Bir “Mevlid Kandili”ni Daha İdrâkle Şereflendik
Bildiğiniz gibi 11 Rebîul-evvel 1434 – 23 Ocak 2013 Çarşamba günü akşam Mevlid Gecesi idi; tabîî ki mübârek geceler öğle namazından başlayıp imsâk vaktine kadar devâm ediyor.
Bilindiği üzere, son zamanlarda da,bilhâssa birkaç seneden beri [2000-2001 yıllarından bu yana, husûsen meşhûr 11 Eylül 2001 hâdiselerinden sonra, özellikle 2005 yılının ortalarından ve 2006 yılının da başlarından i’tibâren], Amerika’da, Avrupa’da ve diğer bazı ülkelerde bir kısım gayr-i müslimler tarafından, Peygamberimiz başta olmak üzere, biz müslümânların en mukaddes değerlerine saldırılmaktadır.
Bir kısım gazete, dergi ve kitaplarda; radyo, televizyon ve internet programlarında; yakın zamanda da rezîl bir film yapılarak sinemalarda, başta Kur’ân-ı Kerîm ve Peygamber Efendimiz olmak üzere, genel olarak İslâmiyete yapılan bu çirkin saldırılara, bugün burada, bir nebze de olsa, deryâdan damla misâli, bize yakışır bir tarzda, ilmî ve ahlâkî olarak cevap vermeye çalışacağız.
Önce, ALLAHÜ TEÂLÂ, BİZ KULLARINDAN NE İSTEMEKTEDİR? diye bir suâl soralım:
Şüphe yok ki, Allahü teâlâ, kullarının ya’nî bütün insanların îmân etmelerini, ibâdet yapmalarını, güzel ahlâka sâhip olmalarını, kendi aralarında kardeşçe yaşamalarını, sevişmelerini, birbirlerine yardımcı olmalarını istemiş ve emretmiştir.
Cenâb-ı Hak, dünyâya gönderdiği ilk insan ve ilk Peygamber olan Âdem aleyhisselâmdan i’tibâren, Sevgili Peygamberimize gelinceye kadar bütün “Peygamber”leri vâsıtasıyla, kullarına, dünyâ ve âhirette râhat etmeleri, huzûr içerisinde, iyi bir şekilde yaşamaları için, emir ve yasaklarını, ya’nî ne yapmaları ve nelerden sakınmaları lâzım olduğunu, beğendiği ve beğenmediği bütün işleri bildirmiştir.
Binâen aleyh Peygamberlerin insanlığa yaptıkları çok önemli hizmetler vardır. Bütün Ülü’l-azim Peygamberler, Resûller ve Nebîler (aleyhimüsselâm), insanlığı kendileri gibi birer mahlûk olan varlıklara tapınma karanlığından kurtararak, bütün varlıkların yaratanı ve hakîkî sâhibi olan Allahü teâlâya ibâdet etme şeref ve üstünlüğüne çağırmışlardır.
Hiçbir tereddüde mahal olmaksızın ifâde edelim ki insanlar, Allah’ın Peygamberlerine tâbi’ olup emir ve yasaklarına uydukları müddetçe, huzûrlu ve râhat bir hayât yaşamışlar, birbirlerini sevip-saymışlardır. Emirlere ve yasaklara uymadıklarında ise, huzûrsuz olmuşlar, râhatları bozulmuş; ahlâksızlık, zulüm ve haksızlık bütün cemiyeti sarmıştır.
Peygamberlerin hepsi, insanları fevz u necâta ya’nî dünyâda ve âhirette kurtuluşa da’vet etmiş, sırât-ı müstakîmi, doğru olan yolu, bıkmadan, usanmadan ve yılmadan anlatmışlardır.
İnsanların, zaman zaman içine düştükleri birtakım vahîm yanlışlık ve bayağı işler, her zaman ve mekânda, Allahü teâlânın gönderdiği Peygamberler (aleyhimüsselâm) ve hak dînler vâsıtasıyla düzeltilmiş, îmân ve ibâdette hak olan Ma’bûd’a (Allah’a) yönelmeleri emredilmiştir.
Aslında bütün Peygamberlerin ve kitapların gönderilmesi, bunlarla sırât-ı müstakîmin, doğru yolun, rızâ-i İlâhî’ye ve Cennet’e götüren yolun gösterilmiş olması, şüphesiz ki, yüce Allah’ın, kullarına olan ni’metlerinin en büyüğüdür.
