun sağlanması için, ilk Peygamber Hazret-i Adem’le son Peygamber Muhammed aleyhisselâm arasında, muhtelif asırlarda, çeşitli coğrafî bölgelere birçok “Peygamber” göndermiş, bazılarına “Kitap” ve “Suhuf” ta vermiştir. Bu peygamberlerden 6’sına “Ülü’l-azm”, 313’üne “Resûl”, 124 binden ziyâdesine de “Nebî” denildiği ma’lûmdur.
Şüphesiz ki bu Peygamberlerin hepsi, aynı îmân esâslarını, “Âmentü Esâsları” diye bildiğimiz umdeleri teblîğ ederek, “iyi ferd”, “iyi âile”, “iyi cemiyet” ya’nî güzel ahlâklı insanlar meydâna getirmeyi hedeflemişlerdir. Yine zikrettiğimiz kitapların hedefi de, “insân-ı kâmil” meydâna getirmektir.
Peygamberlerin ve kitapların gönderilmesi, bunlarla sırât-ı müstakîmin, doğru yolun, rızâ-i İlâhî’ye ve Cennet’e götüren yolun gösterilmiş olması, şeksiz ve şüphesiz, yüce Allah’ın, kullarına olan nimetlerinin en büyüğüdür.
Bu vesîleyle şu önemli husûsu da belirtelim ki:
Son Peygamber Hazret-i Muhammed aleyhisselâmdan önceki bütün peygamberler, belli zaman dilimlerine gönderilmişler, onların ahkâm-ı şer’iyyelerinin (dînlerinin) geçerlilik müddeti belli zamanlarda bitmiş; ama getirdiği hükümler, kıyâmete kadar geçerli olan bir tek Hazret-i Muhammed aleyhisselâm kalmıştır.
Kınalızâde Alî Efendi’nin “Ahlâk-ı Alâî”sinde ifâde ettiğine göre, insan denen varlık “medenî” olarak yaratılmıştır. Ya’nî insanlar topluluk hâlinde, yardımlaşarak yaşayan, kibâr, nâzik, terbiyeli, görgülü kimselerdir; aslında kabalık insana yakışmaz.
“Medeniyet” de: “Ta’mîr-i bilâd ve terfîh-i ıbâd (beldeleri îmâr edip, kulları, insanları refâha, râhat ve huzûra kavuşturmak)” şeklinde ta’rîf edilmektedir.
Evet medeniyet; memleketleri i’mâr etmek, binâlar, yollar, fabrikalar, çeşitli âlât u edevât v.s. yaparak memleketleri kalkındırmak, fenni ve her çeşit gelirleri, bütün insanların, yanî ferd, âile, cemiyet ve milletlerin hürriyetleri, râhat ve huzûr içinde yaşamaları için kullanmaktır.
İslâmiyet; “medenî insan” ve “medeniyyet sâhibi toplum” meydâna gelmesi için, insanlara lâzım olan îmân ve ibâdetleri; iş, ahlâk ve cemiyet hayâtında uyulması gereken her şeyi bildirmiştir.
Bunlar; Allahü teâlânın bildirdiği, Hazret-i Peygamber Muhammed aleyhisselâmın öğrettiği, Eshâb-ı kirâmın naklettikleri ve İslâm âlimlerinin de açıkladıkları husûslardır.
İnsanlığın bugün bunaldığı, çözmekte sıkıntıya düştüğü her şeyin çözüm ve çâresi bunların içinde vardır. Bugün çok perişân hâlde olan insanlığın kurtuluşu için, bunlardan istifâde etmelidir.
İNSANIN DİĞER VARLIKLARDAN DAHA MÜMTÂZ OLMASI ÎMÂN, TAKVÂ, İLİM, EDEP VE AHLÂK İLEDİR
Burada gâyet net bir şekilde söyleyelim ki, insanın diğer varlıklardan daha mümtâz (seçkin) olması îmân, takvâ, ilim, edep ve ahlâk iledir.
“İnsanın şerefi ilim ve edepledir; mâl ve neseple değildir” kelâm-ı kibârı (büyüklerin sözü) ne kadar mânidârdır. Bundan dolayı, en son ve en mükemmel dîn olan mukaddes dînimiz İslâmiyette, ilme, âlime, kitâba, okumaya, edep ve terbiyeye, güzel ahlâka çok büyük önem verilmiştir.
