Âr, Hayâ, İffet Ve Nâmûs Kelimelerine Dâir
Bugünkü makalemizde, “İnsanın şerefi ilim ve edebledir; mal ve neseble değildir” kelâm-ı kibârında mevzûbahis edilen “edeb” ve onunla eşanlamlı olan diğer bazı kelimelerden bahsetmek istiyoruz. Edeb, âr, hayâ, ırz, nâmûs, utanma gibi kelimeler birbirleriyle yakından alâkalıdır.
“Utanma” manâsına gelen “ÂR” kelimesinin karşılığı olarak, kitaplarımızda “Hayâ” terimi kullanılır. Sözlüklere baktığımızda, “Hayâ” kelimesininkarşılığında da “utanma, âr, nâmûs” tabirlerinin kullanıldıklarını görürüz.
HAYÂ
“Hayâ” ise, “çirkin şeylerden sıkılma veya edebe uymayan bir şeyin meydana gelmesinden dolayı kalpte meydana gelen râhatsızlık” şeklinde tarif edilir. Eğer kalp selîm olmaktan çıkmış, îmândan mahrûm olmuş, dumûra uğramış veya ölmüşse, kişi, hayâsızca işler işlediğinde herhangi bir sıkılma meydâna gelmez.
Çünkü hadîs-i şerîflerde: “Hayâ îmândandır. Îmânı olan Cennet’tedir. Fuhuş kötülüktür. Kötüler Cehennem’dedir” (Buhârî ), “Hayâ ile îmân, berâberdirler. Biri gidince, diğeri onu tâkib eder” (Nisâbü’l-Ahbâr) buyurulmuştur.
Süleymân bin Cezâ’nın, “Huccetü’l-İslâm İlmihâli”nde anlattığına göre, Cebrâil aleyhisselâm; akıl, hayâ ve îmânı Âdem aleyhisselâma getirdi ve dedi ki:
“Yâ Âdem! Allahü teâlâ hazretleri sana selâm etti, getirdiğim şu üç hediyenin birini kabûl etsin buyurdu.”
Âdem aleyhisselâm aklı kabûl eyledi.
Cebrâil aleyhisselâm, îmân ile hayâya, “Siz gidin” deyince, îmân dedi ki: “Allahü teâlâ bana, akıl nerede ise, sen de orada ol diye emreyledi.” Ondan sonra, hayâ da aynı şekilde, Allahü teâlâ tarafından böyle emrolunduğunu beyân ederek, her ikisi de akıl ile berâber Âdem aleyhisselâmda kaldılar. Allahü teâlâ, kime akıl verirse, hayâ ile îmân da onunla berâberdir. Aklı olmayanın ne hayâsı, ne de îmânı vardır.
Onun için Hazret-i Ebû Bekr (radıyallahü anh): “Hayâsız insan, halk içinde çıplak oturan kimse gibidir” buyurmuştur.
Zeyd bin Sâbit (radıyallahü anh): “Allahü teâlâdan hayâ etmeyen kimse, insanlardan da hayâ etmez” buyurmuş, Ebû Süleymân-ı Dârânî (k.s.) de: “Kul hayâ sâhibi olduğu zaman, hayır ve iyi işlere yapışır. Hayâ kalbe yerleştiğinde, nefsin arzû ve istekleri ondan uzaklaşır” demiştir.
“Âfetlerin evveli cehâlet, bilgisizlik, sonra nefsin arzû ve isteklerine meyletmek, sonra da hayâyı terk etmektir” diyen Sehl-i Tüsterî (k.s.) ne güzel söylemiştir.
Muhammed Hâdimî (rahmetullahi aleyh), hayâyı üç kısma ayırmaktadır: “Hayânın en kıymetlisi, Allahü teâlâdan utanmaktır. Ondan sonra Resûlullah’tan (sallallahü aleyhi ve sellem) hayâdır. Daha sonra insanlardan hayâ etmek gelir.”
İFFET
“İffet”in tarîfinde de, “İnsan rûhundaki yapıcı kuvvetin, yâni şehvetin iyiye kullanılmasından ortaya çıkan huy; nefsi kötü isteklerinden men etmek; âr, nâmus, hayâ duygusu” karşılıklarını buluyoruz.
Günümüzde çok muhtâç olduğumuz “İffet” hakkında; Abdurrahmân bin Abdullah bin Nasr (r. aleyh): “kişiyi her türlü rezillikten koruyan bir haslettir. El, ayak ve diğer âzâyı her türlü zarardan korur. Bu haslet, güzel ahlâkın en üstünüdür. Âzânın iffetli olması demek; meselâ gözün harama bakmaması ve kendisine yasak olan şeyleri terk etmesidir” demiştir.
Hadîs-i şerîflerde: “Allahü teâlâ hayâ, hilim ve iffet sâhiplerini sever. Fuhuş (çirkin) söyleyenleri ve sarkıntılık yaparak dilenenleri sevmez”, “İffet sâhibi olunuz. Çirkin şeyler yapmayınız. Kadınlarınızı da, afîf (iffetli) yapınız”, “İffet sâhibi olursanız, kadınlarınız da afîf (iffetli) olur” buyurulmuştur.
Kur’ân-ı kerîmde de meâlen buyuruluyor ki:
“Sizin sadakalarınız, fî sebîlillah (Allah yolunda) cihâd eden, ilim tahsîl eden ve ibâdet gibi hayırlı bir işle meşgûl olan ve yeryüzünde ticâret ve san’at gibi bir işle meşgûl olmaya müsâit (elverişli) vakitleri olmayan fakirler içindir. Onlar dilenmekten çekindikleri için, cahiller onları zengin zannederler. Ey Resûlüm! Sen onları sîmâlarından tanırsın. Onlar, iffetlerinden dolayı insanları râhatsız edip sadaka istemezler. Malınızdan, bunlara infâk (sarf) ederseniz, muhakkak Allahü teâlâ verdiğinizi ve niçin verdiğinizi bilir…” (Bakara sûresi, 273-274)
NÂMÛS
“Irz, edeb, âr, hayâ” karşılığında kullanılan “Nâmûs” kelimesinin önemine bakın ki, Peygamber Efendimize vahiy getiren ve dört büyük melekten biri olan Cebrâîl aleyhisselâma, “Nâmûs-ı Ekber”; İslâmiyete, İslâm dînine de “Nâmus-ı İlâhî ” ve “Nâmus-ı Rabbânî “ denilmektedir.
Sevgili Peygamberimiz bir hadîs-i şerîfinde : “Kadın, beş vakit namazını kıldığı, nâmûsunu koruduğu ve kocasına itâat ettiği zaman, Cennet’e istediği kapıdan girer” buyurmuştur.
Aşağıdaki sözlerde de konunun önemi vurgulanmaktadır:
“Mîdesini, nâmûsunu ve iffetini korumak kadar fazîletli ibâdet yoktur.” (Muhammed Bâkır) “Ramazan ayı, İslâm dîninin nâmûsudur. Âşikâre oruç yiyen, bu aya hürmet etmemiş olur. Bu aya hürmet etmiyen, İslâmiyet’in nâmûs perdesini yırtmış olur.” (Seyyid Abdülhakîm)