ÎMÂNIN DÖRDÜNCÜ ŞARTI
Âmentü esâslarından dördüncüsü, “Peygamberlere îmân”dır.Bilindiği gibi, dînde inanılacak altı şeyden [ya’nî Âmentü esâslarından, îmânın altı şartından] dördüncüsü, Allahü teâlânın “Peygamber”lerine inanmaktır. Peygamberlere îmân etmek, aralarında peygamberlik bakımından hiçbir fark görmeyerek, hepsinin sâdık, doğru sözlü olduğuna inanmak demektir. Peygamberlerin hepsi de, insanları, Cenâb-ı Hakk’ın beğendiği yola kavuşturmak, onlara doğru yolu göstermek için gönderilmişlerdir.
Allahü teâlâ, dünyâya gönderdiği ilk insanı [ya’nî Hazret-i Âdem’i], aynı zamanda ilk Peygamber kılmış, ondan sonra, kullarına râzı olduğu ve beğendiği yolu göstermek için, çeşitli mekânlardaki, çeşitli kavimlere, zaman zaman “Peygamber”ler göndermiştir.
Dünyâdaki bütün insanlara çok acıyan Rabbimiz, iyi, güzel ve faydalı şeyleri yaratıp, dostunu-düşmânını ayırmadan, herkese gönderiyor. Bu cümleden olarak, Peygamberleri vâsıtasıyla, beşeriyete saâdet yollarını göstermiş, iyi-kötü, güzel-çirkin her şeyi onlara öğretmiştir. Dolayısıyla Allah’ın bize öğrettiği edep ve ahlâk, değişmeyen en güzel ve en doğru ahlâktır.
İnsanların dünyâ ve âhirette işlerinin düzgün ve faydalı olması için ve onları yanlış, zararlı işlerden koruyup selâmete, hidâyete, râhata ve saâdete kavuşturmak için, bu Peygamberlerle, “dîn” gönderilmiştir.
Kesin bir husustur ki, O’nu [Resûlullah Efendimizi], ilim, irfân ve asâlet sâhibi insanlar medhetmekte; câhil, ilim ve edepten mahrûm, nasîpsiz, dînsiz, îmânsız, bozuk kişiler de kötülemektedir. Bu, bir nasip işidir.
İSLÂMIN İLK ŞARTI
Bu vesîle ile belirtelim ki, İslâmın beş şartından birincisi [ya’nî İslâmın birinci şartı], “Kelime-i şehâdet”tir. Ya’nî Allahü teâlâya ve Peygamberine (aleyhisselâm) îmândır. Ya’nî onları sevmek ve sözlerini beğenip kabûl etmektir. İki cihân saâdetine kavuşmak, ancak ve yalnız, dünyâ ve âhıretin Efendisi olan Muhammed aleyhisselâma tâbi’ olmaya bağlıdır. Ona tâbi’ olmak için de, îmân etmek ve onun getirdiği ahkâm-ı İslâmiyyeyi öğrenmek ve yapmak lâzımdır. Yine Muhammed aleyhisselâm’a tâm ve kusûrsuz tâbi’ olabilmek için, onu tâm ve kusûrsuz sevmek lâzımdır.
Her bakımdan insanların en üstünü olan Muhammed aleyhisselâm, kendisine Peygamberliği bildirilmeden önce de, güzel ahlâkı, insanlara görülmemiş bir şekilde iyi davranması, sâkinliği, yumuşaklığı ve diğer üstün hâlleriyle sevilmiştir. İnsanlar, bu hasletleri sebebiyle O’na hayrân olmuşlardır. Mekke halkı, gördükleri şaşılacak derecedeki doğru sözlülük ve güvenilirlikten dolayı, O’na “el-Emîn”, ya’nî “kendisine her zaman güvenilir” lakabını verdiler. Böylece gençliğinde bu isimle meşhûr oldu. Ama ne kadar enteresan bir durumdur ki, Peygamberliğini i’lân ettiği zaman, O’nun emîn olduğunu bildikleri hâlde, Mekke’lilerin çoğu îmân etmediler.
Târih boyunca, mükemmel hayâtı, en ince teferruâtıyla ortaya konulan yegâne zât olan Peygamber Efendimize, insânlığın ne kadar muhtâç olduğunu, bugün daha iyi anlıyoruz.
Allahü teâlâ, bir insanda bulunabilecek, görünür-görünmez bütün iyilikleri, bütün üstünlükleri, bütün güzellikleri, habîbi, mahbûbu, sevgilisi Muhammed (Aleyhisselâm)’da toplamıştır.
Meselâ, insanların en güzel yüzlüsü ve gâyet nûrânî benizlisi idi. Mübârek yüzü, kırmızı ile karışık beyâz olup, ay gibi nûrlanırdı, parlardı.
Sözleri gâyet tatlı olup, gönülleri alır, rûhları cezbederdi.
Aklı o kadar çoktu ki, Arabistân yarımadasında, sert, inatçı insanlar arasında gelip, onları çok güzel idâre ederek ve cefâlarına sabrederek, yumuşaklığa ve itâate getirdi. Çoğu dînlerini bırakıp müslümân oldu ve dîn-i İslâm yolunda babalarına ve oğullarına karşı harbettiler. O’nun uğrunda mallarını, yurtlarını fedâ edip, kanlarını akıttılar. Hâlbuki, böyle şeylere alışık değillerdi.