İslâmiyet, insanların hem ruhî, hem de maddî refâhını en mükemmel şekilde te’mîn edecek prensipler getirmiştir. İnsan hak ve vazîfelerini en geniş şekilde düzenlemiştir. İnsanların yardımlaşmalarını, birbirlerine hizmet etmelerini ehemmiyetle istemektedir. Kendi idâresi altında bulunan insanların, evlâdın, âilenin ve milletlerin haklarını ve idârelerini öğretmekte; dirilere, geçmişlere ve geleceklere karşı bir takım hak ve mes’ûliyetler yüklemektedir. Saâdet-i dâreyn ya’ni dünyâ ve âhıret saâdeti İslâmiyette toplanmıştır.
Anne ve babanın evlâdına olan şefkat ve merhametinden daha çok kullarına merhamet eden Yüce Rabbimiz, insanları küfür, dalâlet, sapıklık, ahlâksızlık, çirkinlik, bozukluk, kötülük, zulmet, karanlıklardan kurtarmak için, onlara “dîn” göndermiştir.
Umûmî bir ta’rîf yapmak gerekirse “İslâm dini”, Allahü teâlânın, Cebrâîl ismindeki melek vâsıtası ile Sevgili Peygamberi Muhammed aleyhisselâm’a gönderdiği, insanların, dünyâda ve âhirette râhat ve mes’ûd olmalarını sağlıyan usûl ve kâidelerdir. İslâm âlimlerinin buyurdukları gibi, bütün üstünlükler, faydalı şeyler, İslâmiyetin içindedir. Eski semâvî dînlerin görünür-görünmez bütün iyilikleri ve güzellikleri İslâmiyetin içinde toplanmıştır. Bütün saâdetler ve muvaffakıyetler ondadır. Yanılmayan ve şaşırmayan akılların kabûl edeceği esâslardan ve ahlâktan ibârettir.
Peygamber Efendimiz, “güzel ahlâk” ve “kötü huylar”la ilgili hadîs-i şerîflerinde buyuruyorlar ki:
“Allahü teâlâ indinde kulların en sevgilisi, ahlâkça en güzel olanıdır.”
“Sıcak su buzu erittiği gibi, iyi huy da hatâları eritir. Sirke balı bozduğu gibi, kötü huy da hasenâtı (iyilikleri) mahv eder, yok eder, giderir.”
“İyi huylu olan, dünyâ ve âhiret saâdetlerine kavuşur.”
“Bir kulun ibâdetleri çok olsa da, kötü huyu, onu Cehennem’e götürür.”
“Allah katında kötü huydan büyük günâh yoktur.” [Çünkü kötü huyun sâhibi, bunda günâh olduğunu bilmez; tövbe etmez; işledikçe, günâhı kat kat artar.]
“Güzel ahlâk; senden kesilen akrabânı ziyâret etmek, sana vermeyene vermek, sana zulmedeni affetmektir.”
“İçinizde en sevdiğim kimse, huyu en güzel olanınızdır.”
“Bir kimse tövbe ederse, tövbesini Allahü teâlâ kabûl eder. Kötü ahlâklı kimsenin tövbesi ise makbûl olmaz. Zîrâ bir günâhtan tövbe ederse, kötü ahlâkı sebebiyle, daha büyük bir günâh işler.”
İslâm âlimleri ahlâk ilmine çok önem vermişlerdir. “Ahlâk ilmi”, İslâmî ilimler arasında başlıbaşına bir ilimdir. Kur’ân-ı kerîm, hadîs-i şerîfler ve İslâm âlimlerinin eserlerinde, insanların Allahü teâlâya karşı, birbirlerine, hattâ hayvanlara ve cansızlara karşı nasıl davranacakları geniş olarak bildirilmiştir.
İSLÂMİYETTE, BAŞKALARININ CÂN, MÂL VE IRZLARINA HÜCÛM ETMEK KESİNLİKLE YASAKTIR
Son zamanlarda, gazete, radyo, televizyon ve internet haberlerinde ve bazı makâlelerde; Amerika, Endonezya, İngiltere, Fransa..…gibi muhtelif ülkelerde, çeşitli târihlerde meydâna gelen saldırılar sebebiyle, İslâmiyete ve müslümânlara ağır şekilde dil uzatılmaktadır. Peşînen ifâde edelim ki, câna, mâla, ırza hücûm etmek, aslâ İslâmiyetin tasvîp ettiği işler değildir.