Güzel huyu, yumuşaklığı, affı, sabrı, ihsânı, ikrâmı, o kadar çoktu ki, herkesi hayrân bırakırdı. Görenler ve işitenler seve seve müslümân olurdu.
Hiçbir hareketinde, hiçbir işinde, hiçbir sözünde, hiçbir zaman, hiçbir çirkinlik, hiçbir kusûr görülmemiştir. Kendisi için kimseye gücenmediği hâlde, din düşmânlarına, dîne dil ve el uzatanlara karşı sert ve şiddetli idi.
Herkese karşı yumuşak olmasaydı, Peygamberlik heybetinden, büyüklük hâllerinden, kimse yanında oturmaya ve sözünü dinlemeye tâkat getiremezdi.
Kimseden bir şey okumamış, öğrenmemiş, hiç yazı yazmamış iken ve seyâhat etmeyen, geçmişlerden ve etrâfındakilerden haberi olmayan insanlar arasında hâsıl olmuş iken, Tevrât’ta, İncîl’de ve diğer bütün kitâplarda yazılı olan şeyleri bildirdi. Geçmişlerin hâllerinden haber verdi. Her dînden, her meslekten ileri gelenlerin hepsini huccet ve burhânlar söyliyerek susturdu. En büyük mu’cize olarak Kur’ân-ı kerîmi ortaya koydu ki, 6.236 âyetinden biri gibi söyliyemezsiniz diye meydân okuduğu hâlde, 1.400 küsûr seneden beri, dünyânın her tarafında bütün İslâm düşmanları elele vererek, mallar, servetler dökerek uğraştıkları hâlde, söyleyemediler.
Bir nebze daha, PEYGAMBERLERİN, İNSANLIĞA YAPTIKLARI BAZI HİZMETLER’den bahsedip sonra esâs konumuza geçelim:
Burada bu vesîleyle belirtelim ki, Hazret-i Âdem’den i’tibâren gelmiş-geçmiş bulunan 6 “Ülü’l-azim” Peygamber, 313 “Resûl”, 124 binden ziyâde “Nebî”nin eğitimdeki hedefleri aynıdır. 100’ü suhuf, 4’ü büyük kitap olmak üzere, bu peygamberlerden bazılarına gönderilen 104 kitaptaki hedef de, altını çizerek ifâde edelim ki, insanların dünyâda huzûr ve sükûn içerisinde yaşamaları, âhirette de ebedî saâdete kavuşmalarıdır.
Peygamberler târihini incelediğimizde, aslında hepsinin gâyelerinin, yüksek ahlâklı iyi insanlar, âileler ve cemiyetler meydana getirmek olduğunu görüyoruz. Öyle değil mi efendim? Zâten bizim dînimizde, târihimizde, kültür ve medeniyetimizde de eğitimden maksat iyi ferdler, iyi âileler, iyi cemiyetler, orijinal ismiyle söylemek gerekirse “insân-ı kâmil= kâmil, olgun, iyi insan”” meydâna getirmektir.
Burada, hemen, büyük İslâm âlimi İmâm-ı Gazâlî’nin (rahmetullahi aleyh) bir sözünü hatırlıyoruz. O buyuruyor ki: “İnsanlar üç gruptur. Birinci grup gıdâ gibidir, herkese her zaman lâzımdır. İkinci grup devâ (ilaç) gibidir, bazı insanlara bazen lâzım olur. Üçüncü grup ise illet (maraz, dert, hastalık) gibidir; herkes ondan kaçar, ama o, insanlara bulaşır.”
Herkesçe bilindiği gibi, bütün peygamberler ve onların vârisleri olan İslâm âlimleri ve Evliyâ-yı kirâm, hep gıdâ gibi, bütün insanlara lâzım olan fertler, âileler ve cemiyetler teşkîl etmek için uğraşmışlardır.
Son peygamber olan Sevgili Peygamberimiz Hazret-i Muhammed’in (sallallahü aleyhi ve sellem), 150 bin mübârek insan, güzîde sahâbe, “hayırlı ümmet” meydâna getirmesi, onların da 30-40 sene gibi çok kısa zaman zarfında gâyet mahdût imkânlarla Endülüs’ten [İspanya’dan] Çin’e kadar olan geniş coğrafî bölgeleri fethedip oralara ilim, irfân, ahlâk, fazîlet, adâlet, medeniyet, nûr ve hidâyet götürmeleri konusu ciddiyetle incelenmesi gereken bir konudur.
BÜTÜN ÂLEMLERE RAHMET OLAN PEYGAMBERİMİZE YAPILAN ÇİRKİN BAZI HAKÂRETLER NELERDİR?
Bildiğiniz üzere, son zamanlarda, başta, biz müslümanların mukaddes kitâbı Kur’ân-ı kerîm, Şerefli Peygamberimiz, mukaddes dînimiz İslâmiyet olmak üzere, en mukaddes değerlerimize, dînî ve mîllî değerlerimize, çok âdî ve değersiz bir takım yazı ve bayağı karikatürlerle, çok çirkin saldırılar yapılmış, müslümânlar ısrârlı bir şekilde tahrîk edilmek istenmiştir.
Maalesef bu tahrîkler hâlâ durmamış, az evvel de temâs ettiğim gibi, yakın zamanda da, yine çok rezîl bir filimle, aynı şekilde, Peygamber Efendimize, İslâmiyete ve müslümânlara hücûma geçmişlerdir.
Hemen belirtelim ki, bu durum karşısında, müslümânlar gâyet ağırbaşlı olmalılar, kimsenin canına, malına, ırzına zarar vermemeliler. Bu hakâretlere, kendilerine yakışan vakâr ve hukûkî çerçeve içerisinde kalarak, usûlüne uygun cevaplar vermelidirler.
Tabîî ki fitne çıkarmak, ortalığı birbirine katmak, başkalarına zarar vermek, canlara, mallara kasdetmek, dînimize göre, tasvip edilecek şeyler değildir. İşte biz bu çerçeveye uygun olarak, ilmî bir şekilde, onlara hakâret etmeden, kendilerine cevap vermeye, hakîkati bir nebze de olsa ortaya koymaya çalışacağız.
Bu davranışımız, aslında Sevgili Peygamberimize inanmanın bir gereğidir. Zîrâ kâinâtın Efendisi, başlarımızın tâcı, gönüllerimizin ilâcı, iki cihânın güneşi Hazret-i Muhammed aleyhisselâmı, lâyıkı vechile, doğru bir şekilde beşeriyete tanıtmak, biz müslümânlar için bir insanlık, müslümânlık ve vefâ borcudur.
Bir insanda bulunabilecek, görünür-görünmez bütün iyilikler, üstünlükler ve güzellikler kendisinde toplanmış olan, dünyâ ve âhiretin Efendisi [Seyyidü’l-kevneyn], insanların ve cinnîlerin Peygamberi [Resûlü’s-sekaleyn] olan Resûl-i Ekrem Muhammed aleyhisselâm’ı gündemde tutmak, akıllarda ve fikirlerde, hâtırlarda ve gönüllerde bulundurmak, bütün insanlara doğru bir şekilde tanıtmak ve sevdirmeye çalışmak çok şerefli bir iştir. Bu, O’nun ümmeti olmakla şereflenmiş bulunan kültürlü, münevver, imkânı olan ve gücü yeten her müslümânın işi olmalıdır.
Asr-ı Seâdette de, onu müdâfaa eden kimseler vardı. Meselâ Peygamberimizin şâirlerinden Hassân bin Sâbit (radıyallahü anh) için, Mescid-i Nebevî’ye bir kürsü konulmuştu. O, oradan müşriklere şiirle cevap verirdi.
“Gerçekten sen, büyük bir ahlâk üzeresin” (Kalem, 4) âyetinde, Yüce Allah’ın iltifâtına mazhar olan Sevgili Peygamberimiz, Kur’ân’dan ibâret olan güzel ahlâkını, hayâtında sergilediği tatbîkâtı, emir ve tavsiyeleri ile ümmetine teblîğ etmiştir.
“Onun şahsında, Allah’ı ve âhiret gününü umanlar ve Allah’ı çokça hâtırlayanlar için güzel edeb ve ahlâk nümûneleri vardır ” (Ahzâb, 21) âyet-i kerîmesi, O’nun “üsve-i hasene” [nümûne-i imtisâl = en güzel örnek] olduğunu ne güzel ifâde etmektedir?
Yine Allahü teâlâ, O’nun hakkında şöyle buyurmaktadır:
“(Ey inananlar!) Andolsun ki, size içinizden, kendinizden öyle bir Peygamber gelmiştir ki, sizin sıkıntıya uğramanız, ona çok ağır gelir. O, size çok düşkün [üstünüze çokça titriyor], mü’minlere karşı çok şefkatli ve gâyet merhametlidir.” (Tevbe, 128)
Kezâ Yüce Rabbimiz: “Peygamber, mü’minlere canlarından evlâdır, ileridir, daha yakındır; [O, mü’minler nazarında kendi nefislerinden, cânlarından daha önce gelir; Mü’minlerin, Peygamber’i kendi nefislerinden çok sevmeleri gerekir.] O’nun hanımları da onların anneleridir…..”[Ahzâb, 6] buyurmuştur.