Fâtih Sultân Mehmed’in, İstanbul’un fethi sırasında, gayr-i müslimlere gösterdiği iyi muâmeleyi, bugün Avrupalılar bile övmektedir.
İslâmiyette, adâlet karşısında herkes eşittir. Sultân-tebea farkı gözetilmez. Bursa’da Padişahla çoban, kâdînın huzûrunda, eşit şartlarda, ayakta muhâkeme olunmuşlardır. Hattâ Fâtih Sultan Mehmed ile bir Yahûdî, hâkim huzûrunda, ayakta yanyana muhâkeme edilmişlerdir.
Marcel A. Boisard isimli bir Fransız, “L’Humanisma de l’Islam” adlı eserinde:
“…Târihte ilk defâ insana sosyal, rûhî, siyâsî, ahlâkî, hukûkî değerlerini en iyi şekilde veren, bu anlayışla büyük bir medeniyet ve eşsiz bir kültür meydâna getiren İslâmdır…” demektedir.
Vaktiyle Batılılar, müslümânların Endülüs Emevî Devleti’ndeki yüksek ilim ve teknolojilerinden istifâde ettiler; tabîî ki yeri ve zamanı geldi, biz de Batılılardan istifâde ettik.
Şimdi de onların, ahlâkî yönden tefessüh etmiş bugünkü perişân hâllerinde, kurtuluşları için çâre aradıkları bir zamanda, bizim iyi ve güzel pek çok müessesemizden istifâde edebileceklerini belirtmek istiyoruz.
MADDÎ YÖNDEN ÇOK İLERLEYEN ÇAĞIMIZ, MAALESEF MA’NEVÎ YÖNDEN İFLÂS ETMİŞTİR
Maddî yönden, ta’rîf edilemiyecek derecede gelişmelere sahne olan çağımız, ne hazîndir ki, insanoğlunun en bunalımlı, huzûrsuz, rûh ve manâ bakımından iflâs ettiği bir çağ olma özelliğini taşımaktadır. Asrımızda, akla, hayâle gelmeyen suçlar işlenmekte; insanlar canavarca birbirlerini boğazlamakta, birileri diğerlerinin mallarına, ırzlarına tecâvüz etmektedir.
İnsanların içine düştükleri buhrânların, bunalımların en önemli sebebi; insanın rûh ve madde dengesini kuramaması, ulvî yaratılış gâyesini unutması, fıtrat-ı selîmesine uygun hareket edememesidir. Yani akl-ı selîmin îcâplarına göre hareket etmeyip, nefsinin, süflî duygularının esîri olması, kemâle götüren yollardan ayrılmasıdır.
Bugün millî ve manevî değerlerden mahrûm, mâzîsine, târîhine, kültürel değerlerine yabancı olan gençler arasında içki, kumar ve uyuşturucu alışkanlığı bir salgın ve moda haline gelmiştir. Bu illetler, milletimizin yükselmesini ve memleketimizin ilerlemesini istemeyen düşman güçlerin yaymaya çalıştıkları anarşi ve terörden daha tehlikeli bir hastalıktır. Bu hastalıklar, yetkililerin ifâdeleriyle, gençleri ahlâksızlık, iffetsizlik, fuhşun bütün nevileri, terör, silâh ve uyuşturucu kaçakçılığı gibi kötülüklere de itmektedir.
Netîce olarak söylemek gerekirse, İslâm dîni, ahlâkı ve medeniyeti doğru bir şekilde öğrenilir ve öğretilirse, ona uygun yaşanırsa, bütün fertler, âileler, cemiyetler, hattâ bütün insanlık râhat eder, huzûr ve sükûn içerisinde, emniyet ve âsâyiş üzere yaşarlar.
Dünyâmız büyük bir gemi, bütün insanlar da onun yolcuları gibidir. Bu gemiyi hepimizin korumaya çalışması lâzımdır; yoksa hep birlikte batarız.